913.
O VE ŞUURLU ARAYIŞ
Her varlık onu bulma yolunda ilerler. Tekamülün yüksek safhası ise O’nu şuurla arama safhasıdır.
914.
SABIR
Sabır insana sadece manevi değer kazandırmaz , o aynı zamanda da hadiseler karşısında doğruya en uygun tarzda hareket edilmesini benimsetir.
915.
AKIL VE SABIR
Öğrenmek için akıla, benimsemek için ise sabıra ihtiyaç vardır.
916.
ANA VE YARDIMCI BİLGİLER
Yukardaki bilgilerde ( bilgi no: 911), benimsenmesi gereken bilgiler ile deneme maksadı ile verilen bilgilerden ve bunları ayırdedebilmenin güçlüğünden bahsettik. Şimdi bu tanımlamayı yapacağız. Benimsenmeleri için verilen “ana bilgiler”in diğer bilgilerden ayırdedilmesi şarttır. Çünkü bu , vazifenin ilerisi için lüzumludur. Şayet “ana bilgiler” esas alınmazsa ortaya çıkan ve ilk bakışta doğru zannedilen her bilgi ile , ana bilgilerle konan usul ve kaidelere tesir edilmek istenecektir. Bu hal ilerde tekamülü aksaklığa uğratabilir , ve siz de vasıta edildiğiniz vazifeyi sağlam temellere oturtamayışınızdan dolayı değer kaybına uğrayabilirsiniz.
Bu sebeple , ana bilgilerin ne olduğu iyice bilinmeli ve vazifede rol oynayacak
“ yardımcı bilgilerin” de ana bilgilerle çizilen hudutların , tatbikatta aşılmamasına gayret edilmelidir. İlerde hiç şüphesiz ki lüzumlu olan ilgiyi çekmek maksadı ile her zaman olduğu gibi “yardımcı bilgiler” ile şaşırtıcı ve düşündürücü tebliğler verilecektir. Fakat vazife Şuurlu İman vazifesidir. Bu sebeple onun dayandığı bilgilere şuurla iman etmiş olmak gerekir. Bu iş ise, o bilgilerin çeşitli vesilerle menşe’ini ve değerini ispat etmiş olmasıyla mümkündür. Yoksa biz benimsenmemiş bir şeye inanılması için sizi zorlamayız. Çünkü bu, Şuurlu İman esaslarına aykırıdır.
İşte bu sebeple , ana bilgilerin benimsenmesini temin maksadı ile size pek çok çeşitli bilgiler verilmektedir. Bu arada benimsetici metot esaslarından faydalanılarak bilgiler üzerinde “ düşünülmesi” mümkün hale getirilmektedir.
Şuurlu İmanın toplum hayatına tatbikinden hasıl olan toplum rejimine ise “ demokrasi” denir. Demokrasi üç bin seneye yakın bir zamandır dünyaya yerleşmeye çalışmaktadır. Fakat bu şuursuz bir demokrasidir. Türkiye’nin de halen demokrasi konusunda çok konuşulan bir ülke olması tertip(1) eseridir.(1: Semavi bir tertip). Karşılaşılan ve karşılaşılacak ( rejim ile ilgili) bütün hadiseler , Şuurlu İmannın toplum hayatına Şuurlu Demokrasi şeklinde yerleşmesini temin edecek hadiselerdir.
Bu bilgiler sadece bir insanın dini ihtiyacını kazanması için yapılması veya yapılmaması gereken şeyleri bildiren bilgiler değildir. Dünyayı Şuurlu Demokrasi bayrağı altında toplayacak bilgilerdir. Onun için de her şeyden evvel bu bilgilerin menşe’inin bilinmesi ve ondan asla şüpheye düşülmemesi gerekir.
Evvelce de söylediğimiz gibi ; yardımcı bilgiler hudutlu bilgilerdir. Aralarında hudutları zorlayanları ise :
a. Ya aslı olmayan fakat açıklanmasına ( denenme için)müsade edilen bilgilerdir..
b. Veya o bilgileri alanların kapasitelerini ölçerek denemek için bildirilmiş bilgilerdir.
Bu sebeple dikkat edilerek tetkik edilmedikleri taktirde yardımcı bilgilerin ana bilgiler zannedilmesi , tekamüldekilere aksama ve vazifelilere manevi zarar verir.
917.
AHLAK
Bir devleti hukuk devleti yapan , kanunlardan çok ahlaktır. Ahlak kaidelerinin çiğnendiği bir ortamda , kanunlar da ahlak sahiplerinin haklarını çiğner hale gelir.
918.
ADALET
Her tekamül yerinde , oranın şartlarına uygun bir adalet tezahür eder.
919.
HER ŞEYİ SEVENLER
Üst realitelerde , her şeyi sevenler, sevgi kademeleri içersinde yükselirler. Ayırdetmeden seven ve onu kendisi , kendisini o bilenler , en üst mertebeye erişmiş olanlardır.
920.
GAYE , SEVGİ , SEVEBİLME GÜCÜ
Tekamülün gayesinden evvelce de bahsetmiş ve “ tekamül vazifelerinin , robotlardan tekamül etmekte olan varlıklara devredilmesi “ demiştik. Bu , tekamülün gerçi bir gayesi , hem de çok yüksek bir gayesidir. Fakat sonu olmayan bir sistemde “tekamülün gayesi budur! “ diyerek onu sınırlamak Mutlak Nizama aykırı bir haldir. Şu halde , bir yüksek gayeden de geçilerek tekamülle erişilebilecek çok daha yüksek gayeler mevcuttur.
Tekamül eden varlıkla, her şeyi var eden arasında tırmanılması zor bir ip düşününüz. Bu ip “sevgi” ipidir. Sevgi , tekamülün her safhasında kendisini o safhaya uygun olarak gösterir. Ruhlar ise , tekamül ederek sevebilme kabiliyetlerini şuurlandırırlar. Bu ; tekamüldeki bir varlık için daima gelişen , gelişip tekamül ettikçe de güzelleşen bir tekamül faktörü , aynı zamanda da değişmez bir tekamül ölçüsüdür.
Per ise , tekamüldeki varlıklara sevmek , daha çok sevmek hissini aşılamakla vazifeli bir değerdir. Tekamüldeki bir varlık, tekamüle başladığı an , sevebilmek kabiliyet ve imkanlarına sahip fakat sevmemiş bir varlıktır. Tanrı tekamüle sevk ettiği varlıklarına kendi yüksek değerinden bahşetmiştir. Bu değerler , o varlıklara sevebilmek özellik ve imkanlarını güçlendirmek için verilmiştir. Tekamüldeki bir varlık kendinde mevcut herhangi ”bir” hassasını tekamül ettirerek gerçek aşka , sevgiye yükselemez. İşte şimdi bu çok mühim konuyu dünya realitesine göre , o Mutlak ve izahı imkansız olan’ın emirlerine uygun olarak anlatmaya başlıyorum...
Planların , tertiplerin ve ruha bağlı bulunan per’in tekamüldeki varlıklara çok çeşitli alanlarda değerler kazandırdıklarından bahsettik.
Bu değerlerin nasıl kazanıldığı , tekamüldeki bir varlığın bu değerleri kazanmak için neleri idrak etmesi , neleri de benimsemesi gerektiğini önceden söylemiştik.ilerde bu bahsi daha açık olarak tekrar izah edeceğiz.
Bizim burada asıl belirtmek istediğimiz şey ; ruhların pek çeşitli alanlarda denenmelerinin ve birbirlerinden pek farklı alanlarda değer kazanmalarının sebebinin ;
“ ruhları birbirlerine benzemeyen çeşitli sahalarda bilgi ve değer sahibi yapmak “ olmadığıdır. Bütün bu değerler , tekamüldeki varlığın sevebilme gücünü arttırabilmesi içindir. çünkü sevebilme gücü , teker teker kazanılan bu değerleri ihtiva etmesi (1) gereken ve ihtiva eden bir güçtür.( 1: ihtiva etmek : içermek).
Bir varlık “ iradesini” bu gücü kuvvetlendirebilmek için kuvvetlendirir. Bu varlık için “sabır” yine bu gücün takviyesi için lüzumludur. Kısaca; ayrı ayrı meziyetler (2) halinde tezahür eden değerler , hakikatte “ sevebilme gücünü” meydana getiren gücün birer elemanı halindedirler.( 2: meziyet : yararlı olan üstün değer; üstünlük , vasıf ; kıymet)
Ayrı ayrı toplanıp kazanılan bu değerler , ruhta artarak benimsendikçe , per vasıtası ile otomatik olarak bir birleştirilmeye ve tasnife (3) tabi tutulur (3: tasnif: sınıflama ; ayırıp, sıralayıp bölümleme) , neticede ; varlığın sevebilme gücü artar! Şu halde ; kazanılan bütün çeşitli değerler sevebilme gücünde toplanmaktadırlar.
Kısaca sevebilme gücü dediğimiz şey, tekamül yerlerinde , ahirette ve ahiret üstü maneviyat alemlerinde sevebilme gücü halinde tezahür eden tek değer, tek hadisedir. Mesela insan dünya şartlarına uygun olarak sevebilir. Her tekamül yerinin şartları o yerlerde tezahür eden sevgileri dıştan değişik gösterebilir. Mesela aile bağları, cinsiyet sevgide rol oynayan faktörlerdir. Fakat bu faktörler dünya şartlarına uygun olan bir sevgiye vasıta olabilirler. Diğer tekamül yerlerinde ise şartlar değişince sevginin dış görünümü de değişir.
Genellikle tekamül yerlerinde robotsuz sevgiyi tasavvur etmek çok zordur.nisbeten ileri bir tekamül yeri olan dünyada bile maddesiz bir sevginin olabileceği , ancak düşünülebilir fakat sevginin değer ve güzelliği asla tasavvur edilemez.
Ahirette de sevgi vardır. Fakat bu sevgi de ahiret şartlarına uygun bir sevgidir. Keza yüksek maneviyat alemlerindeki varlıkların sevgileri şu ana kadar sıraladıklarımızdan üstün değerdedirler.
İlk bakışta gerek şekil , gerek tarz , gerekse değer bakımından pek değişik gözüken bu sevgiler , hakikatte “ sevgi” adı altında tek bir değişmez noktada birleşirler. Sevgi nerede olursa olsun o ortamın şartlarından sıyrılarak düşünülürse , o vakit her meyvadaki sevgi çekirdeğinin birbirine benzediği görülür. Aradaki tek fark büyüklük farkıdır. Yani çekirdek diğerinden büyük veya küçük olabilir.
Sevgi çekirdeği , her tekamül yerinde “ değişmez fakat gelişen” özelliğini muhafaza eder. Onu tekamül yerlerinde değerlendirmeye yarıyan vasıtalarla tam olarak değerlendirebilmek mümkün değildir. O her tekamül yerinin şartlarına uyan kavramlarla da izah olunamaz. Şu halde sevgiyi herhangi bir tekamül yerinde o tekamül yerinin icaplarına uygun olarak büründüğü kabuğundan çıkarmaya ve onu çekirdek halinde öz değeri ile tekik etmeye imkan yoktur.
Parola ; “ sev de nasıl seversen sev” dir. Bu parola , dünya realitesine göre çok çeşitli değerlendirilebilir. Mesela bu parolayı tatbik etmek için bir genç sevdiği kzı kaçırmak pahasına katil olabilir. Hadise , mevzubahis olan insanların değerine uygun olarak tezahür eden bir hadisedir. Bir ölçü olan toplum realitesi , onun bu şekildeki sevmesini cezalandırır. Bu ceza ve cezadan sonra yaşayacağı hadiseler hep sevebilme gücünü arttıracak mahiyetteki hadiselerdir.
Sevgisi için adam öldüren katil işlediği cinayetin cezasını çekerken sevebilme değerini arttırır. Bu yolda ölen ise zaten bir şey kaybetmemiş , hatta cereyan eden hadiseler onun da sevebilme gücünün artmasında rol oynamıştır.
Her hayat planı , sevebilme gücünü arttırmak esasını gözönünde bulundurarak hazırlanır. Per’in müdahaleleri ise ruhun sevebilime gücünü arttırabilmesini sağlayacak mahiyettedir. Kısaca ; her şey sevebilmek ve daha çok sevebilmek içindir.
921.
İYİLİK VE SEVGİ
Yapacağınız her hareketi her şeyi iyilik için yapınız. İyiliği sevgi , sevgiyi iyilik haline getiriniz.
922.
İYİLİKLE YÜCENİLEN HAYAT
Dünya hayatının kısalığını ve geçiciliğini düşünmek , sana iyi olmayı ve ancak iyiliklerle yücenilen hayatı hatırlatsın.
923.
KİMSE KİMSEYE KÖTÜLÜK YAPAMAZ
Kötüler , kötülükleriyle başkalarının yücelmelerine yardımcı olur , iyilere bilmeyerek yardım ederler. Onlar yaptıkları fenalıklarla başkalarına yardımcı olanlardır.
Huylarını terketmeyen kötülere , iyiyi , doğruyu tanıtacak olan ; çeşitli azaplardır. Onlar , iyilik yolunda yükselebilmeleri için azaba ihtiyacı olanlardır! Tanrı , her kuluna iyiliği için lüzumu olanı eksiksiz ve fazlasız tam olarak verir.
924.
VAZİFE
Sizin vazifeniz dünayayı kurtarmak değildir. Vazifeniz , Adem’den yaşanan çağa kadar bu okulda olgunlaşmakta olanları üst kademelere hazırlamak, onları tekrar aynı okula devam mecburiyetinden kurtarmaktır.
Er geç kıyamet denen hadise zuhur edecek, üst kademeye geçmeye hak kazananlar , dünya okulundan mezun olacak ; bunu başaramayanlar ise kendilerine gereken değeri kazandıracak olan okula yeni baştan başlayacaklardır.
925.
HER ŞEY HAYIR
Kötüyü kötü görmeyecek , her şeyin hayır için olduğunu bilecek seviyeye erişenlerin önünde apaydınlık bir yol vardır.
926.
AHİRET HAKKINDA
Ahireti maneviyat alemleri çevreler , hudutlar. Ahirette bedensiz varlıklar , dünya ve benzeri yerlerdeki gibi denenirler. Ahiret hayatı ile robotlu hayatlar arasında zannedildiği kadar büyük fark yoktur.
Ahiret hayatı ile robotlu hayatlar (mesela dünya hayatı) arasındaki en büyük fark ; dünya ve benzeri yerlerdeki robota kuvvetle bağlı olarak yaşanmaktan doğan farktır.
Bu sebeple ahirette ruh ve per daha fazla tesir imkanları içindedirler. Burada belirtilmesi gerekli mühim bir husus şudur ki ; robotlu ortamlardaki ruhun ve perin , robotun ( maddenin) hakimiyeti altında görünmesine rağmen asıl robot ruh ve per’in hakimiyeti altındadır. Gerçi dünyada her şey madde süzgecinden geçerek ruha ve per’e ulaşır. Fakat bu , maddenin zoru ile değil sadece plan icaplarındandır.
Ahiret ile yüksek maneviyat alemleri arasında ise çok büyük farklar vardır. Mesela , maneviyat alemlerinden ahirete nüfuz edilebilir fakat ahiretten maneviyat alemlerine nüfuz edilemez.
Yüksek maneviyat alemlerinde , hatta ufak farkla ahirette zaman , mekan ve diğer kavramların karşılıkları vardır. Daha doğrusu asıllarına yakın olanlar oradadır. Mesela zaman kavramını gerçek değerine yakın bir değerde yaşamak , ancak maneviyat alemlerinde yükselmekle mümkündür. Dünyadaki kavramlar dünya ve robotlu mekan yerlerine uygun kavramlardır. Bu sebeple onlara “yok” denilemiyeceği gibi, maneviyat alemlerinde de “ aynı böyledir” denilemez.
Kısaca ; tekamüldeki varlıklar tekamül ettikçe , “ kavramları” , asıllarına daha yakın olarak tanırlar.
*
Per’in müdahalesi olmadan yaşanan ahiret hayatından notlar :
Bu hayatı , ahiret üstü varlıklar , herhangi bir sebeple ahirete nüfuz edince anlarlar. Bu varlıklar için ahiret hayatı yüksek manevi hayatlarından pek farklı olmaz. Örnek olarak , yüksek ruhlu bir insanın medeni bir şekildeki hayatı ile ilkel bir köydeki hayatı arasındaki farkı gösterebiliriz. Medeni ve kültürlü bir insan köye gidince kültürünü de beraberinde götürmüştür. Civarını saran gerilik onun değerine tesir etmez.
Ahiretteki bir varlık per müdahalesi olmadan ( ahiret seviyesine uygun olarak) tahayyül ettiklerini yaşar. Bu , ruhun ahiretteki manevi robot değer ve varlıklara yapmış olduğu tesirlerle mümkün olan bir haldir. Kısaca , böyle bir varlık ahirette düşündüğünü , arzu ettiğini, oranın imkanlarına göre yaşar.
Ahirette de bir mekan ve zaman mevcuttur. Maddesel ölçülerle değerlendirilemeyen , mekan ve zaman ile izah olunamayan haller dünyada da mevcuttur. Mesela sokağı aydınlatan bir elektrik ampulünün aydınlığının kaç metreküplük bir hacime yayıldığı tam olarak izah olunamaz.. buna da sebep ; ışığın diğer maddelerden daha ince oluşudur ve buna; “ ışıkta maddenin esasını oluşturan manevi robot değerler daha fazla tezahür ederler” de denilebilir.
Ahiretteki durum ise bu halin dünyada karşılaşılmasına imkan olmıyacak kadar incelmiş halidir. Ahirette şaşırtıcı olan bir hal de , gitmek istenilen yerin isteyene doğru hızla yaklaşmasıdır. Ahirete geçenler bu hadiseyi böyle yaşadıklarını hissederler.
Per’in müdahalesi olmadığı zamanlar bir ruh , arzu ettiği varlıkla , arzu ettiği anda karşılaşabilir. Fakat ruhlar her varlıkla karşılaşmayı arzu edemez , hatta hatırlayamazlar. Arzu edilip de karşılaşılan bir varlığı ise istediği şekillerde tahayyül edebilirler.
Maneviyat alemlerinde bir varlığın aynı anda birçok varlıklar tarafından aranması ve onlarla bir araya gelmesi “ robota” bağlı olmadıkları için kolayca mümkün olan bir haldir.
Maneviyat alemlerinde varlıkları değerlendirme veya bir varlığı tezahür eden bir varlık halinde yaşatmada ; değerlendiren varlığın rolü çok mühimdir. Çünkü orada bir ruh , diğer bir ruhu kendi değeri kadar değerlendirebilir. Dünyadaki değerlendirmelerle ahiretteki değerlendirmeler arasında çok büyük ve adeta zıt görünümlü farklar vardır. Ahiretteki ruhlar bir şeyi değerlendirmekle kendi değerlerini ortaya koyarlar. Bu daima onların değerlerini ölçebilmeleri için bir ölçüdür.
Yüksek ruhlar arasında ise sadece , dünyada bilinip yaşanmasına, tanınmasına imkan olmayan bir “sevgi” mevcuttur. Hatta dünyada nefes almadan yaşanamıyacağı gibi , orada da sevmeden yaşanamaz.
Dünyadaki sevgiler oraya kıyasla sevgiden ve muhabbetten ne uzak şeylerdir. Birçok varlıkları ayırdetmeden büyük bir sevgi ile sevmek , adeta onların varlıklarıyla kaynaşmak , tek sevgi haline gelmek .. Ve tasavvuru izahı imkansız bir AŞKLA sevmek..., ona gölge düşürecek bir şeyin mevcut olmasının düşünülmesine imkan olmayan bir ortamda , aşkla sevgiyle kaynaşmak...
Bu dünyanın en büyük sevgileri ile dahi izah edilemiyecek güzellikte bir aşktır. O aşk , ne kadar anlatılırsa anlatılsın , tarif edilemez.
Yüksek maneviyat alemlerindeki varlıklar kendilerinden daha az değerdeki varlıkların değerleri hakkında bilgi edinebilmek istediklerinde ; onlarla temasta iken , kendisini nasıl gördüklerini görmek isteyerek , o varlığın kendisini nasıl tahayyül edebildiğini, o basit varlığın kendisine verdiği değerle görebilir ve bu yolla onların değerleri hakkında bilgi edinilebilir.
Sevincin nasıl paylaşıldığı, konuşulmadan nasıl anlaşıldığı , tam samimiyet ve dostluğun ne olduğu orada görülebilir. Dünyanın ne kadar ışıksız ve hareketsiz olduğu , hakiki zenginlikler içersinde aşkta yüzenlerle kucaklaşış , orada hissedilebilir.
İlerde yavaş yavaş , zaman , mekan ve diğer ayrı ayrı kavramların gerçekte tek kavram halinde olduğunu görecek ve yaşayacaksınız.
927.
KÜÇÜK İNSAN
Küçük insanlar , maddeye sımsıkı bağlı şeylere rağbet gösterirler. Madde kazanmak , madde sevmek isterler. Onların bu yoldaki eğilimlerinden , realiteleri yükseltici birçok hadise doğar.
Bu hadiselerin gayesi , geri insanları daha üstün değerlere ulaşabilmiş olanların yönünde yüceltmektir.
928.
YARADILIŞTAN BERİ VAR OLAN
İnsanların duyabilecekleri arzu ve zevkler , yaradılıştan var olan şeylerdir. Tıpkı düşünce ile ulaşılabilecek hedeflerin düşünen tarafından bulunmadan önce mevcut olduğu gibi.
929.
HER YERDE , HER AN HADİSE , HAREKET
Dünyada her an , her yerde hadiseler cereyan etmektedir. Hadise olmayan an veya zerre mevcut değildir. Hatta her zerre hadiselerden meydana gelmiştir.
En basit maddenin varlığında dahi hareket vardır. Manevi hadiseler ise çeşitli yönlerde tesirlerini gösterirler, belirirler. Kısaca , hiçbir zerre mevcut değildir ki bir anı hadisesiz, hareketsiz geçirsin.
Durduğu zannedilen bir maddenin harekete geçmesi veya harekette olan olan bir cismin hareketsiz gözükmesi de hadisedir. Fakat gerçekte duran , atıllaşan (1) tek bir zerre yoktur. Maddeyi , cismi insanlara durur gösteren ise , o madde veya cisimdeki hareketlerin dengeye gelmesidir. Hareketlerin eşitlenmesinden , dengeye gelmesinden atalet hasıl olur. (1: atalet: atıllık, durgunluk , statik durum) .
Harekette olan bir cisimdeki hareketleri iki esas kısıma ayırarak düşünebiliriz. Bunlardan birincisi , cismin dahilinde yani cisimdeki hareketlerdir. Mesela atom veya elektronlardaki hareketler gibi. İkincisi cismin başka bir cismin içinde veya üstündeki hareketisir. Fakat bu , hareketin görünüşe göre ( zahiri) izahıdır. Çünkü her cisimde yukarıda söylenen her iki hareket de mevcuttur. Ve bu hareketler tıpkı hadiseler gibi iç içe zincirleme denilerek tarif olunabilir. Şu halde ;
1. Her cisimde iki esas hareket mevcuttur.
2. Her cisimde o cismi meydana getiren basit elemanlar hareket ederler . Buna cisimdeki iç hareket denir.
3. Her cismin haricinde o cisimle temas halinde bulunan başka bir cisim veya madde mevcuttur ( hakikatte , “ maddeler” mevcuttur. Çünkü cismin haricindeki harekette olan cisim de basit değil , bileşik bir cisimdir.)
4. Bir cismin dışındaki onu saran veya ona temas eden bir cismin hareketsiz duruşu ; o cisimdeki hareketlerin dengede oluşudur.
Cisimler hareketsiz halde iken bile harekettedirler. Bir cismin harekete geçmesi ise bu dış hareketlerin dengesinin bozulması ile mümkündür. Yani bir cisim dengeli halde hareketsiz durmakta ise :
a. iç kuvvetler dengededir.
b. Dış kuvvetler de dengededirler veya o cismi yerinden oynatamıyacak güçtedirler. Mesela rüzgarın duvarı yıkmaması gibi.
Cisimler arasındaki münasebetler , bütün maddi varlıkların iç içe olmaları ve bu varlıklar arasında şua alışverişleri bulunması sebebiyle çok çeşitlidir.
Cisimlerin birbirlerini çekmelerine “maddi cazibe” denir. Manevi varlıkların birbirlerini çekmelerine ise “manevi cazibe” denir.
Maddi cazibeleri meydana getiren ve maddeyi maddeye çektiren , o maddelerdeki manevi cazibe gücüdür. Cisimlerde maddi cazibe fazla tezahür edince , manevi cazibe belirsiz bir hal alır. Hakikatte ise maddi cazibelerin kuvvetle tezahür edişi manevi cazibenin gücünden hasıl olan bir sonuçtur. Fakat maddeli ortamlarda bu hal anlaşılamadığından bu güç maddeye atfedilir.
Kaba maddelerin inceldiği yerlerde mesela uzayda , maddi cazibenin , yani kaba maddeden hasıl olan cazibenin tesiri azalır fakat manevi cazibe fazlalaşır. Mesela bu sebeple uzayda madde maddeyi kuvvetle çekmemeye başlar , buna karşılık manevi güç bir sistem, bir kanun veya bir iradenin tesirleri , gözle görülür hale gelir.
Madde kainatında maddenin ince olduğu yerlerde maddeleşmiş cazibe az , fakat sistem ( nizam) halinde tezahür eden manevi cazibe , kendisini daha fazla hissettirir haldedir.
930.
AŞK VE SEVGİ İÇİN YAŞANIR..
İnsan dünyada pozitifler ve negatifler nizamına uygun olarak AŞK talim eder!. Bunun için de ( sadece robotlu ortamlarda tatbik edilen ) “ aile” den istifade edilir.
Aile bağı ve aile bireyleri arasındaki sevgi, insanları , maneviyat alemlerindeki yüksek aşk ve sevgiye hazırlar. Maneviyat alemlerindeki ; pozitif ve negatifsiz, cinsiyetsiz , maddesiz , robotsuz yüksek aşkı, tekamüldeki varlıklar değerlendikçe daha fazla hissederler.
Aşk adeta bir değer ölçüsü olarak tezahür eder. Ruhlar yükseldikçe sevmek , daha çok sevmek imkanlarına erişirler!... büyük , büyük olduğu kadar da ulvi aşk; robottan , menfaatten uzak, sevmek için , sadece sevmek için sevenlerin ve karşılık olarak hiçbir şey , hatta , sevilmek bile düşünmeyenlerin tadabilecekleri bir sevgidir.
Tekamülün izah edildiği bilgilerde sevgi zirvedir. Sevgiyi idrak etmek ise mümkündür. Fakat bu idrak , sevme halinde tezahür eden ve robotlu ortamlarda tadılmasına , tanınmasına imkan olmayan bir sevgidir.
Dünya ve benseri yerlerde cereyan etmekte olan hadiseler , her şey, hatta tekamül bile bu sevgiyi arttırmak içindir. Dünyada cereyan etmekte olan bütün hadiseler , hatta Mutlak Nizam , bu sevginin tekamülü göz önünde bulundurularak tanzim edilmiştir. Mesela ; bir çocuk doğar , anayı babayı sever , ana baba da çocuğunu severler. Bu hal , madde vasıta edilerek sevgi aşılama aşamalarından biridir.
Gençler gençlere karşı aşkla bağlanırlar. Burada da maddi güzellik , realite , menfaat ve birçok faktör ve hadiseler rol oynar. İhtiyarlık ise , insanların maddeden çok manevi değerlere kıymet vererek sevdikleri bir devirdir ki , yüksek aşka en yakın sevgileri ihtiyarlar otomatik olarak talim ederler.
Daha önce tekamülden bahsederken gayesinden de bahsetmiş ve tekamülün gayesinin ; tekamüle sevk olunan varlıkların değerlenerek robotların yürütmekte olduğu vazifeleri devir almalarıdır demiştik. Tekamüldeki varlıklar ise , değerleri oranında sevebilirler. Tekamüldeki bir varlık, sverek değerlenen , değerlendikçe de sevme kudreti artan bir varlıktır.
Dünya ve benzeri tekamül yerlerindeki sevgiler , hakiki sevgiye alıştırıcı , yetiştirici , yükseltici mahiyetteki sevgilerdir. Her tekamül yerindeki sevgi , o tekamül yerindeki esas ana robot (madde) esasına uygun olarak tezahür eden sevgidir.
Tekamüldeki varlıkların tekamül yerlerinde denenerek bazı ruhi eksikliklerini giderdiklerini ve tekamül ettiklerini biliyorsunuz. Bu eksiklikler , görünüşte başka başka şeylermiş gibi gözükebilirler. Mesela irade eksikliği , tembellik , şefkatsizlik halinde tezahür edebilirler. Bu ,dünya realitesine uygun bir teşhistir. Varlığın kazanması gereken tekamülle ilgili bir değer vardır. Bu değeri kazanabilmesi için o değerin dünya ve bulunduğu tekamül yerinin şartlarına göre ayar edilmiş olması gerekir. Mesela aslında varlığın tembellikle alakası yoktur. Fakat onun lüzumlu olan değeri kazanabilmesi için dünyada tembel bir hayat geçirmesi ve tembel bir insanın karşılaşacağı zorluklardan faydalanarak değer kazanması gerekir.
İşte çeşitli yol ve tarzlarda elde edilen değerler , ilk bakışta zannedildiği gibi ruhu birçok alanlarda değer sahibi yapmak için değildir. Çünkü ruhlarda bütün değerler bir noktada toplanır. Buna ; bir nokta bütün değerleri de ihtiva ede denilebilir.
İşte her ruhta çeşitli değerler halinde tezahür eden kıymetlerin toplanması ;
O RUHUN SEVEBİLME DEĞERİNİN YÜKSELMESİ içindir.
Öyle hadiseler vardır ki , ilk bakışta sevgi duygusunu takviye değil , bilakis zedelediği zannedilir. Halbuki hadiseler zinciri tetkik edilirse , bu gibi hadiselerin de sırf sevme gücünü arttırmak için yaşandığı anlaşılır.
Mesela bir insan sevme gücünü arttırmak için hain bir karaktere bürünmüş olarak dünyada yaşamaktadır. Bu insan kötülük yapmaktan , hatta öldürmekten zevk dahi alabilir. Fakat bir insanın zevk aldığı kötü şeyleri serbestçe yapabilmesine toplum kaideleri izin vermez. O ise , buna rağmen hunharlığını devem ettirmek isteyecektir.
Şimdi bu kişinin bir insanı öldürdüğünü düşünelim. Ölenin , zannedildiği gibi , bu dünyadan zarar görmüş olarak ayrılmadığını biliyorsunuz. Fakat öldürene cinayetten sonra yapılan suçlamalar , verilen cezalar onu sevgiye alıştıracak karakterdeki hadiselerdir. Çoğunlukla , katiller, birçok cinayetler işlemiş dahi olsalar , cinayeti işledikleri andan idam sehpasına gidinceye kadar çok şeyler kazanırlar. Kazandıkları bu değer onları eski hallerine nazaran daha iyi hale getirmiştir. Bu sebeple çoğu katiller idam edilirken pişman olmuş , değer kazanmış insanlar olarak dünyadan ayrılırlar. Fakat iş orada bitmez. İşlenen cinayetin hesabı ahirette per vasıtası ile sorulur.
Gerçi onun değer kazanması için dünya hayatı boyunca hunhar bir adam olarak yaşamasına per göz yummuştur. Fakat o bu hunharlığı iradesi ile yenebilecek güçlere de sahiptir. Onları kullanmakta zayıflık göstermesi , ona suç işleten sebeplerdir. İşte per suçluyu bu noktadan ve “ insana taşıyabileceğinden fazla yük vurulmaz” esasına dayalı olarak yargılar.
Görülüyor ki hunhar yaradılışta dünyaya gelen bir ruh için değer , başlıca iki yoldan kazanılabilir :
1.İradesi ile hunharlıktan sıyrılmaya çalışması ile ki ; bu , dünya realitesine göre yapılması gereken şeydir.
2.Hunhar bir hayat geçirerek lüzumlu olan değerlerin kazanılması ki; bu , ruhun değer kazanmakta gösterdiği liyakatsizlikler sebebi ile birçok azab ve ıstıraplar içersinde o değeri kazanması demektir.
Birincisi iyi , ikincisi fena yoldur. Birincisinde de , ikincisinden de kazanılacak değer , ruhun kazanması icab eden değerdir. Şu halde değer aynı değerdir ve biri iyi diğeri fena olan iki yol yine bu değerde birleşir. Fakat bir tanesinden o değere sür’atle , güzelliklerle ve hoşa giden yardımlarla ulaşılır. Diğerinden de zorla , fena hadiselerle karşılaştırılarak ezici zor yollardan erişilir.
Şu halde ruhun ana planında kazanılması gerekli bir değer söz konusudur. Tali planda ise bu değere götüren yollar belirtilmiştir.ruh değer ve liyakati ile bu yollardan birini seçebilir. Kısaca ; değere , çabuk ve güzel yollardan veya azap ve ıstıraplar içerisinden geçilerek ulaşılabilir.
Planlarda ulaşılması gereken değerler çok çeşitli görünüşlüdür. Fakat bütün ruhları ilgilendiren Mutlak bir Plan vardır ki , orada bu hedef kesin ve basit olarak gösterilmiştir.
Mutak Planda bütün ruhların ilerlemekte oldukları yön ise , SEVGİ ve AŞK yönüdür. Bu yön her şeyi herkesten çok sevebilenin , “ izahı imkansız sevgi kaynağı”nın yönüdür.
Şu halde görülüyor ki ruhlar sadece ve sadece “ daha çok sevebilmek “ için değer kazanmaktadırlar. Değer , sevebilmekle ; daha çok sevebilmek ise , çeşitli yollardan kazanılan değerlerle mümkündür. Değer kazanmak ise bilgi kazanmak demektir. En yüksek ruhlar , değeri de, bilgiyi de , tekamülü de , sevgi halinde yaşayabilen ruhlardır.
931.
AYRILIRKEN
Dünyadan ayrılırken beraber götürebileceğiniz şeyleri kazanma yolunu tutun. Bunu yaparken de günahla yüklenmemeye bakın.
932.
EBEDİ
Dünya hayatında bulunmasına imkan olmayan ; ebediliktir. Fakat bu hayat sizi ebedilik içersinde yücelmeye hazırlar.
933.
GEÇİCİ
Ebedi olanı örten geçiciliğe lüzumundan fazla bağlı olmak insanı mahva götürür. Ebedi olan ise , herkeste bir olan , her şeyi birbirine bağlayan ve bir edendir.
934.
KARŞI CİNS
Dünya şartları , sevgi ve alaka bağlarının birbirine girift olarak düşünülmesine çok uygundur. Yine dünyada maddi alaka bağlarından , SEVGİ değerinin arttırılması için faydalanılır.
Mesela , cinsi alaka ve münasebetlerin hepsinde maddenin dolayısıyle de alaka bağlarının ( şualarının) rolleri çok büyüktür. İnsanlar yayımladıkları maddi şuaların manevi şualarla karşılaşmasından hasıl olan his ve düşüncelerle bazı davranışlar içine girerler ki bu davranış ve arzular içinde dünya realitesine göre normal olanı ; kadının erkeğe, erkeğin de kadına karşı alakasıdır. Buna aşk veya sevgi de denilebilir. Fakat hakikatte bu , asıl sevgiye yükselinmesi için lüzumlu olan basamaklardan başka bir şey değildir.
Egoizm de , sevginin gelişip şuurlanmasında rol oynayan bir tekamül özelliğidir. Bu hal tekamülün geri safhalarında kuvvetle görülür.
Bir insanın biraz da başkalarını düşünmeye başlaması “aile”ye değer vermesi ile başlar. Bu insanın kendi hakları kadar başkalarının haklarını da düşünebilmesi hatta bunun böyle olduğuna ve yapılması gerektiğine inanıp, benimsenmesi , tekamülün ileri safhalarında görülen bir haldir ki bunun layıkıyle gerçekleşebilmesi için ; Şuurlu İmanın kökleşmesi şarttır.
Bir ruh , tekamül planı icabı dünya planında erkek olması gerekiyorsa erkek olarak dünyaya gelm,iştir, aksi taktirde ise kadındır. Yani kadınlık veya erkeklik dünyada başlayan , dünya hayatı boyunca devam eden ve dünyada biten bir haldir. Tekamül ederek insanlık mertebesine yükselmiş olanlar için kadın ve erkek , “insan” da birleşir. Tekamül etmiş bir varlık için de kadın da her şeyden önce bir insandır.
Hakikate yakın bir idrak da bunu icab ettirir. Çünkü (+) ve (-) sisteminden doğan , kadın ve erkek denilen varlıklar sadece robotlu ortamlarda görülebilen geçici , geçici olduğu kadar da mühim bir haldir. Çünkü dünyada kadın olarak yaşıyan bir insan kadınlığın gereklerine uyarak , erkek olarak yaşıyan varlık da erkekliğin gereklerine uyarak yaşar.
Kısaca , kadın ve erkek farkı ; güzel ile çirkinin , olumlu ile olumsuzun , aydınlık ile karanlığın yani + ve – nin bulunduğu yerdedir. Ahiret hayatında birçok bakımlardan dünya hayatında rastlanan , + ve – den hasıl olan hadiseler vardır. Orada da ceza ve mükafaat , iyi ve kötü mevcuttur.
Ruhlar ahiret üstü mertebelere erişince , + ve – ile denenmek ihtiyacını da terk ederler. Yüksek ruhlar için bir “kül” mevcuttur. Bu kül ise ne olumlu denilerek , ne de olumsuz olduğu söylenerek izah olunabilir.
Bu mertebedeki bir varlık , artık herhangi bir varlığa , bir pozitif veya negatif ilgisi olmaksızın alaka duyar. Onun için , pozitif de , negatif de birdir. Ve geri varlıkların pozitif ile negatif arasında buldukları fark onun için yoktur. O varlık, erkek ve kadın arasındaki gibi artı ve eksiler arası cazibeyi , eğilimi hissetmez. O , artı kabul edilen bir cinsiyette ise , eksi kabul edilen cinse karşı özel bir çekim , sevgi veya alaka duymaz. O artıyı da, eksiyi de sadece varlık olarak tanır ve SEVER.
Varlıklar bu mertebeye + ve – hakkındaki his, düşünce ve duygularını yaklaştıra yaklaştıra , uzun tekamül devrelerinden sonra erişebilirler.
+ addedilen bir varlığın , - addedilen bir varlık veya hadise karşısında , hislerini , Mutlak Tekamül Nizamına gerçekten uygun olarak ayar edebilmesi için o varlığın çok , ama pek çok uzun tekamül devreleri geçirmesi gerekir. Bu müddet, ömürler boyunca devam eder ve varlık , hisleri ile , yaşadığı ortamin şart ve realitelerine uymak için mücadele ede ede , + ve – baskısından kurtulmaya çalışır.
Bir varlığın ahiret üstü bir hayata yükselebilmesi için ; (+) ve (-) baskısından , bu baskıdan hasıl olan his ve eğilimlerden kurtulmuş olması gerekir.
Şimdi , ahiret safhasını aşmış bir varlığın herhangi bir sebeple bir tekamül yerine inmiş olduğunu düşünelim.böyle bir varlık bulunduğu ortamın gereklerine uyar ve sun’i bir + , - baskısı altına girer. Bu baskı ona , bulunduğu ortamın robotu (1) ile bağlanmış bir baskıdır.( 1: dünyada madde). Mesela ahiret seviyesinin üstüne çıkmış bir varlık dünyaya inerse , o varlık dünyada kaldığı sürece, dünyadaki diğer insanlar gibi madde ile bağlı ; böyle olduğu için de +,- tesirleri altında yaşar.bu hal dünyadan ayrılıncaya kadar devam eder.
Böyle bir varlık, +,- tesirleri altında bile diğer insanlardan farklı ve daha ölçülü hatta ilgisiz olabilir. Fakat planı ve göreceği vazife onun +,- ye karşı kuvvetle bağlanmasını gerektiriyorsa öyle de olabilir. Böyle bir varlığa , tekamül yerinde ( mesela dünyada) kaldığı sürece onunla olarak bu imkanları hazırlayan ; per’e benzeyen bir “ manevi değer”dir.
Gerek per ve gerekse bu manevi değer , madde gibi robot sayı ve ölçülerine sığmadığı için onlara çoğul olarak “değerler” gözüyle de bakılabilir. Nitekim tatbikatta çeşitli alanlarda çeşitli tesirler icra ederler ve “değerler” halinde tezahür ederler. Fakat biz onlara basitçe , per veya robot manevi değer demekteyiz.
935.
BİLGİLER HAKKINDA
Bilgilerden şuurla faydalanabilmek için :
1. Bilginin menşe’inin bilinmiş , denemiş bir menşe, olması
2. Bilginin Mutlak Tekamül Nizamına ve Şuurlu İman esaslarına uygun gayeler için alınmış olması...; şarttır.
Bilgi ancak , çözülmek istenen , tekamül ile ilgili bir problemin aydınlanması için istenebilir. Mesela herhangi bir problem düşününüz. Şayet o problem çözülürse insanlık ondan faydalanacaktır, fakat onu çözebilmek mevcut dünya imkanları ile mümkün olamamaktadır. Elden gelen her şey yapılmış fakat maneviyat alemlerine uzanılmadan bu problemin çözümüne ulaşılamamıştır.
İşte ancak bu taktirde ilmi problemleri çözmek için ruhi araştırmalardan faydalanılabilir.
Yoksa bir işin sonucunu kolaylıkla almak istemek ve bunun için de maneviyat alemlerinden yardım beklemek yanlış ve Mutlak Tekamül esaslarına aykırı bir girişimdir.
Şuurlu İmanın esas(ana) bilgileri olan bu bilgileri de biz yazdırıyoruz. Buna da sebep ; dünyadaki maddi imkanlarla bu bilgilere erişilemiyeceğidir. Halbuki bu bilgiler Şuurlu bir İmanın yerleşebilmesi için lüzumlu bilgilerdir. Şayet insanlar şuurlu bir imanı , mevcut dünya imkanları ile temin edebilecek olsalardı ve bu imkanlar dünyada mevcut bulunsaydı ; biz bu bilgileri vermez ve beşeriyetin kendi liyakati ile dünya imkanlarından faydalanarak Şuurlu İmanı idrak etmelerine müdahale etmezdik.
Hazır bilgi alındığı gibi bir zanla “ ruhi bilgi çalışmaları” Mutlak Tekamül Nizamı’na aykırı gibi gözüküyorsa da , menşe’i dünya üstü olan yüksek bilgiler , ancak ve ancak , dünyada elde edilemiyecek bilgilerin verilebilmesi için kullanılır.
936.
MADDESİLİKTEKİ HÜRRİYET
Beden içindeki ruhlar , yumurta içerisindeki civcivlere benzerler. Kabuk içerisindekilerden hak edenlere , maddesizlikteki hürriyeti tattıran ilk olay ise ölümdür.
937.
KİN
Siz putları uzaklarda arasınız. İçinizi kavuran kinin , asıl terketmeniz gereken put olduğunu kolay kolay bulamaz , bulsanız bile ondan uzaklaşamazsınız.
938.
BİLGİ , İLİM , İSPAT VE TANRI
Ruhi metotlarla elde edilen veya elde edildiği zannedilen bütün bilgiler ister doğru , ister yanlış , isterse doğru kabul edilebilecek bilgilere taban tabana zıt olsun ; yine de tekamülde oynayacağı rolü oynar. Zaten bütün bilgiler , hatta insanlar arasındaki ilişki ve konuşmalar dahi tekamülde rol oynamaktadırlar.
İnsaniyet daima doğru zannettiklerinin yanında yanlış olduğuna inandığı bilgileri bulmuş, bunların mukayese ve münakaşalarını yapmış, zaman zaman birbirlerinin zıddı zannedilen bilgi ve fikirlere inanılarak bu yolda mücadelelere girişmiş ve beşeriyet bütün bu birbirini takip eden , sebeplerini dahi hissedemediği bir tertibin eseri olan hadiseler arasında tekamül edip ruhen değerlenebilme imkanlarına sahip olabilmiştir.
Din devri boyunca devam edegelen bu “tertip”, beşeriyetin realitesine uygun olarak değerlendirilmiştir. Din devri , tekamül sağlayan bilgilerin nitelikleri hakkında , Şuurlu İman devrinde olduğu gibi pek derinlere inilmesini icab ettirmeyen bir devirdi. Bu sebeple , esas(ana) bilgiler en yüksek tertip sonucu korunmuş ve o bilgilerden sağlanılacak faydalar hususunda birçok yardımlar yapılmıştır.
Gerçi Şuurlu İman devri bilgileri de korunmaktadır. Fakat bu bilgilerin neden ve nasıl korunduğunun Şuurlu İman esaslarına uygun olarak izah olunması gerekmektedir. Çünkü şuurlu bir iman , her şeyden önce dayandığı ana bilgilerin menşe’inin izahıyla başlar.
Her ne kadar bu bilgiler de din devri bilgileri gibi , kendi değerini yine kendisi ortaya koyacak kudretteyse de ; yine de bu bilgilerin neden alındığının izahı lüzumludur. Bu lüzumu bilim hazırlamıştır. Bilim, din devrinde tekamül etmiş ve yine din devrinde Şuurlu İnanç ihtiyacının hissedilmesine yol açmıştır.
Bilim doğup gelişmemiş olsaydı , İnsanlık şuurlu bir imana ihtiyaç hissetmiyecekti. Hatta felsefenin ihtiyaç halinde hissedilmesi , Şuurlu İnanca olan ihtiyacın başlangıcıdır. Felsefi ve bilimsel bilgilerin , akla, mantığa , deney ve gözlemlere dayalı bilgiler olması ; insaniyeti , inancını kontrol etmeye hazırlamış, ispat ihtiyacının doğmasına sebep olmuştur.
İlim , ispatı destekler ve “bilimsel ispat”a değer verir. Halbuki Şuurlu İman için bu yeterli değildir. Çünkü taassup haline getirilmiş olan “ispat”ın ispatladığı tek şey ; dünyada hiçbir şeyin en doğru halinin ispat edilemiyeceğidir!
Herhengi bir şeyi en doğru şekilde ispat edebilmek için , Mutlak Realitenin üzerine çıkmak gerekir. Bu ise ancak Tanrıya mahsustur. Fakat her raeliteyi ve o realitenin doğruluğunu ispat edebilecek fikirler vardır.
Herhangi bir realite için daha aşağı realitelerin fikirleri ne kadar yanlışsa, daha üstün realitelerin fikirleri de hemen hemen o kadar yanlıştır! Şu halde “ispat” ve “realiteler” arasında bir bağ vardır. Ve her realite , herhangi bir şeyi ispat etmek için değerine uygun yol ve metotlara maliktir. Böylece”doğru” da, “ispat”da , “realite”de daima değişebilirler ve nitekim değişmektedirler.
En doğru ve en üstün bilgilerin toplandığı nokta , Tanrının Mutlak Varlığıdır. Bu tek nokta bütün hakikatlerin , en yüksek bilgilerin hatasız olarak ve en güzel şekilde anlaşıldığı , izah edildiği noktadır. Bütün bilgiler , varlıklar ve varlıkların ait olduğu realiteler ise bu Mutlak Varlığın Nizamı içerisinde ve onun uygun olarak değerlenirler.
Yukarda her şeyin zirvesinin Mutlak Varlıkta birleştiğini , bütün hakikatlerin zirvesinin Mutlak Varlık olduğunu söyledik. Fakat Mutlak Varlıkta bütün hakikatlerin birleşmesini , kısaca; Mutlak Varlığın , Mutlak Varlık halinde tezahür etmesini isteyen , üstün , izahı imkansız bir değer , bir varlık , bir kudret , her şeyi var eden mevcuttur. Fakat bu izahı imkansız büyüklük , varlıklar için , herşeyin bittiği tek noktanın , “Mutlak Varlığın” çok üzerindedir. Bu sebeple O’nun bilgisine “bilgi” denemez! Çünkü o bilgi bütün bilgilerden üstündür. O’nun kudretine “kudret”(1) denemez. (1:kudret :güç). Çünkü istisnasız bütün varlıkların en üstün kudret olarak ancak ( biraz olsun) tasavvur edebilecekleri kudret , Mutlak varlığın kudretidir. Bu kudreti de ancak tekamülde çok yükseklere erişebilmiş pek ender varlıklar biraz olsun tasavvur edebilirler.
Kısaca , istisnasız bütün varlıklar için Mutlak Varlığın üstünü ve Mutlak Varlığın , Mutlak Varlık olarak tezahür etmesini isteyen değerin zerresini bile tasavvur etmeye imkan yoktur. Çünkü O, bütün düşünülebilenlerin ve tasavvur edilebilenlerin çok üstündedir.
O düşünülemez fakat onun kurduğu nizam öyle bir nizamdır ki, O bütün var ettiklerini “ her zerresine kadar” istediği gibi tetkik edebilir. Kısaca O’na erişilemez ; fakat O, her tarafa , her şeye erişir ve izahı imkansız değer ve kudretiyle her şeye her şeyden çok yaklaşabilir.
Bu sebeple O, bilgi verirken meleklerini vasıta ettiği gibi , isterse doğrudan doğruya da bilgilerini verebilir. Bu O’nun için çok kolaydır.
Özetle ; Tanrı her şeye erişen , her şeye kadir olan fakat asla erişilmesine hatta biraz olsun düşünülmesine imkan olmayan büyüklüktür. Onun eriştikleri ise asla ona erişemezler. Her şey onun büyüklüğü yanında zerreleşir , kaybolur. O , her varlığın , huzurunda eriyip kaybolduğu büyüklüktür..
939.
SPOR
Her çeşit mücadelenin spor düşüncesindeki gibi değerlendirilmesi gerekir. Çünkü spor kötülük düşünülmeden kazanılması gereken bir mücadeledir.
Mücadele aslında daha doğrulara ulaşılması için geçirilmesi gereken yoldur. Bu yolda hırsla ve hak yiyerek emeklenir ; erdemle yükselinir. Hiç şüphesiz ki erdem her bakımdan yüceltici olandır.
940.
HAKİKİ DEĞER
İyi olduklarına inanılanları yapmak , fena olduğuna inanılanları yapmamak gerekir. İnsanlar fena şeyler yaptıkları için değil , fakat fena olduğuna inandıkları şeyleri yaptıkları için azaba yönelirler. Ahirette çekilen azaplar , yapılan fenalıkların karşılıkları değil ; fena olduğuna inanıldığı halde yapılan icraatın karşılıklarıdır.
İnsanlara iyi veya fena olan şeyleri vicdanları ve toplum realitesi bildirir. Kanunlar , kaideler , usuller toplum realitesini izaha yarayan faktörlerdir. Dünya ve benzeri tekamül yerlerinde nizamlar ve o yerlerin bünyeleri , iyi ve fena’yı meydana getirir.
Dünyada faydalı ve zararlı olabilen bir “ateş” mevcuttur. Ateşe itilen insan ise yanar ve dünya realitesine göre bu , yapılmaması gereken bir iştir. Oysa ,ısınmak için ateşten faydalanılabilir. Bir insanı ateşe atmak fena , bir fakire yakacak temin etmek ise iyidir ; çünkü iyiliktir. Bu ve buna benzer değerlendirmeler tamamen dünya ve madde ile ilgili değerlendirmelerdir. Çünkü başka tekamül yerlerinde ne ateş vardır, ne ısınma , ne de ateşten yanma ; fakat orada da acı ve ıstıraba sebebiyet verdiği için sakınılanlar veya sevilenler yine mevcuttur.
Bütün bunlar ara gayelerdir , asıl gaye ise kötünün idrakı ve iyiye olan yöneliştir. Tekamül yerlerinde asıl değerlendirmeye idrakla yaklaşılır. Ruhlar , tekamül yerlerinde , kendilerine değerlenme imkanı verecek şeyleri toplarlar. Bu toplananlar Tekamül yerinin karakterine uyan değerlerdir. Bu değerlerin , kaba robotlu ortamlardan uzaklaştıktan sonra , manevi planlardaki gerçek halleri çok daha güzel, daha şuurla idrak olunur cinstendir.
Tekamül yerleri , değerlenmek imkanları sağlayan ortamlarddır ; fakat bir tekamül yerinde aynı değere hep aynı yollardan geçilerek erişilmez. Öyle tekamül yerleri vardır ki , oralarda dünyada yapılmaması gereken şeylerden birçokları yapılarak değer kazanılır.
Dünya hayatında bir aile kavramı vardır. Ailenin esasını oluşturan kadınla erkeğin , birbirlerine sadakatla bağlı olmaları gerekir. Hayatları boyunca bu sadakatten uzaklaşmamaları icab eder. Bu durumda onlar , zaman zaman kendilerini olumsuz yönlere çeken hadiselerin rol oynadığı his ve zaaflarla mücadele edebildikleri oranda değerlenirler. Buna karşılık bazı tekamül yerlerindeki varlıklar böyle bir zor altında değildirler. Onlarda da yine +,- alakasına benzer bağlar mevcuttur. Fakat dünyadaki anlamda bir sadakat bahis konusu değildir.
Varlıklar her tekamül yerinin şartlarına uygun olarak değerlenirler. Tekamül yerlerinde elde edilebilen değerler ruhun ilerde elde edeceği değerlerin cüzleridir. Dünyada tekamül etmekte olan ruhlara gelince , onlar tekamül yerlerinde kazandıkları kıymetlerle hakiki değer yönünde yükselirler.
Hakiki değer ; ruhun çeşitli alanlarda ve çeşitli tekamül yerlerinde elde edebildiği değerlerin sentezinden hasıl olur ve böylece “ bütün değerleri ihtiva eden bir değer” ortaya çıkar. Bu değer daima büyümek ve genişlemek istidadında olan bir değerdir ki buna “değerler”de denilebilir. Çünkü yüksek maneviyat alemlerinde tekilde çoğul , çoğulda da tekil tezahür eder.
Dünyada birçok yönlerden sevilen bir insana kısaca “iyi insan“ denir. Buradaki iyi insan tabiri ; bir çok şeyler ihtiva eden bir tek özelliktir. İşte bu özellik benzeri olan hal , yüksek maneviyat alemlerinde kendini çok daha kuvvetle hissettirir.
Bir insanın zaaf göstererek yapılmaması gerektiğini bilerek yaptıklarının karşılığı, maneviyat alemlerinde ( per vasıtasıyle) azap ve ıstırap demektir. Hakikatte azaplar ceza olsun diye verilmezler. Ruhların değerlenebilmeleri için zaman zaman azap ve ıstıraplardan faydalanılır.
Doğru olduğuna inandığı yoldan uzaklaşanlara bu uzaklaşıştan hasıl olan kaybı telafi ettirecek hadiseler çok ağır ve acı olabilir. Bu bildiklerimizi esas alarak vicdan ve realitenin çizdiği doğru yoldan ayrılmayanlar , azap ve zorluklarla karşılaşmaksızın üstün değerlere doğru yükselirler.
941.
TEK VARLIK HALİNDE TEZAHÜR ..
Değerlenmek , alabildiğince geniş manada bir şuurlanmaktır ki ; sevginin şuurlanması halinde belirir. Sevgi , “gerçek sevginin” mevcudiyetini idrakla şuurlanmaya başlar.varlıklar tekamül ettikçe değerlenir ve şuurlanırlar. Ve ilerde bu şuurun sevgiden ayrı olmadığı idrak olunur.
Maneviyat alemlarindeki varlık ve değerlerin , madde değerlendirmeye yarıyan vasıtalarla değerlendirilemiyeceği biliniyor. Manevi planlardaki varlıklar , bulundukları alemin , ayrı ayrı da düşünülebilecek zerreleri veya cüzleridir. Yüksek manevi alemlerdeki varlıklar , birbirlerine kaynaşmış “şuurlu sevgi tesirleri” halinde tezahür ederler.bu sebeple onları bir bütün veya ayrı ayrı olarak da düşünebilmek mümkündür.
Bu öyle bir kaynaşmadır ki , o kaynaşma içindekiler “tek varlık” halinde tezahür ederler. Tek tek (cüz) varlıklar , tek varlık halinde tezahür eden’den ancak şuur ve liyakatleri kadar haberdar olabilirler. Mutlak Varlık , hem kül (bütün) hem de küllü idrak yolunda yükselen cüz ( tek tek) şurları ihtiva eder.
Varlıklar yükseldikçe kendilerini Mutlak Varlığa daha fazla kaynaşmış hissederler. Ve tek olanda, onun sistemine tabi olunarak “sentez” yönünde yol alınır. Yeteri kadar yükselebilmiş olanlar , “ kendilerini Mutlak Varlıkta daha fazla hissedebilmek” hedefine doğru ilerlerler. Bu ilerleyiş , şuurla yükseliştir.
Yüksek varlıklar , diğerlerini kendilerinden ayrı hissetmezler. Onlar , kendilerinden olduğunu bildikleri , kendilerinden olduğuna iman ettikleri varlıklar üzerinde tesir sahibidirler. Varlıklar kendilerinin her şeyden , her şeyin de kendilerinden olduğunu şuur ve sevgiyle idrak edebildikleri oranda yükselirler.
Bedeniniz , ayrı ayrı düşünülebilecek şeyleri bir arada düşünmeyi size öğretecek tarzda tanzim edilmiştir. Hadiseler sizlere tek hadisenin cüzleri olduklarını hatırlatmaz mı? Aile, millet kavramları sizi , birçok şeyleri tek bir şey olarak düşünmeye alıştırmaz mı ? bir çoğun tek , tekin ise birçok olduğunu size Mutlak Nizam ve o nizama uygun olarak cereyan eden hadiseler öğretmiyor mu? Ayrı ayrı düşünülen insanları ise hadiseler bir araya getirebilir.
Dünya ve madde nizamı , insanların , diğerlerini de kendiymiş gibi düşünebilmesine engel olur. Bu engeller ise Mutlak Nizam daki en mühim tekamül faktörlerindendir ki , şuurlanmada bilgi , sevgi ve değerlerin benimsenmesinde en mühim rolü oynarlar. İnsanlar , kendilerini diğer varlıklardan ayrı düşünerek fakat onlara karşı iyi olmaya gayret ederek manen değerlenirler. Çünkü dünya , tek’in “her şey” olduğunun yeterince idrak edilebilmesine uygun değildir.
İnsanlar kendilerinden ayrı gördükleri diğer kimseler için haklarından feragat (1) edebildileri oranda değerlenirler (1: feragat : hakkı olandan arzusu ile vazgeçme ; gönül tokluğu). Fakat bu feragat , ne yanlız başına sevgiye ne de yanlızca şuura dayanan bir feragattir. Feragatin içinde her ikisinin de bulunması gerekir. Kararların mantık süzgecinden geçirilmesi , her şeyin olduğu gibi feragatin de şuura ve sevgiye dayandırılması gerekir.
“ Her koyun kendi bacağından asılır” diyerek egoistçe yaşayanlar , kendielrini müstakil (2) Varlıklar addederler (2: müstakil : ayrı , bağımsız ,kendi başına , tekil). Böyle olduğu için de çeşitli istismar (3) yollarını seçerler (3: istismar: kendi yararına sömürü).
İnsanlar tekamül ederek , diğer varlıklarla aralarında mevcut olduğunu zannettikleri açıklığı kapayabilirler.
Yavaş yavaş , kendisini diğerlerinden ayrı hissetmemeye başlayanlardaki bu yükseliş , çeşitli şekillerde hayatlarına yansır.. Mutlak Nizama şuurları ile nüfuz edebilirler. Bu şuur , sevgi halinde beliren bir şuurdur.
Mutlak Nizamı ; hücreleri , kanı , hareketleri ve tutkuları ile koskoca bir vücuda benzetebilirsiniz. İnsan vücudu denildiğinde nasıl ki akla ilk gelen onun hücreleri , kanı , kemiği değilse ; Mutlak Varlık Nizamı denildiği zaman da , akla ; tekamül edenleri , tekamüle yardımcı olanları , tekamül yerlerini ayrı ayrı düşünmek gelmemelidir. Fakat bu kolayca kavranamaz , idrak edilemez. Yükselebilmiş varlıklar , değerleri oranında, Mutlak Varlığın şuurunda hisse sahibidirler. Bu yolda yükselen varlıklar erişebildikleri planlardaki vazifeleri , şuurla robotlardan devralırlar.
İnsanların az veya çok idrak edebilecekleri şeyler , Mutlak Nizamın cüzleridir. Fakat onlar bu nizamı bütün halinde idrak yönünde yükselirler. Bu yöne ; kendi büyük varlık ve şuurunun idrak yönü de denilebilir.
Bir varlık , bu nizamı idrak edebildiği , sevebildiği oranda onda hak sahibi olur. Bu nizam , varlıkların değerlenerek nüfuz edebildikleri ve hak sahibi olabildikleri bir nizamdır. Çünkü bir varlık tekamül ettikçe Mutlak Varlığı “ kendi varlığı” olarak idrak etmek yolundadır.
942.
O
O, her şeyi mevsimler gibi sırasıyla dizendir.
O , her şeyi zamanında ve yerinde , hatasız olarak verendir
Ondan sadece hayır gelir çünkü O , ihtiyacı olana ,ihtiyacı olduğu şeyi verendir.
943.
HASRET
İnsanlar gereken dersleri , en çok , sevdiklerine kavuşarak değil de onlara meyledip, onlardan uzak kalarak alırlar.
944.
YOKLUK
Varlıkların tekamül ederek kensilerini Mutlak Varlıktan hissedebilmeleri , daha da yükselerek Mutlak Varlığın sırlarına ve değerlerine nüfuz edebilmeleri , onların , Tanrının her şeyin üzerindeki idrakı imkansız değerine erşebilmeleri demek değildir!
Mutlak Nizamı kuran , var eden Tanrı , her şeyin üzerindedir ve üzerinde olacaktır. Allahı biraz olsun idrak edebilmek için , O’nun her şeyi var ettiği “ Yokluğu” idrak etmek gerekir ki , onu idrake imkan yoktur.
Varlıklar için tekamül sonsuzdur. Onlar değer kazanarak Mutlak Nizamın da yukarısına erişebilirler. Mutlak Nizamı geride bırakarak , Varlık’lık özelliklerinden yükselerek uzaklaşanlar , Mutlak Nizamı şuurlarıyle idare edebilmek hak ve imkanlarını kazanırlar. Varlıklar, var edildikleri “Yokluk” seviyesine liyakatleri ile yükselebilirler. Fakat yokluk , sonsuzluklarla dahi izah edilemez. Yokluk seviyesine erişenler bile onu idrak edemezler. Yoktan var etmek ise Allaha mahsustur.
Yokluk seviyesine erişen varlıkların en iyi idrak edebildikleri şey , Allahın izahı imkansız büyüklüğü karşısında yok olurcasına ufaldıklarıdır. Yokluk ; Tanrının erişilmesi imkansız değeri karşısında her şeyin yok olurcasına ufaldığını idrak edebilen , yüksek şuurlu varlıkların manevi mekanıdır. Orası şuurla sevginin bir olduğu yerdir.
945.
KENDİNE SAYGI
Şuurlu bir imana sahip olanların , kendilerini karşı da saygılı olmaları gerekir. Çünkü insanlar müstakil varlıklar olarak tezahür ederler. Hakikatte ise Mutlak Varlığın , daha doğrusu ; Mutlağın var ettiği varlığın cüz’leridirler.
Kendinize saygı gösteriniz !.. İmanlarını şuurlandırmak yolunda olanlar , sadece etrafa iyi ve güzel gözükmek için değil ; kendilerini yine kendilerine karşı sorumlu hissettikleri için de iyi , güzel , faydalı olmaya gayret ederler. Onlar , gösterişten çok , tabii olmaya önem verenlerdir.
Şuurlu bir iman sahibi, tek başına dahi ; şahsına olan saygısı onu temiz giyinmeye , temizlik kaidelerini uymaya , traş olmaya zorlar.
Her insan , kendine olduğu gibi, diğer varlıklara da , fakat her şeyden fazla Tanrıya aittir.
946.
TESİR ALANLARINDA BAŞARI ;
SEVGİ, BİLGİ , KABİLİYET
İnsanlar dahil bütün varlıklar , ayrı ayrı olduğu gibi bir arada da mütalaa (1) edilebilirler (1: düşünülebilme , yorumlanabilme). Maddeli tekamül yerleri , varlıkların ayrı ayrı mütalaa edilmesinde uygundur. Bu gibi yerlerdeki hayatlar , robotlara bağlı olan varlıkları , müstakil varlıklar halinde gösterir.
Basit insanlar , kendilerini basitlik ve bilgisizliklari oranında müstakil hissederler. En çok kendilerini ve menfaatlerini düşünen bu gibi insanların , tekamül ettikçe , önce yakınlarına sonra diğer insanlara ve her şeye doğru his ve tesir alanları genişler.
Aile bireylerinin birbirlerine olan bağları ,tesir alanlarının genişlemesinde mühim rol oynar. Toplum hayatı , sevgi ve alaka alanlarının genişlemesini sağlayan faktörleri ihtiva eder. Toplumların refahı ile ilgilenen şahısların , tesir alanlarının aile sınırlarını aşmış olması gerekir. Şuur , vicdan , sevgi ve tesir alanlarını yeteri kadar geliştirememiş olanlar toplumu idare etmeye özenirlerse ; zorluklarla , engellerle , başarısızlıklarla karşılaşırlar.
Bir insana taşıyabileceğinden fazla yük yüklenmez. Fakat insanlar , hırs ve ihtiraslara kapılarak , taşıyamıyacakları yüklerin altına girebilirler. Bu tarzda hareket edenler takdir edemedikleri sorumlulukların altında ezilmeye mahkumdurlar. Hırs iyi yolda ilerlemek isteyenlere bile hayır getirmez.
*
Bir insana , tesir alanının genişliğini, düşünceleri haber verir. İdrak edilerek benimsenenler, tesir alanlarının genişlemesinde rol oynarlar. Tesir alanlarındaki bir işe teşebbüs edenlerde , yapacağı işlerle ilgili bilgi ve kabiliyetlerin bulunması gerekir. Tekamül etmiş varlıklara gelince , onların tesir alanları , sevgi alanları halindedir.
Açtığımız devirde muvaffak(1) olabilmek için , kısaca; bir insanın faydalı olabilmesi için ; sevgi de dahil , bu saydıklarımızın hiçbiri tek başına yeterli değildir (1:muvafak :başarılı).
Tesir alanlarında muvaffak olabilmek için ; şuurlu bir sevgiye , bilgiye, liyakate ihtiyaç vardır.
947.
O’NU ŞUURLA SEVMEK
Mal , mülk sevgisi, can sevgisi , akraba sevgisi, insan sevgisi, özetle bütün sevgiler insanı , O’nu şuurlu sevmeye hazırlar. O ise ancak şuurlu olarak (şuurla) layıkıyle sevilebilir. Çünkü O’nun her şeye her şeyden daha yakın olduğunu insana benimseten BİLGİ’dir.
O’nu sevmek , O’na aşık olmak , O’nun aşkıyla yanmak , O’nun sevgisinde sevgi olmak “Gönül Yoludur”, “Aşk Yoludur”. Bu yol , Onda erimek sırrına erenlerin yoludur. İçinde erinen şeyin ne olduğunu onlara bildiren ise ŞUUR’dur.
948.
AKIL YOLUNDAN GÖNÜL YOLUNA
Akıl yolu insanı şuurla gönül yoluna ulaştırır. Gönlüyle gönül denizine dalanlar , bu umman (1) da kaybolabilirler (1:umman :ulu, büyük, engin deniz). Akıllarıyla dalanlar ise gösterecekleri liyakat karşılığı, bilerek Onda O olmak yolunda yücelirler.
949.
GÖNÜL – AKIL
Kalbinin gösterdiği tarafa kafanla git!
950.
REALİTELERİN YÜKSELİŞİNDE ZAMAN
Önceki bilgilerde de , fenalık kastıyle dahi olsa yapılanların diğer insanların tekemülünde olumlu rol oynadığından bahsetmiştik.
Bir insanın iyi ve huzur içerisinde bir dünya hayatı geçirebilmesi için şu hususları bilmesi ve mümkün olduğu kadar hayatına tatbik etmesi gerekir :
1. Bir insan istese dahi fenalık yapamaz
2. Fenalık yapmak maksadı ile harekete geçenler , yapmak istedikleri veya yaptıkları kötülüklerden sadece kendileri zarar göürler (1) ( 1: “Eğer iyilik yaparsanız, kendinize iylik yaparsınız ; kötülük yaparsanız yine kendinize kötülük edersiniz” Kur’an 17/7).
3.Bir fena veya iyi olduğunu anlamak için :
a.Vicdana danışmak ,
b.Dünya realitesi ile karşılaştırmak ,
c.İçinde yaşanılan toplumun realitesine uyup uymadığını tetkik gerekir.
Mesela gayet mutaassıp bir toplum içerisinde yabancı bir kadının , o toplumun realitesine ters gelmeyecek şekilde giyinmesi gerekir. Aksi halde kadın , hakkında fena düşünülmesine neden olabilir.
Anadolu’da öyle yerler vardır ki , başı açık gezen erkekler dahi hoş karşılanmaz. Böyle bir yerde , bir erkeğin de o toplumun realitesine aykırı gelmeyecek kılıkta dolaşması gerekir.
Mesela bir adamın herhangi bir köye erkeklerin başı açık gezmelerinin hakikatte hiçbir sakıncası olmadığını öğretmek için gittiğini farz edelim.
Öğretici , köye ilk giderlerken tıpkı onların kıyafetinde giderse evvela onlarla daha kolay anlaşır. Yadırganmamasını sağlar ve zamanla , yavaş yavaş, onlara ne öğretmek istediğini açıklarsa ; fikirlerinin çabuk benimsenmesini sağlamış olur.yukarda verilen örnek benimsetici metoda uygun örnektir. Benimsetici metotlar ise çok zaman almasına rağmen çabuk benimsenmesini sağlayan metotlardır.
Bir de yukardaki halin aksini düşününüz. Öğretici köye köyün alışık olmadığı , alışık olmadığı için de yabancısı bulunduğu bir kıyafetle gelmiş olsun. Köylülere , zaman zaman , sindire sindire anlatması icab eden şeyleri bir hamlede ; “ medeni insan böyle şapka giyer, isterse de başı açık gezer. Buna kimsenin bir şey söylemeye hakkı yoktur..” şeklinde konuşursa ve söylemek istediklerini söyleyip giderse ; bu sözler su üzerine yazılmış yazı gibi daha söylenirken anlaşılmadığı için , yok olan fikirler olmaktan ileri gidemez.
Çünkü ; bir insana veya bir topluma daha üstün realiteleri benimsetebilmek için evvela mevcut realitesini izahla işe başlamak , benimsetici metodun esaslarındandır. Bu sebeple öğretici evvela mevcut realiteyi ele alır ve işe , sanki mevcut realiteyi izah edecekmiş gibi başlar. Bu hal üstün bir realitedeki kişinin , topluma, mevcut realitesini izah halidir ki ; topluma , daha üstününü benimsemeden evvel mevcudu gözden geçirmekle hasıl olacak faydaları sağlar.
İşte bu bilgiler de bu esasa dayanarak verilmiştir. Biz “ Tanrı birdir” derken , ilerde “ Tanrının adetle tahdit edilemiyeceği”ne zemin hazırlamaktaydık. Dünyada “zaman” denilen bir kavram vardır. Bu kavram izahlar üzerinde çok mühim roller oynar. Bu sebeple benimsetici metotta zaman’ın oynadığı rolü hesaba katmak unutulmaması gereken bir haldir
Aynı günde iki tebliğ alınmış olsa ve bunlardan birinde “ Tanrı birdir” diğerinde de “ Tanrı adetle , sayıyla izah ve tahdit olunamaz “ dense ; bu iki tebliğ birbiriyle çelişir durumda iki tebliğ olur ki , bu hale ana bilgilerde rastlanmaz.
Fakat mesela “Allah birdir” dense ve sonradan gereken hazırlayıcı bilgiler verildikten sonra da “ Tanrı adetle , sayıyla izah ve tahdit olunamaz “ dense , bu bilgi veriş tarzı benimsetici metoda uygun bir tarzdır. Benimsetici metodun diğer bir özelliği de bazı çıkışlar yapılarak bilgileri benimseyenlerin düşünceye sevk edilmesidir.
Şu halde , bilgilerle zaman arasında bir ilişki mevcuttur. Bilgi verilirken , zaman , o bilgiyi alanın benimseme değeri ile ilgili olarak kısalır veya uzar.
Dünya realitesine göre zaman sabittir ve önceden bilinen tempoda ilerler yine dünya şartlarına göre belirli bir zaman aralığına ancak belirli işler sığdırılabilir. Ve yarım saatte bir kitabın yüz sayfası okunamaz. Yürüyen bir insan saatte 60 km yol katedemez..
Burada dikkat edilmesi gereken özellik , zamanın kesinliği , zaman ölçüsüne vurulan şeyin madde değeri ile orantılı olarak artmaktadır. Yani “ bir insan bir saat hava almadan su içerisinde yaşayamaz” denildiği zaman ilk planda bilinenler , bu insanın madde dünyasındaki hayat şartlarını izah eden ve sağlayan maddi elemanlardır.
Beden mukavemeti , hava, su..bunlar maddi izahları yapılabilen , maddi varlıkları da yine madde değerlendirmeye yarıyan vasıtalarla değerlendirilebilen , ölçülen, tartılan şeylerdir. Fakat , insanlar manevi hayatları ile ilgili hadiseleri yaşarken karşılaşılanların hepsi madde ölçülerinden faydalanılarak kolayca izah edilemez.
Yaşanan hadiselerdeki manevi değer oranı arttıkça , zaman kavramı da kesinliğini kaybeder. Öyle hadiseler vardır ki , onları normal zaman ölçüsüne vuramazsınız. Dünyadaki bir zaman ölçüsü olan dakikayı ele alalım. Bir dakikada neler yapılabileceğinin tahminini yapmak az çok mümkündür. Bunda da yine tekamül ve zaman rol oynar.
Mesela ilk ypılan trenin bir dakikada alabileceği azami yol ile , tekamül etmiş modern bir trenin bir dakikada alabileceği yol arasında fark vardır. Ve bugünkü tren için yapılan hız izahı ilk trenler için yapılsaydı bu hatalı bir izah olurdu. Şu halde , ilerde doğru olduğu kabul edilecek bir şeyin izahı zamanından önce yapılırsa , kesinlik ifade etmeyen bir hesap olmaktan ileri gidememektedir.
Bunun böyle olmasını icab ettiren dünya realitesidir. Mutlak Nizama göre ; benimsenmiş fikir ve realiteleri , benimsenecek olan fikir ve realiteler takip ederler. Benimsenmiş realiteye uygun olan fikir , düşünce ve hesaplar, en berrak gözüken fikir, düşünce ve hesaplardır. İleri realiteleri ilgilendiren fikir, düşünce ve hesaplar , berrak olmayan fakat berraklaşmak imkanlarına sahip bulunan fikirler, düşünce ve hesaplardır.
Onların mevcut realitenin fikir, düşünce ve hesaplarından daha berrak hale gelmesi ile ancak üstün realite benimsenmiş olur. Üstün realite benimsenince de önceki mevcut realitenin , sanıldığı gibi berrak olmadığı ondan daha berrak olanların mevcut olduğu anlaşılır. Bu hali , aydınlık zannedilen bir odanın daha kuvvetli bir ampulle aydınlanmış haline benzetebilirsiniz.
İşte , zaman , berrakların daha berraklara yerlerini terk etmelerinde rol oynar. Tekamülle ilgili vazifelerde ise zamanı madde izahı için kullandığınız gibi rahatça kullanamazsınız. Çünkü zaman , manevi değeri fazla olan hadiselerin maddi kalıplar içerisinde izah edilmesine yeterli gelmez. Şu halde bu gibi hadiseleri izah için , madde değerlendirmeye yarayan zaman kavramının manevi karşılığı olan zaman kavramından faydalanmak gerekir. Bu ise dünyada kolayca başarılabilecek bir iş değildir. Çünkü manevi hadiseleri izahta kullanılan zaman kavramının tam anlamı ile kavranmasına dünya kavramları uygun değildir. Böyle olduğu için de vazife ile ilgili zaman , maddeye tatbik edilen zamanla aynı olamaz.
951.
VAZİFE İLE İLGİLİ
Siz bu bilgilerden ancak imkan hudutlarınız içerisinde faydalanabilirsiniz. Unutmayınız ki, esas vazifeniz bu bilgileri tebliğ etmektir.
952.
VAZİFEDE ZAMAN
İnsanlar sadece ve sadece , tekamülle ilgili bulunan ve tekamülde faydalı olan şayler yapabilirler.
Dünyada bu söze aykırı gibi gözüken bazı örnekler bulunabilirse de tam anlamıyla tetkik edildiklerinde tekamüle aykırı gibi oluşları sadece aldatıcı bir görünüşten ibaret oldukları görülür.
Zararlı veya geri fikir ve cereyanlar , toplumları belki ancak bir kaç sene tekamülden mahrum edebilir. Fakat toplumları ileriye götürecek hadiselerin benimsenmesinde gerektiği zaman bu geriye yönelişten hasıl olan hadiselerden faydalanılır.
Fert veya toplumu dönüşsüz olarak geriye yönelten hiçbir hadise cereyan edemez. Çünkü geriye yönelmeler , ileriye gitmek için lüzumlu olan şeyleri ve değerleri temin maksadıyladır.
Vazifelilere gelince , onlar geriye doğru olan hareketlerden faydalanabilir ve onları , tekamülün gerçekleşmesi için kullanabilirler. Görünüşü çok gerici olan hadiselerden dahi , ileri doğru yapılacak hamleler için istifade edilebilir. Fakat bu , bilgi ve liyakat isteyen bir iştir.
Manevi değerleri olan hadiselerin dünya şart ve realitesinin dışında düşünülmesi gerekir. Cereyan etmekte olan hadiselerden faydalanabilmek için ; bilgi , liyakat , karakter ve azim büyük rol oynar.
Ortada çok yüksek manevi değeri olan bir vazife vardır. O zamana değil , zaman ona tabidir. Vazifelilerin , zamanı vazifeye tabi kılacak şekilde hareket etmeleri lüzumludur. Pek kısa olan dünya hayat bunu icab ettirir.
Vazifeli şayet vazifeyi eski alışkanlıkları ile zamana tabi görürse ; vazifeyi dünya hayatına sığdıramaz! Zaman , vazifede rol oynayan bir faktördür vazifeyi zamana göre değil, zamanı vazifeye göre değerlendirmek gerekir.” Bu iş şu kadar zamanda biter” demek yanlış ; “ Bu işe şu kadar zaman yeterli gelecektir” demek doğrudur.
“ Zamanı gelmedi “ diye vazifeyi geciktirmek, onu zamana tabi kılmaktan başka bir işe yaramaz. Vazifede başarı kazanmak için , zamanın ikinci plana atılması ve zminin hazırlanması icab eder. Şayet vazifenin beklemesi gerekiyorsa , biz onu geciktiririz.. Gayeye ve yardımlarınıza beklemekle ulaşamazsınız. Çünkü yürünmeyen yol aşılmaz! Parola ; beklemek değil, ulaşmaktır..
953.
AZAPLI YOL , ŞUURLU HUZURLU YOL
İnsanlar iyi yollardan da , fena yollardan da yürüyerek ilerlerler. Fena yollardan ilerleyenler azapla , iyi yollardan ilerleyenler şuur ve huzurla tekamül ederler.
Biz inkarcılara dahi yardım eder, samimi olarak inanmayanlara ise mucizeler gösteririz. Fakat bütün bunların bir sonu olduğunun bilinmesi gerekir. Doğru yolu hırs ve ihtirasları için bile bile red edenlerin hali ; yakılacakları yere , yanacakları odunları taşıyanlara benzer. Hiç şüphesiz ki fena yollara sapanlar da , azaplar içerisinde kıvranma karşılığı tekamül eder, değerlenirler.
*
Bu bilgilerin hiçbir zaman nail olunamamış yardımlarla size indirildiğinin idrak edilmesi zamanı gelmiştir. Bu bilgiler ; şuuru , sevgiyi , mes’uliyeti, güzeli , iyiyi , yapılması ve yapılmaması gerekenleri anlatmaktadır. Unutmayınız ki, bu bilgiler ilerde , tekamül ederek yükselebilenlere sizin tadamadığınız güzellikleri hazırlamaktadır.
954.
LİYAKAT (1)
(1: layık olma , yaraşırlık , yeterlilik , kifayet)
Düşündüren de , yaptıran da , Tanrının insanlara lütfettiği imkanlardır. Tanrının lütfettiği imkanlar dışında hiçbir şey yapmaya imkan yoktur. Böyle olduğu için de insanlar ancak Tanrının müsaadesi ile liyakat gösterirler.
Liyakat ; Tanrının lütfettiği serbestiden , Onun yardımı ile kazanabildikleri şuurdan , maddi ve manevi hallerde tezahür edebilen enerjilerden meydana gelir.
Bir konuda liyakat gösterebilmek için azim ve sabır lüzumludur. Bir insan liyakatı oranında tekamül edebilir. Bir insan kendisine bahşedilen meziyetleri(1) ve o meziyetleri iyiye kullanabilmesi sonucu elde edebildiği tecrübe ve değerleri, iyi bir sentezle birleştirerek herhangi bir hedefe yaklaşmak için kullanır , bunda da başarılı olursa, o insana liyakat sahibi , liyakatli insan denir (1:meziyet : üstünlük ve kabiliyet sağlayan vasıflar).
İnsan kendi değeri oranında , daha doğrusu imkanları oranında liyakat gösterebilir. Mesela bir insan kuşlar gibi , hiçbir vasıta kullanmadan , kolları ile uçmak isterse uçamaz. Çünkü insanın kolları ile sağlıyabileceği imkanlar , vücudu havada tutmaya ve hareket ettirmeye yeterli değildir. Bu iş insanın ne kadar liyakat gösterse de başarabileceği bir iş değildir.
İnsanlar ancak dünya şart ve imkanlarına uygun olarak elde edebildikleri değer ve kabiliyetlerine uygun ve onlarla orantılı olarak liyakat gösterebilirler.
Bir insanın liyakat göstererek başarılı olmaya çalıştığı alanlar , dünya realitesine göre daima iyi şeyler değildir. Bir hırsız daha iyi çalabilmek, bir katil daha iyi öldürebilmek için de liyakatini arttırmaya çalışabilir. Hiçbir esaslı gayeye dayanmayan alanlarda da uzun zaman emek sarfedenler , liyakat gösterenler vardır. Mesela bir pirinç tanesi üzerine yazı yazmak gibi (2). Şuurlu İnançta ise , insanların iyi ve faydalı alanlarda liyakat göstermeleri şarttır. İyi olmayan , dünya realitesine göre fena alanlarda liyakat sahibi olmak ise değer kaybına uğratır. (2: Topkapı sarayında , üzerinde Kur’andan ayetler sığdırılarak yazılmış pirinç taneleri vitrinlerde sergilenmektedir).
955.
İYİ VE DOĞRU
Seçilen iyi ve doğrular, seçenin değeri ile orantılıdır. Bir insanın iyi ve doğru olduğuna inandıklarını yapmasında ise kendisi için faydalar saklıdır.
956.
HER ŞEYİ TERK !
Dünya , er geç her şeyin terk edileceği yerdir. Şuurlu İman ise , insanları her şeyden sıyrılma sonucu kazanılacaklara yaklaştırır.
957.
O’NA DOĞRU
Her şey baki(1) değildir. Her şey fanidir(2). Baki olan ve fani olmayan sadece O’na yaklaştırır (1: baki: ölümsüz; kalıcı ( Hü el baki: “ölümsüz olan yanlızca O’dur.” Bu deyim mezar taşlarında kullanılır ). (2: fani: Baki’nin zıddı ; ölümlü , gelip geçici)
958.
ŞUURLA İNANILANIN BENİMSENMESİ
İnsanlar kendi çıkarı olmayan konularda kolaylıkla erdemli ve ahlaklı olabildikleri halde, çıkarları ile ilgili şeylerde çok defa bu özelliklerini kaybetmektedirler.
Hırsızlığın karşısında olan bir şahıs , hırsızlık yaparak çıkar sağlamak imkanları ile karşılaşınca , çok defa sözle karşısında olduğu ve fenalığını kabul ettiği şeyi yapmak hevesine kapılır. Menfaatler , insanları inandıkları şeyleden uzaklaştırmakta, onları inançlarına aykırı yollara sevk etmekte rol oynarlar.
Çalmanın fena olduğuna inanana çaldırtan , öldürmenin fena olduğuna inananı katil yapan ; menfaat veya egoizmini tatmin eden şeylerdir.
Acaba bir insan inandığı bir şeye , menfaati için ihanet ederse , ihanete uğrayan inanç gerçekten inanç mıdır?... Mesela, hiç yalan söylememenin en doğru bir şey olduğuna inanan birisi , menfaati icabı yalan söylerse , fakat yine de fena bir şey olduğuna inanırsa , bu insan inancına aykırı hareket etmesine rağmen yine inancına sadık kalışı ne şekilde manalandırılabilir?.
Bu ve buna benzer hadiseleri değerlendirebilmek için Şuurlu İnanç ana metot ve kaidelerinden faydalanılır. Bunun için de inancı tasnif etmek gerekir. Örnekteki hali izah edebilmek için inancı dört kısıma ayırarak tetkik edebilirz:
İnanç,
Benimsenmiş inanç ,
Şuurlu İnanç,
Şuurlu , benimsenmiş inanç.
1.İNANÇ:
İnanç (veya;iman) bir şeyi tasdik, bir şeyi kabul etmek demektir. İnsanlar iman ettikleri yani doğruluğunu tasdik ettikleri her şeyi hayatlarına tatbik edemezler.
2.BENİMSENMİŞ İNANÇ:
İnandığı şeyin şuurlu bir izahını yapamasa da iman ettiği o şeyi (şuursuzca)hayatına tatbik eder. İman denince akla otomatikman gelen , zaten bu “benimsenmiş iman”dır.
3.ŞUURLU İNANÇ:
Gerek iman edilmiş ve gerekse imanla benimsenmiş şeylerin hepsi şuurla inanılmış şeyler değildir.Bir şeyin var olduğuna , ispat edilmeden de inanılır. Fakat bir şeye şuurla iman edebilmek , iman edilen şeyin mevcut veya doğru olduğuna neden inandığının izahının yapılabilmesi ile mümkündür.
Mesela bir insan , “ ben şuna iman ediyorum” der ve neden iman ettiğini mevcut imkanlardan faydalanarak izah edebilirse, o, neden iman ettiğini biliyor ve izah edebiliyor demektir. Fakat iman edilmesine sebep olarak gösterilen şey sadece iman edeni tatmin ediyorsa , o şuurlu iman değil , iman’dır. Çünkü her iman sahibi neden iman ettiğini izah etmeye çalışabilir. Fakat bu , her iman edilenin şuurla iman edilmiş olmasına bir sebep veya kanıt oluşturamaz.
İman edilen bir şeye şuurla iman edilebilmiş gözüyle bakılabilmesi için ; neden iman edildiğinin , diğer insanları da tatmin edecek şekilde izah olunması gerekir. Bunun için de devrin izah ve ispat için kullanılan imkanlarından faydalanılır.
4.ŞUURLU , BENİMSENMİŞ İNANÇ : Bu , imanın en yüksek şeklidir. Çünkü bir insan şuurla inandıklarının hepsini hayatına tatbik edemez. Şuurla inanılan şeyler , onlara inananlar tarafından benimsenmiş olarak hayatlarına tatbik edilebiliyorsa ancak buna şuurlu benimsenmiş iman denilebilir.
Şuurlu İman’dan , Şuurlu benimsenmiş İman’a geçmek ani olmaz. Bir insanın şuurla inandığı şeyleri , şayet onları daha benimsememişse , hayatına tatbik ederken zorluklar çektiği görülür. Benimsenmiş olanlar ise zorluk çekilmeden kolaylıkla hayata tatbik edilenlerdir.
İnsanlar ise evvela iman ederek ; sonra iman ettiklerini benimseyerek ; daha sonra da iman ettiklerini şuurlandırarak veya iman edip benimsediklerinin şuurla izahlarını yaparak ( yani ; imanlarını şuurla benimsenmiş iman mertebesine yükselterek) tekamül eder, değerlenirler.
959.
EN GÜZEL DUA , EN GÜZEL İŞLEM
En güzel dua ; doğruya, iyiye ve güzele yöneltilmiş düşüncelerdir.
En güzel işlem ise ; bu düşünceleri tatbikat alanına çıkarmak ve çalışmaktır.
960.
PLAN
Dünya realitesinden olan herhangi bir konuyu evvela mevcut imkanlar göz önüne alınarak planlamak sonradan da işe girişmek gerekir. Bütün planlar ise birbirlerine benzerler ve aralarında ortak noktalar vardır.
Planlar ; hadiselerle, realitelerle , ihtiyaçlarla ve imkanlarla ilgilidirler. Geniş imkanlarla düzenlenen planların içersinde ise birçok plan yer alır. Bir plan , bir vücuda benzetilebilir. Nasıl ki vücudun iyi çalışabilmesi , o vücutla planlaı çalışan diğer kısımların iyi çalışabilmesi ile mümkünse ; birçok şeyler ihtiva eden bir planın da tatbiki , kendi içindeki planların iyi çalışmaları ile mümkün olabilir.
Bütün planları ihtiva eden bir plan vardır ki , buna Mutlak Nizamın Planı diyoruz. İdrakı ve izahı imkansız hadiseler dışında , sizin idrak edebileceğiniz veya ilerde idrak edebilmeniz mümkünolabilecekher şey bu plana göre creyan eder. Onların planları bu esas ana planın esaslarına uygundur. Bu sebeple de , var olan her şey Mutlak Nizamın Planına veya planından herhangi bir kısma benzer.
Elektron bir merkez etrafında dönen bir sistemdir. Atomda da bir merkez ve onun etrafında dönen elektronlar vardır. Kainattaki sistemlerin her biri atoma benzer ve kısaca merkez etrafında bir devir mevcuttur. İnsan dünyaya gelir ve gider ; bu da bir devirdir. Ve bu devirler Mutlak Nizamın esaslarına ve gayelerine uygun olarak tekrarlanır.
Mevsimler , hatta bir insanın hayatındaki hadiseler daima devirler halinde izah olunabilir. Bütün bunlar Mutlak Nizamın Planına uygun ve onun ihtiva ettiği , ona göre nizamlanmış hadiselerdir.
Tanrının , Mutlak Varlık olarak tezahür etmek isteyişinin bir sonucu olarak meydana gelen Mulak Nizam ve onda cereyan eden planlı ve gayeli hareketler ; dünyada cereyan eden ve edecek olan bütün hadiseleri kontrol edecek nitelikteki hadislerdir.
Her hadiseden meydana gelecek bir sonuç vardır. Sonucun ne şekil alacağı, hadisenin cereyan etme veya cereyan ettirilmesiyle orantılıdır. Bunu şu şekilde izah edebiliriz :
“hadislerden hasıl olacak sonuçlar , Mutlak Nizamın Planı ile sınırlıdır”.
Yokuştan aşağı salıverilen bir tekerlek , yuvarlanarak bir yere ulaşabilir. Fakat hiçbir zaman bu mesafeyi uçarak katedemez. Fakat yuvarlanarak kat edeceği mesafede, geçtiği yoldaki arıza ve engeller rol oynarlar.
Bir vidanın ihmal edilip sıkılmaması feci bir kazaya sebep olabilir. Birçok insan ölebilir. Fakat kazadan dolayı olabilecek zarar yine Mutlak Nizamın Planına göre sınırlıdır.
Bir insan diğer bir insandan az veya çok düşünme imkanlarına malik olabilir. Fakat insanların düşünce kabiliyetleri de yine Mutlak Nizamın Planına uygun olarak , tekamül esasları göz önünde bulundurularak ayarlanmıştır.
Mutlak Nizamın Planı birbirine gayet sıkı bağlarla bağlı iki ayrı kısımda düşünülebilir.
Mutlak Nizamın İdareci Planı
Mutlak Nizamın Tekamül Planı ( ki buna , Mutlak Tekamül Planı da denilebilir).
Birinci plan tek başına düşünüldüğünde bir “robot” manzarası gösterir. Çizdiği hudutlar kesindir.
İkincisinde ise esas gaye hudutların tekamülle genişleyebilmesini temindir. Tekamülle ilgili bir planda kesin hudut yoktur. Fakat hadiselerden elde edilecek neticeler karşılığı varılacak ara hedefler kesin olarak hudutlanmıştır. İkinci planda , varılacak hedefler kesinlikle şarta bağlanmıştır. Liyakatle , azim ve irade ile fazla imkan elde etmek mümkündür. Fakat her hareketin sabit bir karşılığı mevcuttur.
Şu halde hakikatte kesin olarak hudutlu değilmiş gibi gözüken Mutlak Tekamül Nizamının Planı da kesinlikle hudutlanmıştır. Şarta bağlanarak hudutlanmış olması , kesinliğine asla halel getirmez.
Mutlak Tekamül Nizamı , tekamüldeki varlıklara hudutsuz tekamül imkanları bahşetmesine rağmen , şart bağlı olarak hudutludur.
961.
SADECE ; ERİŞİLEMEYEN
“ Göklerden her şey uzatılır” diye bekleme devri geçmiştir. Göklerden uzatılanlar hiç şüphesiz vardır ve olacaktır. Fakat bunlar insanların mevcut imkanlarıyle erişemediklerinden gerekli olanlardır.
Devir , liyakat karşılığı ulaşılan devirdir. Aksini bekleyeni bekleyen ise ; hüsrandır
( hüsran : beklenilen şeyin elde edilmemesi yüzünden duyulan acı).
962.
NEFSANİYETTEN SIYRILIŞ VE ŞUURLU AŞK
Bir insanın nefsini yenmesi gerekir.fakat buna maddi varlığını ihmal edek değil, menfaatlerini diğer insanların menfaatleri ile bir, adeta ayrılıp ayırdedilmesine mümkün olmayan bir bütün olarak görebilmesiyle ulaşabilir.
İnsanın nefsini yenmesi en zor başarılabilecek bir iştir. İnsanlara her devirde , nefislerini yenmeleri gerektiği çeşitli vesilelerle hatırlatılmıştır. Yine bu sebeple insanlar her devirde , yaşadıkları devrin imkanlarına göre nefislerini yenmeye çalışmışlardır. Maddi varlıklarına bağlı bulunmalarından doğan dünya ihtiyaç ve eğilimlerine karşı koymaya çalışmışlar, oruç tutmuşlar , riyazete girmişlerdir ( riyazet : dervişlerin nefsi yenerek alçaltmak ve gönül arılığı sağlamak için dünya lezzetinden ve rahatlığından sakınarak pehriz ve kanaatla yaşamaları ; az yiyerek, az uyuyarak nefsin her türlü isteğine karşı savaşmalarıdır). Bu yollara girenler , hiç şüphesiz ki gayret ve emeklerinin karşılığı olan şeyleri elde etmişlerdir. Fakat bu yollardan ulaşılmak istenen ve zaman zaman da ulaşıldığı zannedilen hedefler ; yüksek anlamda nefsi yenmek değildir.
Yüksek anlamdaki bir nefsaniyetten sıyrılışı , idrak edip benimsemek , ancak, şuurlu bir imanın ihtiyacını hissedebilmek ve onu benimsemekle mümkündür. Şuurlu İman yolu ise ; insanlığı sevgiye götüren , daima daha fazla sevebilme imkanlarını bahşeden yoldur.
Sevgiyi , hazırlayıcı maddi sevgiden ; hakiki sevgiye, manevi aşka çıkartan ancak şuurdur. Şuursuz aşk, dünya şartlarının meydana getirdiği cismani ihtiyaçları , eğilimleri, menfaatleri ihtiva eden aşktır. Bu aşk insanı maddesiz, robotsuz aşka hazırlar. Manevi aşkta , sevgi benimsenerek yükselinir. Kendilerini , gittikçe daha fazla başkalarında bulmaya başlarlar. Daha da yükselince , menfaatleri ile , arzuları ile, kısaca her şeyleri ile diğerlerinin içersinde kaybolurlar. Bu kayboluş hakikatte , nereye kadar uzanıyorsa , kaybolanın tesir sahasını oralara kadar uzatan, içinde kaybolunanı kuşatan bir kayboluştur.
Bir varlık tekamül ettikçe , bu tarzda diğer varlıklar içersinde kaybolur ki, bu; kaybolunarak var olmaktır! Bir varlığın kaybolabildiği oranda var olabildiğini bilmesi ona aşk aşılar. İyilik aşılar. Neden iyi olunması gerektiğine şuurla iman ettirir.
Sevgiyi hayvanilikten kurtarmak , neden sevilmesi gerektiğini bilmekle mümkündür. Bazılarının zannettiği gibi ,şuur aşkı maddileştirmez. Şuur aşkın lüzumunu anlatır , aşkı maddi gösteren şuur, aslında maneviyat alemlerine uzanamıyanların ve her şeyi dünya imkanlarına bağlı görebilenlerin şuurudur ki, bu şuur , geröek şuura ulaşılan yolda geçilmesi gereken bir merhaledir.
Bir insan şuurla sevebildiği kadar hayvanlıktan uzaklaşabilir ve insanlar ancak değerleri kadar şuurlu bir aşk yaşayabilirler. Çünkü onlar , şuuru dahi ancak değerleri oranında değerlendirebilmek ve ondan faydalanabilmek imkanlarına sahiptirler.
Mutlak Nizama göre var olan her şeyi saran , dolduran aşktır , sevgidir. Bu aşka , bu sevgiye nüfuz edebilmek , Mutlak Nizama nüfuz edebilmek demektir. İnsanlar buna ancak , her şeyi kendinden , kendisini de her şeyden hissedebildikleri kadar muvaffak olabilirler. Bu hal nefsini her şey, her şeyi nefsi olarak görebilmek şeklinde de tarif olunabilir.
963.
NEFİS , ÜREME VE DENENME
(nefis: 1.öz varlık , kişilik. 2.İnsanın yeme, içme , üreme vb. gereksinimlerinin bütünü)
İnsanların üreyebilmeleri için Mutlak Nizama göre cereyan etmesi gereken döllenme hadisesi , nefse sımsıkı bağlarla bağlıdır. Buna kısaca , insanların dünyada üreyebilmeleri nefsaniyetleri ile bağlıdır da denilebilir. Ve insanın nefsini en çok zorlayan tesirler , en fazla kontrolleri altında bulundurulması gerekenlerdir.
Bir ruhun dünyada insan olarak bedenlenebilmesi için , iki insanın birbirlerine karşı duydukları , nefsleri ile ilgili his ve arzulardan faydalanılır. Bu his ve arzular , toplum realitesine uygun olarak veya aykırı olarak tezahür edebilir. Bu ; doğrudan doğruya , tekamülde bu olaydan faydalanacak ruhların planları ile ilgilidir.
Şayet insanlığın bedenlenmesi , nefsaniyeti sıkıca ilgilendiren bir hadiseye bağlanmamış olsaydı, “ şuursuz tekamül “ devreleri boyunca insaniyet , sırf bir ruhun dünyaya gelmesi ve onun gereken hayatı yaşaması için hiçbir zahmete girmek ihtiyacını hissetmiyecekti , bu sebeple , tekamülle ilgili en büyük hadiseler nefse sımsıkı bağlanmışlardır. Bunlar arzu edilen , ve ancak uygun şartlar olmadığı durumlarda frenlenmesi gereken his ve arzuların , insanları zorlaması tarzında bir olgudur.
*
İnsanlar dünya hayatları boyunca nefislerini ilgilendiren birçok hususlarda denenir , bilgi , tecrübe ve değerlerini arttırırlar.
Nefsaniyetin , duygu ve arzuların çok mühim roller oynadıkları bu denenmelerde hadislerden faydalanılır. Mesela insanı hayatının bir kısmında vicdanının kabul edemediği , bunun için de yapmak istemediği şeyleri yapmaya zorlar O, bunlara mukavemet edip , his ve nefsaniyetinden fedakarlık edebilirse değerlenir.
Bu yoldan elde edebileceği değer , onun tekamül planında belirtilmiştir. Bu sebeple o, bu değeri elde edinceye kadar arka arkaya , onu o değere ulaştıracak hadislerle karşılaşır. Gaye , iyi olmayan bir şeye karşı mukavemet etmektir. İyi olmayan şeyleri ise insanlar , toplum realitesinden , vicdanlarından , şuurları oranında öğrenirler.
Bir insan bu şekilde , mevcut değer ve imkanlarına göre yapması ve yapmaması gereken şeyleri bilir. Karşısına çıkan ve onu yapılmaması gerektiğine inandığı şeyleri yapmaya zorlayan hadiselerle mücadele eder. Bu mücadeleler pek çeşitlidir ve pek çeşitli safhalar gösterirler. Çok defa da tekrarlanırlar. Bu tekrarlar , ihtiyaçtan ortaya çıkan tekrarlardır.
Mesela denenmeye tabi tutulan kişi, birçok defalar , yapmaması gerektiği hadise ile karşılaşmış ve ama ona iradesi ile karşı koymuştur. Ama onu yapmak istediğini hissetmektedir. Halbuki plan icabı, bu isteği tamamen hissetmeyecek kadar onun bu hadiselere karşı olan alakasının kaybolması gerekmektedir. Bu taktirde , o şahıs bu hassayı kazanıncaya kadar daima , yapılmaması gerektiğine inandığı şeyi yapmak için zorlanır. Bu zorlanışlar , kişinin yapmaması gerektiğine inandığı şeyi yapmak arzusunu hissetmeyinceye kadar devem eder.
Bu sonuca ulaşabilmek için çok kereler bir dünya hayatı yeterli gelmez. Mesela bir insanın , bütün insanları bir cinsiyet farkı gözetmeksizin sevebilmesi ve yine insanları , yakınlık farkı gözetmeden sırf değerleri ile değerlendirip taktir edebilmesi , ancak birçok robotlu hayatlardan sonra ulaşılabilecek bir sonuçtur.
Sık sık tekrar ettiğimiz gibi ; bir insan denenirken ona taşıyabileceğinden fazla manevi yük yüklenmez. Fakat insanlar değerlenerek daha fazla yük taşıyabilme imkanlarına sahip olurlar. Bu imkan onlara daha ağır şartlarla denenerek daha çabuk değerlenebilmek imkanlarını sağlar.
964.
ASLINDA VAR OLUP , İDRAKLE ULAŞILAN
Şuurlu İman , bir şahsın fikri veya malı değildir. O ; esaslarını okuyunca kendini onda bulanlarındır. Aslında o , var olandır. Bu sebeple ona idrakle ulaşılır. Bu ulaşış değerleri yüceltir ve sorumluluklar yükler.
965.
MADDECİLİK
Şuurlu bir inancın yerleşebilmesi için , bilhassa iki şeyin ihtiyacı karşılıyacak kadar bilinip öğrenilmesi ve benimsenmesi gerekiyordu..
Bilindiği gibi , dünya ruhların madde vasıtasıyle tekamül ettikleri bir yerdi. Din yolu ile ruhun izahına gidilirken , maddenin de , felsefeden faydalanılarak izahı gerekiyordu. Dünya hayatına ruh ve madde karışımı olarak bakmak ve ikisini bir arada tetkik etmek hiç şüphesiz ki faydalıydı.
Fakat bu yoldan bir tetkik , insaniyete şuurlu bir inanç için gereken bilgiyi vermekten uzaktı. Şuurlu bir inancın kurulup yerleşebilmesi için analiz metodundan faydalanılarak ruhu ve maddeyi ayrı ayrı tetkik etmek gerekiyordu. Tetkikatın benimsetici olmasını sağlamak için ise , ruhçuların maddeyi , maddecilerin de ruhu reddetmesi gerekmekteydi.
İşte bu sebeple , ruhçular ve maddeciler, iki ayrı grup halinde fikirlerini savundular. Ruh ve madde mücadelesi her devrin , her asrın imkanlarına uygun olarak cereyan etti. Analizden hasıl olan ruhçuluk ve maddecilik son asırlara kadar gelişti.
Karl Marks’ın (1) vasıta edildiği maddecilik prensipleri ve esasları, dünyanın mühim bir kısmında , ruhun ve maneviyat alemlerinin mevcudiyetine inananların düşüncelerinin karşısına çıktı. Maddeciler ortaya attıkları fikir ve düşüncelerle dini inaçları sarstılar
( Karl Marks : 1818-1883: Maddeciliği ve sosyalizmi kuran Alman filozofu , sosyoloji alimi. Fakir bir yahudi ailesine mensup olduğu Treve’de doğmuş, Londra’da 65 yaşında ölmüştür. Bonn ve Berlin üniversitelerinde hukuk tahsil etmiş ve daha sonra felsefe ve tarihle meşgul olarak ilk zamanlarda üniversitede felsefe öğretmenliği yapmıştır. 1847’de komünist cemiyetine girdi ve komünist parti beyannamesini yayınladı. Marks ve Engels’in beraberce yazdıkları bu beyanname bugünkü sosyalizmin yani Marksizm’in prensiplerini içerir.
Marksizim, dünya tarihinin bütün hadiselerini maddi bir suretle ve ancak ekonomik kanunlara tabi olarak izah eder. Toplum ve devletlerin uğradıkları her türlü hadiselerin ancak ekonomik sonuçlar olduğunu savunur. Bütün fikirlerini , on dört cilt tutan ve sosyalizmin mukaddes kitabı sayılan “ Kapital ” yani “Sermaye” isimli kitabında toplanmıştır.).
Onların ancak görülebilene inanmakta gösterdikleri ısrar , birçok insan tarafından akla uygun bulundu ve sonuçta dini teşevvüş arttı (teşevvüş: karışıklık) . Dini teşevvüşün artışı çeşitli ülkelerde din buhranlarının çıkmasına sebep oldu. Dinin aleyhine gelişmiş gibi görünen bu hadiseler aslında hiç de böyle değildi ve şuurlu bir imana zemin hazırlamak içindi. Şuurlu İmanın zemini , şuurlu bir iman ihtiyacının hissedilmesi ile oluşur. İşte o zamin hazırlandı ve biz Şuurlu İmanla ilgili bilgileri vermeye başladık.
Şuurlu bir imanın gerçekleşebilmesi ise , her şeyden önce ruhun madde ile olan münasebetinden şuurlu bir şekilde izah edilebilmesiyle mümkündür.
966.
MADDİ VE MANEVİ MÜCADELE
Maneviyat alemleri ile madde , dolayısıyle ruh ve madde arasında uçurumlar meydana getiren fikirler ruh ve madde mücadelelerine sebep olmuştur. Ruhçular ve maddeciler arasındaki ( bunlara maneviyatçılar yani dincilerle , maddeciler arasındaki de deniliebilir) mücadeleler tekamülde rol oynayan mücadelelerdir.
Zaman zaman birinin diğerine hakim duruma geçtiği bu mücadelelerde ileri sürülen fikirler, beşeriyete şuurlu bir inancı hissettirecek özellikteki fikirlerdir. Her devirde , bu fikirlerden en tatmin edici olanı ön planda yer almıştır.
Hiç şüphesiz ki maneviyatı ve ruhu savunan fikirler arasında da ayrılıklar mevcuttur. Keza bu hali maddecilik fikrini savunanlar arasında da görmek mümkündür. Gerek maneviyatı gerekse maddeyi savunan fikirlerin istisnasız hepsi , insanlığı tatmin edecek vasıflarda değildirler. Ve artık insanlar cevap bekleyen sual ve problemleri hissedecek çağa gelmiş bulunmaktadırlar.
Şayet bir ruh ve madde mücadelesi olmasaydı, beşeriyet bu ihtiyacı hissedecek realiteye yükselemiyecekti. Zamanında birbirlerini en zıt fikirlermiş gibi reddeden fikirler bile bir gayeye, tekamül gayesine hizmet ettiklerine bu anlatılanlar en güzel örnektir. Ve bütün bu örnekler , insan üstü bir tertibin , binlerce senelik bir zamana ne de güzel dizildiğinin canlı ve inkar edilemez delilidir.
967.
BÖCEK VE ÖLÜM
Bir böceğin cansız kalmış bedeninde , düşünenler için ibret alınacak çok şeyler vardır.
Onun maddi varlığının günden güne civarındaki toz toprağa benzeyişi ve cansız aleme karışışı , ona can vereni düşündürür. Her canını vermiş olanın ise manevi alemde değerine uygun bir yeri vardır.
Sonsuz büyüklükler yanında insan da bir böcek gibidir. O da bedene bürünür..., ve ölür. Ölüm , varlıklara yeni yüceltici yolların kapılarını açan bir olaydır. Hiç şüphesiz ki birçok hayırların saklı bulunduğu olay.
968.
RUHUN TESİR ALANLARI
Ruhun tesir alanını bedenle sınırlanmış görmenin ve ruhun sadece bir beden üzerinde tesirler icra ettiğini düşünmenin eksik taraflarını izah etmek zamanı artık gelmiştir.
Ruhu bir atomun çekirdeği olarak düşünün ve beden olarak düşünebileceğimiz elektronlara kuvvetle bağlı olsun. Bu durumda , nasıl ki atomlarda çekirdek gücüne bağlı olarak değişik adette elektronlar mevcuttsa, ruh da tesir gücüne göre çeşitli bedenlere sahip olabilir. Ve aynı zamanda ruh , sadece bedeni değil , o bedenin maddi ve manevi ortamını da tesirleri altında bulundurur. Ruhların tesiri altında bulundurduğu maddeler , bilinen maddi imkanlarla ve realitenizle izah edilebilirse de , ruhların tesirleri altındaki manevi değer ve varlıklar bu imkanlarla değerlendirilemezler.
Ruh “şuurlu bir tesirdir” denilerek tarif edilebilir. Ruh , bu şuurlu tesir’lik özelliğini arttırmak ve ondan faydalanmak imkanlarına sahiptir. Bu yolda per hassasından faydalanılır.
Ruhlar , bulundukları ortamın şartlarına ve robotlarına uygun olarak tesirler icra ederler. Dünya imkanları ile bugüne kadar ruhun sadece tek maddi varlığı olduğu zannedilmiş ve ruh beden ilişkileri bu esas üzerine izah edilmiştir.
Beden , ruhu robotlu ortamla irtibata geçiren ve ruh için çok lüzumlu bir merkezi yapıdır. Aynı zamanda bedenin de merkez yapısı beyindir. Beyin , bedeni ruha bağlayan yolların birleşme noktasıdır ki , bu yollar per vasıtası ile kontrol edilirler.
Bir insan bedeni aslında , ait olduğu ruhun , pek az ifadesi olabilen bir maddi tezahürüdür. Ruhun dar veya çok geniş bir tesir alanı mevcuttur. Ruh incelenirken ayrı (izole) olarak düşünülebilirse de , tesir edip tesir aldığı diğer ruhların tesir alanlarından tam anlamı ile ayrı düşünülemez. Bu tesir alanları iç içedirler ve hadiselere göre değişebilir yani sabit değildirler. Fakat bu , onların planlı olmadığı anlamına gelmez. Dünyadaki bütün ruhlar, daha doğrusu dünyada tezahür eden ruhların hepsi , birbirleri ile ya doğrudan doğruya veya dolaylı bağlarla bağlıdırlar.
|