Lisanssız Demo Sürümü
Lisanssız Demo Sürümü
Lisanssız Demo Sürümü
Lisanssız Demo Sürümü
Lisanssız Demo Sürümü
Şuur İnanç I ; Bölüm 4 - www.şuurluinanç.com

 


 

  

 



 

 

 

  

                              
                                                                                                                                                     

         Aramanızı büyük harfle yapınız  

      

...Şuurlu İman devri , insanlığın idrak edebileceği en yüksek devir olacaktır...

Şuur İnanç I ; Bölüm 4
216.
TANRI HUZURU
 
Tanrının huzurunda olunmayan an yoktur. Kendinin O’nun huzurunda olduğunu her hatırlayış ise: bir toparlanış, bir hürmet ânı olmalıdır.
 
217.
REALİTE FARKLARI
 
Bir insanın doğumundan ölümüne kadar çok çeşitli realiteleri vardır. Onun dört, yirmi ve kırk yaşlarındaki realiteleri arasında büyük farklar görülür.
İnsanlar arasında da realite ve görüş farkları vardır. Hiç kimse tıpa tıp bir diğer insan gibi düşünemez veya bir şeye aynı kuvvetle inanamaz. Fakat aynı şartlar altında yetişmiş insanlarda bir realite birliği göze çarpar.
Kısaca; bir insanın, bir toplumun veya bir devrin realitesi ne olursa olsun, o hiçbir zaman Mutlak Realite değildir. Böyle olmayınca da eksikli ve hatalıdır. Realitelerdeki bu hatalar, o realite hüküm sürdüğü müddetçe ekseriya anlaşılamaz. Bu hataların anlaşılabilmesi, ancak o realiteden üstün bir realitenin mevcut olması ile mümkündür.
Herhangi bir devrin realitesi icabı yapılanlar, ilerde günah sayılabilecek şeyler dahi olsalar, bilinip idrak edilerek yapılmadıkları için günah sayılmazlar. Meselâ eski devirlerde kutsal ayinler esnasında insan kurban etmek âdetti. Bugünün realitesi için ise böyle bir şey cinayettir.
Bugünün medeni bilinen insanları bile, ilerde suç, hattâ cinayet sayılacak şeyleri, zamanın realitesi icabı yapmaktadırlar. Buna misal olarak harpleri gösterebiliriz. Birgün gelecek insanlar harp denilen korkunç cinayeti realitelerinden ve dolayısı ile de hayatlarından çıkarıp atacaklar ve birbirlerini harpte dahi öldürmeye mezun olmadıklarını idrak edip anlayacaklardır.
İnsanların yeni realitelere birdenbire ısınamamaları gayet doğaldır. Çünkü her yeni realite, mevcut realitelerden mutlak surette üstün değildir. Bu sebeple realiteleri benimsemeden, akıl, mantık ve vicdanla tartmak icab eder. Bir insanın aklı, mantığı ve vicdanı ile tasvip ettiği bir realiteyi benimsemeye çalışması, o insanın ruhî rekâmülü bakımından yapması gereken bir iştir.
Şayet bir insan yeni realiteyi, aklı, mantığı ve vicdanı ile kavrayamaması sebebi ile tasvib edemiyorsa; onun bir müddet daha eski realitesinde kalması doğru olur. Mevcut realite iyice benimsenmeden daha üstün realitelere yükselmek arzusu fayda yerine zarar getirebilir. Bu işe zamansız teşebbüs edenler eski realitelerini kaybedebilirler ve yeni realiteyi de iyice idrak edemediklerinden, teşevvüş ve şüpheye düşebilir, sonuçta da inançlarını kökünden sarsılmış bir hale getirebilirler.
Tekâmül merdiveninin her basamağına lüzumu olan değeri vermek ve her basamakta lüzumu kadar durarak yükselmek, en doğru ve yapılması gereken bir şeydir. Bu sebepten dolayı hiç kimsenin inanç ve realitesini hor görmek doğru değildir. Geri realiteli bir insanı küçümseyerek tenkit etmekten çok, onu daha üstün realitelere hazırlamak ve ona ruhen gelişebileceği imkânlar sağlamak icab eder.
 
218.
HER ŞEY SÜBJEKTİF’DİR
 
Dünyada olup biten her şeyi duyularınızın değerlendirebildiği şekilde görür, anlar ve idrak edebilirsiniz. Aynı şeyleri, başka başka beden yapısına sahip ruhlar, bambaşka görür, anlar ve idrak edebilirler.
Herhangi bir varlık, o varlığı değerlendirenin değerindedir. Dünyanızdaki varlıklar, bizim için taşıdıkları mânaları sizler için taşımazlar. Bu sebeple bir dünyada, sonsuz hallerde değerlendirilebilen varlıklar yaşarlar. Varlıklar birbirlerini ancak belli bir olgunluk seviyesinden sonra değerlendirebilirler.
 
219.
BİR DÜNYADAN BİRÇOK DÜNYALAR
HALİNDE İSTİFADE
 
Dünya bir kuş için ne ise, bir insan için o değildir. İnsan ve kuş, kendi görüş anlayış ve imkânlarına göre dünyayı değerlendirirler.
Bir de, aynı dünyada bambaşka yapılarda olduklarından birbirlerinin mevcudiyetlerini hissedemiyen varlıklar vardır. Meselâ dünyada “maddeden başka şekillerdeki robot değerler” ile imtihan olmakta olan varlıklar yaşamakta ve tekâmül yolunda derlemektedirler. Fakat insanlar bu varlıklardan haberdar değildirler. Çünkü insanlar bu varlıkların mevcudiyetlerinden haberdar olacak vasıflara malik değildirler. Yalnız, bu varlıklar veya insanlar tekâmül ettikçe birbirlerinin mevcudiyetlerinden haberdar olabilirler.
Sadece mütekâmil[1] bir insan, dünyada izah edemediği birçok şeylerin kendi üzerindeki tesirlerini hissedebilir. Meselâ dünyada madde ile irtibatta bulunan varlıklar ile maddeye benzemeyen robot değerlerle denenenler, birbirlerinden hiç ama hiç haberdar olamazlar. Birinin duyduğu gürültü öteki tarafından hissedilmez ve diğerinin ölümünden ise öbürü haberdar olmaz.
Şu halde bir dünya birçok dünyalar halinde tezahür eder! ve bütün bu varlıkların bağlı bulundukları robot değerler birbirlerine karışmaz, karışamazlar. Hattâ bu varlıklardan bir kısmına dev kadar büyük gözüken bir madde, bir dağ, bir deniz; diğer varlık için yoktur!.
İşte bu varlıklar bu esasa göre bir dünyadan birçok dünyalar halinde istifade ederek tekâmül ederler.
 
220.
BİLEŞİK ŞUALAR
 
Şualar da aynı kimyasal bileşikler gibi birbirleri ile birleşerek şua bileşikleri meydana getirirler. İşte hayatta ve kâinatta her şey bu şua bileşiklerinden hâsıl olur. Kimyasal bileşikler de, çok kabalaşmış şua bileşiklerinden başka şeyler değildirler.
 
221.
BİLEŞİK
 
Basitlerin bileşik, bileşiklerin basit hale gelmelerinde manevî değerler rol oynar.
 
222.
AHİRETTE TAHAYYÜL
 
Ahirette, ruhlar tahayyül ettikleri şeyleri var edebilmek imkânlarına maliktirler.
Ahirette de robot varlıklar mevcuttur, fakat bunlar dünyadaki maddeler gibi kaba ve kesif değildirler. Bu robot varlıklarla dolu olan ahirette, ruhun tahayyül kabiliyeti ile maddî varlıklara benzeyen varlıklar hâsıl olur. Ruh, tahayyül etmeye başladığı anda civarındaki robot değerler üzerinde tesirler icra eden manevî şualar yayımlamaya başlar. Bu şualar, civardaki robot değerlere, ruhun tahayyül ettiği şeyi noktası noktasına nakleder ve bunun sonucu olarak robot varlıklar kesifleşerek ruhun tahayyül ettiği şeyi objektif varlıklar halinde meydana getirirler. Bunlar, dünyadakilere göre daha seyyal, şeffaf, ışıklı ve renklidirler.
Dünyada mevcut bulunan insan, hayvan, bitki ve cisimlerin veya herhangi bir hâdisenin, ahirette aynen tezahür edebilmesi için onun ruh tarafından tahayyül edilmesi yeterlidir.
Şayet per, ruhu, herhangi bir hâdiseyi hatırlayarak tahayyül etmesi için zorlarsa, ruh istemese dahi o hâdiseyi düşünmeye ve tahayyül etmeye mecbur kalır. Ruhlar, varlıklarına bağlı bulunan per değerinin tahayyül ettirmek istediği şeyi tahayyül etmeye mecburdurlar. Tahayyül edince de otomatik olarak yayımladıkları şualarla robot varlıkları kesifleştirir ve tahayyül edilen aynı varlık ve hâdiseleri objektif olarak meydana getirirler. Per, ruhun her istediğini tahayyül etmesine tahdit de koyabilir. Meselâ ahirette cehennem azabı çekmesi gereken bir ruhun, dünyadaki güzel hatıralarını tekrar yaşamasına müsaade etmez.
Tahayyül ile var etmenin diğer bir şekli de ruhun, per değerinin zoru olmadan doğrudan doğruya tahayyül etmesidir. Fakat, ruh hatırladıklarını tahayyül etmemek imkânlarına da maliktir. Şayet o, hatırladığı fena bir hatırayı tahayyül ederek tekrar yaşamak istemezse ve bunun da böyle olmasına perce bir mahzur görülmezse, ruh hatırladığını sadece hatırlamakla kalır, tahayyül ederek tekrar yaşamaz.
Per, ruhun dünya ve benzeri yerlerdeki icraatını kaydeden ve değerlendiren, yüksek imkânlara malik bir robot değerdir. Ruhların cennet veya cehennem hayatı yaşayabilmelerinde en mühim rolü oynayan, yine aynı per değeridir.
Ruh, ahirette günah ve sevapları ile başbaşa kalmıştır. Artık onun vicdan azabını hafifletecek maddî vasıtalar ve teselliler de mevcut değildir. Per değerinin yardım, kontrol ve baskısı altında tahayyül kabiliyetlerini kullanarak, dünyadaki icraatları olan hâdiselerin karşılıklarını ahirette yaşarlar.
Ahiret hayatlarını, dünya ve benzeri yerdeki dekor içersinde geçiren ruhlar çoğunlukla geri ve orta derecede tekâmül etmiş ruhlardır. Yüksek seviyelere erişebilmiş ruhların ahiret hayatlarını, maddî hayatı andıran bir muhitte geçirmeleri lüzumsuzdur. Çünkü onlar ahiret hayatında, maddî hayattakinden çok daha üstün güzelliklere erişmiş ve bu güzellikleri his ve idrak etmek imkânlarına malik bulunan ruhlardır.
Geri ruhlar ise, gerilikleri oranında maddeye bağlıdırlar. Onlar manevî güzellikleri görme ve hissetme mertebelerine henüz yükselememiş olduklarından, bir an evvel tekrar dünyaya dönerek pek sevdikleri maddeye kavuşmak isterler, fakat per değeri onları serbest bırakmaz ve dünyada günah sayılacak icraatlarının karşılıklarını onlara yaşatmaya başlar.
Günahkâr bir ruhun per değeri, o ruhun vicdanına baskı yapar ve ruh bir taraftan icap eden hadiseleri hatırlayıp tahayyül ederken, diğer taraftan da vicdan azabı çekmeye başlar. Perin müdahalesi ile istemediği şeyleri düşünüp tahayyül etmeye başlayan ruh, bir anda kendisini tahayyül ettiği muhitte bulur. O, bu muhitten kurtulmak ister, fakat buna imkân yoktur.
Ahirette cehennem azabı çekmekte olan her günahkâr ruh, en uygun şekilde cezalanır. Orada işlenen suçların çeşidi kadar değişik cezalar mevcuttur. Fakat istisnasız hepsi son derece kuvvetli bir vicdan azabı ile yanıp tutuşurlar. Bu, öyle müthiş, öyle kahredici, öyle yakıp kavurucu bir azaptır ki; dünyadaki ateş, onun verdiği ızdırabın, acının, zerresini bile veremez. Bu ızdırabı madde dünyasında yaşayanların tasavvur edebilmelerine imkân yoktur.
Ahirette cehennem azabına sebep olan günah’a gelince; bu bir insanın yapılmaması gerektiğini idrak ettiği halde, kendisine hâkim olamıyarak kasten yaptıklarıdır. İdrak edilmeden yapılan fenalıklar ise günah sayılmazlar. Meselâ bir çocuk, yapılmaması gerektiğini idrak edemediği için, kendisine hiçbir zararı olmayan bazı hayvanları öldürürse, bu hareket günahla sonuçlanmaz. Keza bir hareketin sevap olabilmesi için de, idrakli ve bilinerek yapılmış olması icab eder. İdraksizce yapılan iyilikler iyilik olmazlar. Meselâ yolda birini lâfa tutarak başına gelecek bir kazaya mâni olmak, sevap sayılmaz.
Bunun tetkik ve değerlendirmesini sür’atle yapan ise; eskiden, “her insanın sağ ve sol omuzunda oturmakta olup, günah ve sevabını kaydeden melekler” şeklinde izah olunan “per robot manevî değeri”dir. Çünkü asırlarca evvel insanlar, manevî varlıkları maddesiz olarak düşünebilecek duruma daha yükselmemişlerdi.
Ruha bağlı bulunan per değerinin vazifesi, sadece işlenen günahların karşılıklarını ruhlara çektirmekten ibaret değildir. O, sevapları da aynen günahları zaptettiği gibi zapteder ve karşılıkları olan mükâfatları otomatik olarak değerlendirerek hesaplar.
Meselâ dünyada karşılaştığı bütün zorluklara rağmen dürüst kalmış, kanun ve doğruluk dışı yollara sapmamış, karşılaştığı bütün fenalıklara iyiliklere karşılık vermeyi başarabilmiş bir insan, arzu ettiği güzel şeylere malik olamadan ahirete göçmüş olabilir. Ahirette ise malik olmak isteyip de olamadığı bu iyi ve güzel şeyleri per değeri ona hatırlatır, o da bunları tahayyül eder etmez kendisini arzularına kavuşmuş bulur. Fakat bu kavuştukları dünyada arzu ettiklerinden çok daha güzel ve ulvîdir.
Fakat bütün bu anlatmaya çalıştıklarımızdan çok daha güzel, çok daha ulvî bir şey vardır ki, o da ruhun daha yükseklere doğru tekâmül etmek arzusudur. Bir ruh tekâmül ettikçe, daha fazla imkân ve güzelliklere malik olur. Fakat ileri bir ruh, hiçbir zaman daha fazla imkân ve güzelliklere kavuşmak için tekâmül etmeyi düşünmez. Onu yükseklere çeken aşktır.
Bu öyle bir aşktır ki; onu tadan, onsuz bir an bile yaşayamaz, ondaki güzellikleri ise ondan başka hiçbir şeyde bulamaz. Aşk mertebesine erişebilmiş bir ruhta; O’na biraz yaklaşabilmekten, O’nu daha fazla tanıyabilmek ve sevebilmekten daha üstün hiçbir arzu olamaz. Fakat O’na ancak ruhen tekâmül ederek yaklaşılır. Bunu bilen ve idrak eden ruh, sırf O’na biraz daha yaklaşabilmek için; cenneti bırakıp, dünya ve benzeri tekâmül yerlerine inerek zor bir hayat yaşamaya seve seve razı olur ve kendisine tekâmül imkânları sağlayacak bir plânı, per ve diğer varlıkların yardımları ile hazırlamaya başlar.
Buraya kadar izaha çalıştığımız, ahiretteki cennetir[2]. Bir de per değerinden kurtulma mertebesine erişmiş, madde ve sair robot varlıklarla denenme safhalarını geride bırakmış yüksek ruhların cenneti vardır ki, oradaki ruhlar, Tanrının verdiği vazifeler ile taltif edilen çok yüksek varlıklardır. Bu değerdeki ruhların malik oldukları imkân, kudret ve tesir kabiliyetini; her bakımdan madde ile tahdit edilmiş bir dünya hayatı yaşayan insanlara izaha imkân yoktur.
 
223.
ALDANANLAR
 
Gösteriş için yaşayanlar; hayatı gösterişten, iyi yiyip içmekten, eğlenip gezmekten ibaret sayanlar..
Gösteriş için ibadet edenler; gösteriş için mutaassıp olanlar; namuslu gözüküp, ferdi, milleti soyanlar..
Tarla kazanmak için ormanı yakanlar; menfaatleri için başkalarının başını belâya sokanlar..
İbadet ettiğini apaçık göstermekten dünya menfaati umanlar..
Karşılık bekleyerek iyilik edenler; gösteriş için sadaka verenler..
İyiliği, yardımı, öğünmek için yapanlar; yaptıkları yardımı her fırsatta başa kakanlar..
Dedikodu ile ara bozanlar; şeref ve namus ile oynayanlar; ahlâksızlığı ahlâk tanıyanlar..
Paraya, maddeye tapanlar; yüksek sandıkları yerlerden, alçak sandıkları yüksekliklere bakarak, bulundukları yeri zirve sananlar, gururlananlar..
Dünyanın altından geçen ayı üzerlerinde zannedenler, onu başaşağı seyrettiklerini düşünemiyenler..
Gururla dikleştirdikleri başlarının, aşağılara doğru alçaldığını hissedemiyenler..
Çeşitli hırs ve ihtiraslara kapılarak fenalıkları iyiliklere tercih edenler..
Yüklendikleri mes’uliyetleri idrak etmekte zaaf göstererek, mensubu oldukları topluluğa zarar verenler..
Ahlâksızlıklara, fenalıklara rağbet gösterenler; menfaat sağlamak maksadiyle nankörlük veya dalkavukluk edenler..
Allahın yarattıklarını, mezun[3] olmadıklarını bildikleri halde, haklı sebep göstermeden katledenler..
İnsanları kitle halinde manen ve maddeten mahva sevk edenler..
Tıpkı insanlar gibi Allahın emri ile yaratılmış olan hayvanlara eziyet, bitkilere hoyratlık edenler..
Kuvvetsizi ezenler; sakatlarla, çirkinlerle alay edenler..
İyiliklere, fenalıklarla cevap verenler; anaya, babaya, dosta nankörlük edenler..
Emek verenlere, hakkı geçenlere, işleri bitince dirsek çevirenler..
Koyu renklileri insan haklarından mahrum etmek isteyenler..
İdrak ettikleri halde, bile bile suç işleyenler..;
Onlardır suçları derecesinde ezici, perişan edici azabı hak edenler!
Ruhları tarifi imkânsız ağırlıklar altında ezilirken, cehennemin ateşten ibaret sandıkları azabını özleyenler!
Kendilerini bekleyen azabın zerresini bile sınırlı düşünceleriyle idrak edemiyenler!
Ruhları bedenden ayrılınca; o müthiş idrak ve hesap ânı gelip çatınca; mal, mülk, para, çoluk, çocuk, ana, baba, akraba, dost, arkadaş dünyada kalınca; günahlarla yüklü ruh, çırılçıplaktan da çıplak kendisini Tanrı huzurunda bulunca.. Hak ettiği cezaların tarifsiz ağırlık ve azabını üzerinde duyunca;
Tanrım, Tanrım! bu azap, ateşten de fena; bizi cehenneme at orada yanalım, acılar içersinde kıvranalım, sadece, ruhumuzu ezen bu müthiş azaptan kurtulalım.. diyecekler!..
Bu yalvarışlar dinlenilmeyecek! Dünyada çektirdikleri ıstırapların, işledikleri günahların, yaptıkları fenalıkların milyonlarca misli, ruhlarına azap olarak yüklenecek!. İşte, bu tarifi imkânsız yüklerle günahkâr ruhlar ezilecek; pişmanlıklar asla fayda vermiyecek, günahların cezaları mutlak surette çekilecek!..
 
224.
İDRAK VE TEKÂMÜL
 
Her tekâmüle sevk edilen idrakli varlık, kendi kendisine havale edilmiştir. İdraksiz olanlar ise, otomatik olarak tekâmüllerine devam ederler.
İnsan, idrak mertebesine erişmiş bir varlıktır. O da kendi kendilerine havale edilenler arasındadır. Bu, başı boş bırakılmış demek değildir. Bilâkis kendi tekâmül anahtarının kendi eline verilmesi demektir. O, idraki ile ve idrak seviyesinin ona bahşettiği imkânların hudutları dahilinde bir hayat geçirir ve idraki ile (veya idrakli olduğu halde iç güdüsel olarak) daha yüksek idrak seviyelerine doğru yükselir.
Bugüne kadar din kitaplarında bildirildiği şekilde, ahirette bir mahkeme ve hesap günü mevcut değildir. Çünkü orada “gün” diye hesaplanan bir müddet dahi yoktur. Fakat o mahkeme vardır; mevcuttur!.. Her tekâmül etmekte olan varlık kendi mahkemesini kendisi yapar ve lâzım olan cezaya, ki bu ceza değil tekâmülü için bir ihtiyaçtır, kendi kendisini çarptırır.
Bu; dünya hayatı yaşayanlar, madde ile irtibatta bulunanlar için belki zor olabilir. Maddesiz hayatta ise iş böyle değildir. Her şey ihtiyaca ve hakka göre yapılır.
 
225.
HER HÂDİSE FAYDALIDIR
 
Her karşılaşılan hâdise, lâyıkı ile değerlendirildiği takdirde muhakkak faydalıdır. Karşılaşılan en kötü veya acı gelen hâdiseler bile tetkik edildiği ve sebeplerinin üzerinde durulduğu takdirde faydalı olurlar.
En büyük felâketlerden bile gaye, faydadır. Yalnız bu faydayı sadece dünya şuuruna ve tahditli dünya hayatına bağlı olarak düşünmemelidir.
 
226.
ATOMUN ELEMANLARINI PARÇALAMAK!
 
Dünyada mevcut maddelerin esas ana elemanı atomdur. Bu sebeple de “atomdan daha basit olan maddeleri” dünyanın bugünkü imkân ve şartları içersinde parçalamaya ve basitlerine ayırmaya imkân yoktur. Çünkü, dünya ve benzeri yerlerde en büyük enerji, o yerin en basit elemanını basitlerine ayırmakla elde edilir. Bu basit eleman ise atom’dur.
Atomdan daha basit elemanları, meselâ elektronları, dünyanın malik olduğu şartlar ve bugünkü imkânlarla birbirlerinden ayırmak mümkün değildir. Böyle bir tatbikatta başarılı olabilmek için önce dünya üzerinde bu tatbikata elverişli sun’î bir ortam yapmak ve bu ortamda da elektronları basitlerine ayırmak mümkün, fakat mümkün olduğu kadar tehlikelidir de!.
Çünkü bir ortamda, o ortamın en basit maddî mevcudiyetinden daha basit bir maddî mevcudiyetini basitlerine ayırmak demek; o ortamın taşıyamıyacağı bir enerjiyi o ortama tatbik etmek demektir.
 
227.
PERİSPRİ
 
Perispriyi bundan evvelki tebliğlerde muhtelif tarzlarda tarif ettik. Perisprideki per değerini, ser ile mukayese etmemize ve bu mukayeseyi yüzdeli (orantılı) olarak izah edebilmemize imkân yoktur. Zaten madde dünyasında tarifi mümkün olmayan manevî değerleri yüzdeli bir ifade ile izaha hiç imkân yoktur. Fakat sırf anlaşılması için yüzdeli bir şekilde izah edersek, o zaman perispri % 80 kadar manevî % 20 kadar da maddîdir diyebiliriz. Bu özellik, muhtelif hallerde ve muhtelif ruhlarda değişebilir.
Madde ile irtibata geçen perisprideki madde değeri gittikçe artar ve bulunduğu ortamdaki maddelerle beden teşkil eder.
 
228.
HAYAT PLÂNI
 
Var olan hiçbir şey yoktur ki, başıboş bırakılmış olsun. Her şeyin Mutlak Kanun esaslarına göre idare edildiği bir sistemde, hiç şüphesiz ki ruhlar da kendi hallerine plânsız olarak bırakılmış olamazlar.
Ruhların geçirecekleri tekâmül merhaleleri, zaman mefhumu ile izah edilemiyecek olan “ilk oluş”[4] ânında cüz’i serbestîleri de gözönünde bulundurularak hazırlanmıştır. Aslında ruhların iki plânı vardır. Bunlardan birincisi ilk oluş ânında, bütün tekâmül safhalarını ayrıntısız olarak çizen “ana plân”dır. Bu plân, ruhların iradeleri dışında, Mutlak Kanun esaslarına göre hazırlanmıştır.
Bir de, ruhun her tekâmül devresinin başında (meselâ dünyaya inerken) hazırlanan plân vardır. Ruhlar bu plânın hazırlanmasında kendi değerleri oranında rol oynarlar.
Tekâmüle sevk olunan varlıklar, ölüm denen, fakat hakikatte zannedildiği gibi ölüm olmayan hâdiseyi takiben spatyoma yani ahirete intikal ederler. Bir ruhun geçirdiği ve geçireceği her maddeli hayattan sonra ahirete göçmesi icab etmektedir.
Ahiret, ruhların ebediyen kalacakları bir yer değildir. Orası, henüz daha madde ve robot varlıklarla denenme devrelerini geride bırakmamış olan ruhların, dünya veya benzeri yerlerde yaşadıkları vasıtalı hayatlardan sonra uğradıkları bir yerdir.
Orada ruhlar, yapmış oldukları iyilik ve fenalıkların hesaplarını gördükten sonra, gelecek maddeli hayatları için tekâmül ihtiyaçlarına en uygun plânı hazırlarlar. Ruhlar gerek geçmiş hayatlarının muhasebesi işinde, gerekse gelecek hayat plânlarının hazırlanmasında daima per değerinin, diğer robot değerlerin ve üstün seviyelere yükselebilmiş ruhların yardımlarından istifade ederler.
Per değeri, ruha, bir taraftan günah ve sevaplarını devamlı olarak yaşatırken, diğer taraftan da ruhun eksiklerini otomatik olarak tesbit eder ve ona bu eksiklikleri giderebileceği, mümkün olan en uygun bir hayat plânı hazırlayabilmesi için çok mühim yardımlarda bulunur.
Tekâmül plânları, dünya ve benzeri yerlerde geçirecekleri imtihanları, acı ve tatlı safhalarla birlikte ayrıntılı olarak ihtiya eder. Bu plânlar hazırlanırken, ruhların bedenlendikten sonra malik olacakları cüz’i iradeleri de göz önünde tutulur[5].
Bir ruhun tekâmül plânı hazırlanırken, o ruhun üzerinde rol oynayacak diğer tekâmül plânları da göz önünde bulundurulur. Çünkü ruhlar bedenlenmek üzere indikleri yerlerde sadece kendi hayatlarını yaşamazlar. Dünyaya inerek bedenlenen bir ruh, dünyadaki bedenliler üzerinde tekâmül plânları ile alâkalı çeşitli roller oynar. Dünya ve benzeri yerlerde idrakli ve idraksiz olarak yapılanlar veya kendiliklerinden oldukları sanılanlar, mutlak surette tekâmülle alâkalıdır.
Ahirette tekâmül plânları hazırlanan ruhlar, dünya ve benzeri yerlerdeki maddî tesirlerden uzak olduklarından, iradeleri, madde hudutlayışı ve baskısı altındaki iradeleri ile mukayese edilemiyecek derecede kuvvetlidir. Böylece ruhlar olgunlukları oranında tekâmül plânlarına tesir edebilirler.
Daha, vasıtalı deneme safhalarını aşamamış olgun ruhlar da, tıpkı geri kalmış ruhlar gibi per değerinin yardımı ile yaşayacakları dünya hayatının plânını hazırlarlar. Gelişmiş bir ruhun, basit kalmış bir ruha göre ihtiyaçlarını çok daha iyi tesbit edebilmesi doğaldır. Bu yüzden, plânlarını hazırlayan olgun ruhlarla, aynı işi yapmakta olan geri ruhlar arasında büyük farklar vardır.
Meselâ olgun bir ruh, per değeri yardımı ile hazırladığı plânı icabı, madden hayatta karşılaşacağı zorlukların, tekâmülü için lüzumlu olduğunu idrak eder ve onlara seve seve katlanmayı göze alır. İdraklerin bu seviyeye yükseltebilmiş olan ruhlar, per değerinin birçok hassalarını kendilerine mâledebilmiş ruhlardır. Bu gibiler, per değerinin ikazına lüzum kalmadan, kendilerine çok zor ve müşkülâtlar içersinde geçecek bir dünya hayatını reva görürler.
Fakat geri ruhlarda vaziyet hiç de böyle değildir. Onlar, tekâmülleri icabı katlanmaları gereken zorlukları olgun ruhlar gibi hoş karşılamazlar. İşte bu gibi hallerde, per değeri derhal müdahele eder ve ruhu, arzu etmediği plânı hazırlamaya zorlar. Perin bu zorlayışı, ruhta bir iç güdü halinde tezahür eder. Bu, o kadar kuvvetli ve önüne geçilmez bir tesirdir ki, eninde sonunda ruh benimsemek mecburiyetinde kalır.
Yukardaki izahattan da anlaşılacağı gibi per değeri, ruhun olgunluğu oranında az müdahalede bulunur. Ruhlar plânlarını hazırlarken, hariçten de birçok yardımlar görürler. Bunlardan bilhassa yüksek ruhların, geri ruhlar üzerinde teselli edici ve cesaret verici yardımlarından bahsedebiliriz.
Geri ruhların, genellikle, maddeli hayat plânlarını başlangıçta hoş karşılamadıklarını izah ettik. Hoşlarına gitmeyen plânlarla dünya ve benzeri yerlere inecek olan ruhları, yüksek ruhlar teselli ederler, cesaretlendirirler ve onları, yeni başlayacak olan hayatlarının eşiğine kadar yalnız bırakmazlar.
Bu şekilde ruhlar, tekâmül ihtiyaçlarını karşılayacak plânlarını Mutlak Kanun esaslarına göre, başta per olmak üzere diğer robot değerler ve yüksek ruhların rolü ve yardımları ile tamamlarlar.
 
229.
KAPI
 
İnsanlar için bu dünyanın giriş kapısı doğum, çıkış kapısı ölümdür. Gelişle tekâmülün bir safhası başlar ve bu devre gidişe kadar devam eder. Her gidişi tıpkı geliş gibi yeni bir devrenin başlaması takip eder.
Dünyaya tekâmüle gelen her insanın ruh olgunluğunun derecesi ne olursa olsun, gelişi doğumla, gidişi ölümledir. Doğmadan veya doğduktan biraz sonra ölenlerin ise dünyada fazla kalmamaları, plânları icabı bir sebebe dayanır.
 
230.
HAYAT BÜTÜNÜYLE İBADETTİR!
 
İbadetten maksat; ne camiye, ne kiliseye, ne havraya, ne de çeşitli mabetlere gitmektir; ne dua etmek, ne de namaz kılmaktır. Bunların hepsi, hakikî ibadet olan hayata insanları hazırlamaya ve takviyeye yarayan vasıtalardır.
 
231.
FERT, TOPLUM
 
Mutlak Kanun indinde fert[6] ile toplum arasında çok fark yoktur. Bir insan bedeni, o bedeni oluşturan hücreler için nasıl ki bir toplumsa; fert de bağlı bulunduğu toplumda tıpkı bedene ait olan bir hücre gibidir.
Bir toplumun her bakımdan tekâmül edebilmesi için o topluma bağlı bulunan fertlerden sadece birkaç tanesinin iyi olması yeterli değildir. Toplumlar ancak fertlerin iyilik oranlarına göre tekâmül ederler. Ahlâkça bozulmuş toplumların zaman zaman toptan mahvedilmesi, birçok fenanın yanında iyilerin de felâkete sürüklenmesi demek değildir.
Tanrı, mükâfatı hak edenleri ebedî hayatlarında da mükâfatlandırır; tıpkı cezayı hak edip de cezalanmamış gözükenleri ebedî hayatlarında cezalandırdığı gibi..
 
232.
HABEŞ
 
Bir millet veya kavim kitle halinde cezalandırılmaz. Kurunun yanında yaş hiçbir zaman yakılmaz. Cezalandırılmaları veya plânları icabı öyle olmaları gerekenler, bir millet halinde toplanırlar ve aynı mukadderat ile karşılaştırılırlar.
Milletler kaybettikleri imtihanlar için de cezalandırılmazlar. Kaybedilen imtihanların sonucu olarak hak edilen cezayı, o cezayı herhangi bir şekilde hak edenler veya plânları icabı böyle bir şeyle karşılaşacak olanlar bir araya gelerek çekerler.
Evvelce Habeşistan[7] büyük bir devletti. En ileri dini ona yakîn ettik ve Muhammed’e onları İslâmiyete davet ettirdik; onlar yanaşmadılar! Bu sebeple bugüne kadar geri kaldılar.
Habeşistan bundan dolayı geri kalmıştır, fakat aslında geri bir hayat geçirmesi icab edenler, dünya hayatlarında Habeş olarak yaratılmıştır.
 
233.
BEDENLENME (ENKARNASYON)
 
Dünyaya inmek üzere olan bir ruhu ele alalım. Bu ruhun kâinattan geçerek dünyaya ulaşabilmesi ve orada bedenlenebilmesi için, Mutlak Kanun esaslarına göre, evvelâ kâinatın en basit maddesi olan ser zerreciği ile bağlanması icab eder.
Ruhlar, dünya ve benzeri yerlere, madde ile bağlantı kurmadan da inebilirler, fakat bu takdirde indikleri yerde bedenlenemez ve orada yaşayan bedenlilerle de doğrudan doğruya temasa geçemezler.
Ruh, kâinata nüfuz ederken, “varlığına bağlı” per değeri ve hariçteki diğer robot değerlerle varlıklar, onun ser zerreciği ile birleşmesine yardım ederler. Sonuçta; ruh, per ve ser’den ibaret bir sistem hâsıl olur. Bu sisteme perispri denilmektedir; ve perispri, ruhun maddeli hayata girişi ile teşekkül eden bir sistemdir.
Ruh, perispri haline geldikten sonra, kâinata nüfuz ederek kâinat maddeleri ile irtibata geçebilme ve bağlanabilme imkânlarına sahip olmuş olur. Fakat ruhun ser ile irtibata geçmesi ile, ahiretteki melekeleri kaybolmaya ve şuuru bulunmaya başlar. Ruhun, kesifleşen madde âlemlerine nüfuz etmesinden evvel, bu bulanıklık son haddini bulmuş olur.
Şuursuzca kesif madde âlemlerinden geçerek hedefine doğru ilerleyen ruha, muhitteki maddelerle irtibat kurabilmesi için per ve diğer robot varlıklar otomatik olarak yardım ederler.
Dünyadaki mevcut maddelerin esaslarını atomlar teşkil etmektedirler. Dünyada bedenlenecek olan bir ruh, Mutlak Kanun esaslarına göre, ancak dünyada mevcut maddelerle bedenlenebilir; dolayısiyle esîr, elektron ve nihayet atomla irtibata geçmesi ve bağlanması icab eder. Böylece ruh önce kâinata sonra da güneş sistemine ve dünyaya nüfuz ederken, her geçtiği muhitin en basit maddesi ile birleşerek bedenlenip yaşayacağı dünyaya iner.
Şu halde; ruh, per ve ser’den meydana gelmiş olan perispri, ilk halini maddeli hayat devam ettiği müddetçe muhafaza etmesine rağmen, ser vasıtasiyle, plânının icab ettirdiği madde ve kimyasal bileşikleri varlığına bağlamakta, sonucunda da ruha bağlı bir beden hâsıl olmaktadır. Bu beden ise, hayat plânının icab ettirdiği şekli alacaktır.
Bedeni ruha bağlayan bağların birleştikleri nokta, (mecazî bir izahla) ser zerresidir diyebiliriz. Serden de per değeri vasıtasiyle ruha bağlanan bu bağlar, ruhu bedenin her köşesinde var edecek kudrettedir.
Bir taraftan ruh ile per, bu bağlar vasıtası ile bedenin her köşesine nüfuz ederek tesirlerini icra ederlerken; diğer taraftan da bedendeki duyular vasıtası ile dışarıdan alınan izlenimler, yine bu bağlar vasıtası ile ruha ulaşırlar. Bu sebeple ruhu bedenin herhangi bir yerinde aramak doğru değildir; çünkü o bedenin her yerindedir.
*
Dünyada madde ile denenen insanlara, maddesiz hayatı, olduğu gibi anlatmaya imkân yoktur. Bu sebeple ruhun ahiret hayatını, per ile irtibata geçişini, dünya idrak ve realitesi göz önünde bulundurularak, mecazî olarak izah ettik.
Dünyada manevî değerlerin izahı için maddeli izahlara ihtiyaç vardır. Maddesiz hayatta ise herhangi bir şeyi dünya anlayışı ile izaha lüzum yoktur. Çünkü orası; hakikatlere şuur, idrak ve liyakatle erişilen yerdir.
*
Per için: “ruha sınırlı bir tekâmül süresince eklenmiş meleke”de denilebilir. Çünkü per, ruha, ahiret ve maddeli hayatları devamınca tekâmülü için icab eden imkânları sağlar ve mevcudiyetini bizzat o değerler halinde belirtir.
Bu sebeple, “per ruha şu vasfı sağlar” denildiğinde; bunu gözleyen kişi, o vasfı kazanmış ruhun haliyle, o vasfı perin sağlamakta olduğu hali, ancak bilgi ve idrakinin yükselmesiyle daha iyi görebilir. Son tebliğlerimize kadar, ruhların ahiretteki hayatları boyunca, perin mevcudiyeti sebebi ile malik bulundukları meleke ve imkânlar, ruhların kendilerine ait ruhi meleke ve imkânları sanılmaktaydı. Halbuki ruh, perin kendisine hazırladığı imkânlardan çok, hem de pek çoğunu, per ile olan irtibatını çözecek mertebeye yükseldikten sonra elde eder.
Yukarda, perin ser zerresini kendisine cezbetmesi ile per-ser sisteminin kurulduğunu ve bu sisteme ruh ile birlikte perispri denildiğini izah etmiştik.
Bu sistemin teşekkül etmesi ile ruhta, ahiretteki malik olduğu imkânları yavaş yavaş hudutlandıran bir dünya şuuru teşekkül etmeye başlar. Dünya şuurunun tam anlamıyla teşekkülü için, perisprinin dünya ve civarının esas (ana) maddeleri ile bağlanması icab eder.
Bütün bunlar per ve diğer robot varlıkların yardımları ile olur. Çünkü ruh dünyaya inerken, geçirmeye mecbur olduğu istihaleleri[8], tam bir şuursuzluk içersinde geçirir.
 
234.
DEĞER
 
Dünya hayatında bazı şartlar, değerlerin artmasına veya mevcut değerlerin belirmesine imkân sağlarlar ki, bunlardan çoğu değersizlikler şeklinde tezahür ederler. Maddî sıkıntılar ve parasızlıklar bunlara misal olarak gösterilebilir.
Maddî sıkıntılar insanları tefekküre ve değer zenginliğine malik edebildiği gibi, şayet maddî zorluklar o insanı fena ve doğruluk dışı yollardan madde teminine sevk ederse, o takdirde de değersizlik sağlar.
Şu halde; her değer sağlayıcı imtihan vasıtası değer sağlayabildiği kadar değersizlik temin edecek imkânlara da sahiptir.
 
235.
SIKINTI VE ZORLUKLAR NİMETTİR
 
Büyük sıkıntı ve zorluklar, iyi karşılandıkları takdirde en büyük nimetlerdir. Çünkü insanlar, zorluklara karşı iyi ve doğru yollardan ayrılmadan yaptıkları mücadelelerle tekâmül ederler.
 
236.
HATADAKİLER
 
Her hâdiseyi bir keramete atfedenler..
Bazı eşyalardan medet umanlar..
Eşyaların uğurlu veya uğursuz olabileceklerine inananlar..
Günahla alâkası olmayanları günah, sevapla alâkası olmayanları da sevap sayanlar; Allahın hakikî mucizeleri karşısında ise hissiz kalanlar..
Var olanı yok, yok olanı var zannedenler; bilmediklerini öğrenmek istemiyenler..
Hakikatleri, içinden çıkılmaz muammalar haline getirenler..
Sarılınması icab edeni bırakıp, uğur eşyalarından, büyüden; saadet, bereket bekleyenler..
Bir şeyler biliyor gözükmek için, hiç bilmedikleri şeylerden bahsedenler..
Uydurdukları yalanları başkalarına aşılayanlar..
Haksız yere aleyhte atıp tutanlar, yalanlar uyduranlar..
Düşünmeden söylemek yüzünden başlarını dertten derde sokanlar..
Aklı, mantığı, vicdanı olduğu halde; ne aklını, ne mantığını, ne de vicdanını kullananlar..
Ciddiyetini idrak etmek istemedikleri hayatı, işlerine öyle geldiği için, geçici ve basit bir oyun haline koyanlar..
Hesap ânında bir deliğe sığınıp, hak ettikleri cezadan kurtulacaklarını umanlar...
Fenaların azaba, iyilerin ise saadete ereceklerine inanmayanlar..;
Kendi kendilerini gittikçe gömülmekte oldukları bataklıklara daha fazla batıranlardır!..
 
237.
SEVGİ - NEFRET
 
Sevgi iyiliğin, nefret kötülüğün timsalidir. Bir insan sevebildiği oranda büyük, nefret edebildiği oranda da küçüktür. Sevginin nefrete dönmesi ise çok kolaydır.
Tanrıya yakın olanlar, bulundukları yüksekliklere, nefret edebilecekleri şeyleri sevmekle ulaşmışlardır.
 
238.
BEDENLENMEDE HAYAT PLÂNI
 
Ruhlar sadece kendi tekâmülleri için dünya ve benzeri yerlere inmezler; zaten buna imkân da yoktur. Çünkü Mutlak Kanun esaslarına göre tekâmül eden varlıklar, birbirleri üzerinde tekâmül plânlarının icab ettirdiği çeşitli roller oynarlar.
Meselâ bir aileye mensup fertlerin tekâmül plânlarında birçok müşterek nokta bulunur. Keza ruhlar, daima kendi tekâmülleri için dünya ve benzeri yerlere inmezler; sırf başka bir ruha yardım maksadı ile bedenlenen ruhlar da vardır.
Bir annenin, tekâmül plânı icabı, evlâdını kaybetmesi gerektiğini farz edelim. İşte yüksek ve fedakâr bir ruh, birçok zorlukları göze alarak, bu vazifeyi kabul eder ve o kadının çocuğu olarak doğar ve ölür. Böylelikle de o kadına evlât acısı çektirerek ruhî bazı kazançlar temin etmesine vasıta olur.
Yukardaki misalde olduğu gibi, ruhların ıstırap ve sıkıntı içersinde geçecek birkaç dünya hayatında karşılaşılacak zorlukları pek mühimsememek icab eder. Çünkü en uzun dünya hayatı bile, sonsuzluklara doğru uzanan asıl hayatın yanında, bahşedilmeyecek, hattâ an bile denilemiyecek kadar kısadır.
Ruhlar, plânları hazırlarken ekseriya, ıstırap ve üzüntülerle dolu bir dünya hayatını, refah içersindeki bir hayata tercih ederler. Buna sebep, refah içersinde yaşayanların ruhen çok zor inkişaf edebilmeleridir. Fakat olgun ruhların tekâmüllerine refah ve saadet mani olamaz. Çünkü onlar, refah içersinde olmalarına rağmen tekâmül edebilecek seviyelere erişebilmiş yüksek varlıklardır.
Yalnız, tekâmüle yardım maksadı ile, insanların önüne zorluklar çıkarmanın günah olmayacağını düşünenler olabilir. İnsanların birbirlerine kasten yaptıkları fenalık ve birbirlerinin önlerine çıkardıkları zorluklarla; tekâmül plânları icabı karşılarına çıkan zorluklar arasında çok fark vardır. İnsanlar, ancak, birbirlerine ellerinden gelen yardım ve iyilikleri zamanın realitesine uygun olarak yapmak şartı ile tekâmül yollarında ilerleyebilirler.
Bir ruhun ahiretteki vaziyeti ile enkarne olduktan[9] sonraki hali arasında birçok farklar vardır. Dünyaya inerek bedenlenmiş bir ruh, kendi iradesi dışında cereyan eden tesir ve hâdiselerle karşı karşıyadır. Bu tesir ve hâdiselerden birçoğu, ruhun düşüncelerine uymaz, bu sebeple onlara uymamak ve onları yapmamak için, ruh kendi kendisi ile mücadele etmek zorunda kalır. Halbuki ahiretteki bir ruh dış tesirlerden çok, kendi şuurunun, vicdanının ve per değerinin tesirleri altındadır. Kısacası ruh, ahirette kendisine karşı çok daha bîtaraf[10] olabilir.
Ruh, madde üzerinde hâkimiyet kurabilen “tahayyül” kabiliyetine maliktir. Bu kabiliyetini per süzgecinden geçirerek maddeye tatbik eder ve tekâmül plânının icab ettirdiği şekilde bedenlenebilmesini per vasıtası ile temin eder. Çok yüksek ruhlar dışındaki, madde ve benzeri robotlarla denenme safhalarını aşamamış ruhların tahayyül kabiliyetleri, devamlı olarak per değerinin kontrolü altındadır. Per değeri onlara yaşamaları veya tahayyül etmeleri icab eden şeyleri tahayyül ettirir.
 
239.
HAYAT İBADETTİR
 
Hayat imtihandır. Hayatı ibadet, ibadeti hayat olarak benimseyenler, bu yolda yürüyenler; sonunda “tekâmül” mükâfatı bulunan imtihanı kazananlardır.
 
240.
BEDEN ŞEKLİ
 
Bir insanın dünyadaki şekil ve özellikleri o insan hakkında bir fikir verir. Fakat bu fikir yanlış da olabilir. Çünkü o insan, tekâmül plânı icabı kendi ruhî olgunluğunu tezahür ettirmiyecek bir bedenle dünyaya gelmiş olabileceği gibi, o insanın ruhî olgunluğu hakkında fikir ileri sürenin vardığı sonuç da yanlış olabilir.
 
241.
AYNI
 
Aynı olan hiçbir şey yoktur. Birbirinin aynı iki hücre veya iki zerre dahi mevcut değildir.
 
242.
BEDENLENME
 
Petispri, döllenme ile veyahut buna benzer yollarla cinsiyet tesbitini tamamladıktan sonra, merkez, manevî değer olan ruh kalmak şartı ile genişler. İlk zamanlarda hiçbir şekilde tesbit edilemiyecek küçüklükte olmasına rağmen, zamanla sistemler, guruplar teşekkül ede ede genişler; buna büyüme denir.
Beden büyüdükçe per-ser sistemi daima ilâve olan sistemlerine nüfuz eder, böylelikle bedenin her tarafına yayılabilme imkânını sağlar. Ve bu şekilde per-ser sistemi bedenin her noktasına nüfuz ederek ruh ile beden arasındaki irtibatı kurar.
Bir bedende, mevcut canlılar adedince per-ser sistemleri mevcuttur, ancak bunlar en büyük per-ser sisteminin, dolayısiyle bu sistemin bedene bağladığı ruhun emrindedir.
 
243.
BASİT
 
Cisimler basitleştikçe aralarındaki maddî farklar eksilir ve manevî değerleri belirmeye başlar. Bu, cisimlerin basitleşebildikleri ölçüde değerlenişlerinin izahıdır.
 
244.
CİSİM VE DEĞER
 
Cisimler maddî vasıflarını kaybederek değerlenirler; değerlendikçe de tesir ve güçleri artar. Yoğun bir cisim güç bakımından yoğunluğu oranında değersizdir.
Yoğun bir cismi; yoğunluğundan ve ağırlığından istifade ederek kullanmak, maddî kesafetini güce dönüştürmek mümkündür. Fakat bu ancak manevî bir dış müdahale ile olabilir; meselâ ağır bir taşın yerden alınarak fırlatılması gibi.
 
245.
ESÎR’DEN SPERMATOZOİD’E GEÇİŞ
 
Tekâmül ederek insanlık seviyesine erişmiş ruhlar, dünyaya indikleri zaman, eski canlılık devrelerinde geçirmiş oldukları devirleri “idraksizce” tekrarlarlar.
Meselâ, dünyaya inecek perispri, evvelâ esîr ile, sonra da atom ile irtibat kurar ve bunu molekül haline gelmesi takip eder. Perispri, geçirdiği her istihale devresindeki maddenin şekline bürünür. Böylece plâzma haline gelir ve en nihayet spermatozoid haline geldikten sonra, karşı cinsiyetle temasa geçer ve karşı cinsiyetin per’i ile birleşir.
Spermatozoidler, döllenmede “kendi insiyatifleri ile” hareket ederler. Ruh, diğer az tekâmül etmiş ruhları da etrafında toplayarak bedenlenir.
 
246.
TEKÂMÜL PLÂNI
 
Spatyomda hazırlanan hayat plânı, birçok imkânlar içersinde hazırlanır. Bu imkânlar dünyada mevcut değildir. Fakat insan, dünyada ve dünya idraki ile başından geçenleri düşünürse; başından lüzumsuz birşey geçmediğini anlar. Bunu anlayabilmek insanî idrakin yüksekliği ile mümkündür. En ufağından en büyüğüne, en önemsizinden en önemlisine kadar bir insanın başından geçen hâdiseler, onun tekâmül plânı ile alâkalıdır.
 
247.
HER HÂDİSE, İYİYE DOĞRU...
 
Olan biten her hâdise, er geç doğacak iyi bir hâdisenin müjdecisidir.
 
248.
UÇURUM
 
Bir insanı düştüğü çukurdan tutup çıkarırsan, o çukurdan kendi kendine çıkmış sayılmaz. Böyle bir müdahale, onun alacağı derse mani olur. Bunun sonucu olarak da; ilerde daha derin, ellerin kolların uzanamayacağı çukurlara düşmesine sebep olur.
Vazife yolunun bir tarafında yükseklikler diğer tarafında da çukur ve uçurumlar bulunur. Çukurlara düşenler, alacakları dersle, ilerde uçurumlara yuvarlanmalarına mani olurlar.
Çukura düşeni bırak! Kendi kendisini kurtarsın ve alacağı dersle de uçurumlara yuvarlanmasını önlesin.
 
249.
PERİSPRİ
 
Perispri, madde ile olan alâkasını tedricî bir şekilde arttırarak maddeli hayata intibak eder. Bu işin tedricî oluşu, maddî ve manevî değerlerden yayımlanan şuaların dengelenmesi ile ilgilidir.
 
250.
RUH VE DÜNYA
 
Tekâmül ederek insanlık mertebesine erişen ruhlar da, dünyaya indikten sonra, bir müddet eski canlılık devrelerinde geçirdikleri otomatik ve idraksiz hayat devrelerine benzer devreler geçirirler.
Dünyaya inecek ruh perispri haline gelirken (ruh-per halinde iken) ser zerreciği ile irtibat kurarak perispri haline gelir. Perisprideki ser vasıtası ile, ineceği kâinatın en basit unsurunu kendisine cezbederek onu da perispriye dahil eder.
Perispri genel olarak iki kısımdan ibarettir ki; biri manevî, diğeri maddîdir. Perisprinin manevî değer halinde olan kısmı ruh-per halidir; maddeli olan kısmı ise ilerde maddeli hayatının icab ettirdiği şekli perispriye verir ve bu kısmın büyük bir parçası dünyada gelişerek, ölüm sebebi ile ayrılışta da dünyada kalır ki, buna beden denir. Beden, perispriye ek olarak teşekkül eder, ölümle dünyada kalır ve ruh bedenden uzaklaşır.
Perisprinin dünyada kalan kısmına ser de dahildir. Şu halde ruh bedeni terkederken “ruh ve per” halinde terk eder. Ser, dünya hayatı icabı birleştiği ve etrafında vücut teşekkül ettiği için dünyada kalır.
Doğumda, perispriye ekli olarak, bedenin teşekkül edişinde rol alan ser zerreciği, bu kâinata nüfuz ederken esîr zerresi haline gelir ve daha başka sistemler kurarak gelişir. Bu gelişen perisprinin, bir insan halini alabilmesi, bazı şuaların aracılığı ve döllenme yolu ile olur.
Gerek idrak seviyesine erişmiş ve gerekse erişmemiş bulunanların, dünyaya herhangi bir canlı veya insan olarak gelebilmeleri için; o türden olanlar, bedenli olarak bulundukları dünyada bazı manevî şuaların cazibesi ile çekilirler ve birleşirler. İdraksiz tekâmülde bu otomatik bir şekilde olur. İdrakli tekâmülde ise bu safha, alâka ve cazibe şeklinde kendini gösterir ve “cinsiyet” olarak ortaya çıkar.
İdraksiz tekâmülde bitkiler ve hayvanlar, hattâ daha bitki seviyesine erişmemiş varlıklar, otomatik olarak şuaların cazibesine kapılırlar ve tıpkı ser zerreciğinin diğer bir ser zerresini çekmesi gibi birbirlerini çekerek ürerler. Hücre bölünmesi de bunun dikkat çeken bir örneğidir.
İnsan, idrak seviyesine erişmesi ile cüz’i iradesini kullanmaya başlar. Cüz’i irade ise o canlının bazı hususlarda olduğu gibi birleşme hususunda da serbest hareket etmesi, kendisini çekene gitmesi veya idraki ile çiftleşmesi imkânlarını verir. Bu sebeple, Mutlak Kanun Plânı icaplarına göre, idrak devresini yaşayan ruhların üremeleri, idrak seviyesine erişmemiş olanlardan farklıdır.
*
Ruh-per-ser’den oluşan sistem perispri’dir ve muhteviyatındaki[11] ser vasıtası ile madde ortamında gelişebilir. Fakat bu, hiçbir zaman perisprinin insan haline gelmesi için kâfi değildir. Perispri, kâinatta ve dünya ortamında madde bakımından yeterli olgunluğa eriştikten sonra, aksi işaretli per-ser sistemlerinin cazibesine kapılır.
Maddesiz hayatta cinsiyet yoktur. Bu sebeple, ruh-per değeri tamamen manevî ve cinsiyeti olmayan bir değerdir. Fakat per, (+) ve (–) maddî değerleri olan ser zerreciklerini, ihtiva ettiği manevî değer vasıtası ile kendisine cezbetme hassasına maliktir. Ve per değeri, ruh olmasa da, yani ruhla irtibat kurmadan da, bir değer halindedir ve ser zerresi ile birleşebilir. Bu ser zerresi ise (+) ve (–) madde değerinde olabilir. Zira per, bir ser zerresinin madde değeri ne olursa olsun, onu manevî değeri ile çekmektedir.
İşte bu şekilde artı ve eksi “per değerleri bulunan ser zerrecikleri” hâsıl olurlar. Ve aksi işaretlerdeki madde değerleri ile birleşerek, otomatik olarak tıpkı elektron ve atom sistemlerinin hâsıl oluşları gibi, sistemler kurarlar. Böylece dünyada, artı ve eksi “per sistemleri ihtiva eden birçok sistemler” halinde tezahür ederler. Bu sistemler, daima aksi işaretli değerler tarafından çekilirler ve insanların bedenlerinde yer ederler[12]. Ve iyice geliştikten sonra perin yayımladığı şualar o vücudun terkibinde bulunan dahilî şualarla münasebete geçer ve cinsiyet şuaları hâsıl olur.
Bu şekilde bedenlerde daha evvelce yer almış perler vasıtası ile cinsiyet ve cinsî alâka hâsıl olmuş olur. Böylece hâsıl olan cinsiyet, imtihan için gelmek üzere olan ruhları, içinde bulundukları perispri ile kendilerine cezbeder. Perispri, madde değeri (–) olan değer tarafından çekilir ve plânının icab ettirdiği bir vücuda[13] yerleşir. O vücutta, dölleme yolu ile aksi işaretteki “per ve madde bileşimi” ile birleşmeye hazırlanır.
Bu dölleme hâdisesi, yine ruhların plânları icabı plânlanmış ve hazırlanmıştır. Sonuçta ruh, dölleme ile karşı cinsiyete aktarılır. Yani perispri ilk önce erkek olana girer ve bunun da sebebi vardır. Ruh ile per, en son aldığı (–) “cinsiyet değeri” ile erkek vücuduna iner. Spermatozoid halinde, dölleme veya şehvet şualarının aracılığı ile karşı cinsiyetteki bedene aktarılır ve rahimde diğer bir per-ser sisteminden hâsıl olarak döllenmek için gelişmiş sistemle[14] birleşir. Böylece ilerde ruhun bedenlenmesini ve plânının icab ettirdiği şekli verecek olan, döllenme hâdisesi meydana gelir.
Döllenme, ancak perispri ile münasebet kurmuş olan spermatozoid vasıtası ile olur. Ruh ile irtibatta bulunmayan spermatozoidler, kendi canlılıkları ile ve şehvet şualarının tesirleri altında hareket ederler. Birleşme sonucu bir sürü sperma, ana rahmi istikametinde içgüdüsel olarak hareket eder, fakat bunlardan yalnız ruh ile irtibatta bulunanlar ana rahmindeki “per-ser” sistemi ile birleşebilirler.
Eğer ilk bedende birden fazla perispri varsa, ana rahminde bulunan ve adetleri birden her zaman için fazla olan “per-madde” sistemleri ile birleşirler ve bu şekilde ikiz veya üçüz doğum hâdiseleri mümkün olabilir.
Şu halde döllenme, perispri ile bağlantı teşkil eden ve spermatozoid adını alan sistemler tarafından olur. Cinsiyet ise, o vücutta gelişen per-ser sistemlerinin tesiri ile hâsıl olur.
 
251.
DİLEK
 
Allahtan daima iyi şeyler dileyin ve dilerken de aklınızdan geçen iyi temennilerin dua olduğunu unutmayın.
Şayet kendinize iyilikler temenni ettiğiniz kadar başkaları için de iyilikler temenni edebilirseniz, bu sizin için çok daha iyidir. Başkaları, hattâ düşmanlarınız için bile iyilikler dileyebilmek sizlere ummadığınız ve hiçbir zaman umamayacağınız manevî değer ve kazançlar temin eder.
İyilik etmek, iyi temennilerde bulunabilmek ve bunları sadece iyilik olsun diye, karşılık beklemeden yapabilmek sizi yükseltir. Bu yükseklikler, madde ve insan vasıtası ve aracılığı ile erişilmesine imkhan olmayan yüksekliklerdir.
 
252.
İBADET
 
Bile bile fenaya meyletmeden yapılan her güzel iş ibadettir.
 
253.
ŞUUR-VİCDAN
 
Şuur da, vicdan da ruh melekeleridir. Şuur ruhun genel bilgisi, vicdan ise ruhun doğruyu ve eğriyi gösteren melekesidir.
 
254.
PER VE VİCDAN
 
“Per” ile “vicdan” birbirlerine çok sıkı bağlıdırlar. Gelişmemiş ruhlarda per, o ruhun tekâmülüne en uygun şekilde vicdan rolünü oynar. Gelişmiş ruhlarda ise, per değerinin rolünü vicdan alır. Ruhlardaki olgunluk oranında per değerinin rolü azalır ve yerini hakikî vicdana bırakır.
 
255.
PER’İN KAYITLARI
 
Per değeri bir insanın yaptığı her işten haberdar olur ve onu kaydeder. Bir insan ne yaparsa yapsın gerek onu yapmadan evvel, gerekse yaptıktan sonra onun mutlak surette ruha bir yansıması olur. İşte bu yansıma aynı zamanda per’e de olur. Ve per böylelikle hâdiseleri hattâ hâdise haline gelmemiş yani tatbik edilmemiş düşünceleri de kaydeder. Onun kayıt ve zapt etmediği bir şey yoktur.
 
256.
İRTİBAT
 
İnsanlar dünya şuurları vasıtası ile ebedî şuurlarıyla irtibata geçerler. Bu irtibat derece derecedir.
Ebedî şuurları ile olan irtibatı başka varlıklarla zanneden insanlar olduğu gibi, bir de, ebedî şuurları bedensiz varlıklarla irtibatta olup da farkında olmayan insanlar vardır.
Ebedî şuurları zengin olanların, bilmedikleri bazı şeyleri dünya şuurları ile yansıtmaları, bu öz bilgilerinin bedensizlere affedilmesine sebep olduğu gibi; bedensizler tarafından verilen bilgileri de kendi öz bilgileri zannedenler mevcuttur.
Vazifeli olanlar ise, bilgi ile doldurulur, sonra vazife göreceği yere gider, orada da en yüksek varlıkla temasa geçerek bu bilgileri kolaylıkla alır ve açıklar.
 
257.
RUH VE “MADDELİ HAYAT” PLÂNI
 
Ruh perispriyi, kendi enerjisi, otomatik yardımlar ve per ek değerinin aracılığı ile husule getirerek tekâmül plânını tatbik için dünya veya benzeri tekâmül okullarına iner. Bu inişin bir hazırlanış devresi vardır ki, genellikle tedricî[15] bir surette devam eder.
Ruhlar spatyomdan muhtelif sebeplerle dünyaya inerler; bu sebeplerin en başında tekâmülleri gelir. Ruhların tekâmülleri derken sadece dünyaya inmesi mevzubahis olan ruhun tekâmülü akla gelmemelidir. Ruhlar kendi tekâmüllerini ve münasebette bulunacakları ruhların da tekâmüllerini ihtiva eden tekâmül plânları ile maddeli hayata inerler.
Böyle bir plân tanziminin, dünyanın sınırlı ve dar imkânlı hayatını yaşayanlar için, düşünülmesi dahi çok zordur. Fakat ruh spatyomda, yani ahirette beden ve madde tesirinden uzak bulunduğundan, dünya hayatındakiyle kıyaslanamayacak kadar fazla iradeye maliktir. Bu irade ve bağlı bulunduğu per vasıtasiyle, kendisine maddeli hayatta tatbik edeceği plânı hazırlar.
Ruh, maddeli hayatta, bedeni üzerindeki hâkimiyetini dünya şuuru ile devam ettirir. Spatyomda plânını tanzim ederken, bedenine de, plânına en uygun gelen şekil verilmiştir. Dünyaya indikten sonra artık bu şekli değiştiremez. Plânının icab ettirdiği en uygun şekli kendisinde bulan ruh, bu işte de perin yardımını kullanmıştır. Bu yardımlar daha evvelce de izah ettiğimiz gibi otomatik olarak yapılan yardımlardır.
Bir ruh bedenlenerek dünyaya indikten sonra bedeninin vaziyetinden memnun olmayabilir. Dünya idrakinin, geçirmekte olduğu imtihanları tam mânası ile idrakten aciz olması sebebi ile, bu ve buna benzer şikâyetleri olabilir. Fakat ruh artık plânını yapmıştır, o plân değişmez ve her ne pahasına olursa olsun tatbik olunacaktır.
Bu plânlar yapılırken, plâna, ruhun dünyada malik olacağı cüz’i irade ölçüsünün ve oynayacağı rolün de dahil edildiğini unutmamak icab eder. Kısaca, bir insan, plânında almış olduğu şekli dünya şuur ve iradesi ile değiştiremez.
Bir ruh, plânı hazırlanırken, gelecek hayatında karşılaşacağı hâdiseler karşısında irkilir. Bu irkiliş o ruhun olgunluğu oranında az olur. Çünkü ruh kendi kendine ve per değerinin yardımı ile hazırladığı plânının, spatyom idraki ile, kendisi için ne kadar faydalı olacağını, o sıkıntı ve üzüntülerle karşılaşırsa, hem kendisi hem de diğer tekâmül eden ruhlar için sağlayacağı faydaları gayet güzel takdir eder. Zaten bir ruh için ne kadar hafif imtihanlı olursa olsun, tekrar maddeli hayata dönmek yeterli derecede üzücü bir hâdisedir.
Dünyaya inen ruhlar, hüzün ve neş’e ile imtihan olunurlar. Hakikatte her ikisi de imtihan faktörleridir. Bir ruhun hüzün ile meş’eyi aynı şekilde karşılaması, o ruhun olgunluğunu gösterir. Ruhlar, olgunlukları oranında hüzün ile neş’eyi birbirlerine yakın ederler. Keder ve sevinci (hüzün ve neş’eyi) aynı kabul edebilme seviyesine yükselebilmiş ruhlar, diğer bakımlardan da tekâmül etmiş ruhlardır ve artık madde ile denenmelerinin sonu gelmiştir. Sevinç ve kederi aynı olarak kabul edebilen bir ruhun, idrakinin, sevinç ve kederi aynı açıdan görüp değerlendirebilecek seviyeye eriştiği muhakkaktır.
Maddeli hayatla olan imtihanları son bulmuş yani tekâmül etmiş ruhlar da, maddeli hayata, tekâmülden başka gayelerle inerler. Meselâ bu gibi ruhların vazife için dünya ve benzeri yerlere indikleri görülür. Vazifeli bir ruhun yüksek yardımlarla ve en ön plânda vazifesi göz önünde bulundurularak plânı yapılır, ve o ruh maddeli hayata iner. Bir vazifeli ruhun dünya ve benzeri yerlerde yapacağı vazife, plânında tespit edilir ve o ruh vazifesini harfi harfine tatbik ederek geldiği yere döner.
Ruhların dünya ve benzeri yerlerde gördükleri vazifeler çok çeşitlidir. Bu, bir ferdi iyiye sevk etmekten, dünyayı ikaz ve beşeriyete iyi yolu göstermeye kadar şümullenebilir[16].
 
 
258.
HÂDİSELER
 
Maddeli dünya hayatında karşılaşılan hâdiselerden bir kısmı, mutlak surette karşılaşılması icab eden değişmez hâdiselerdir. Diğer bir kısmı ise, muhtelif gayelere hizmet eden hâdiselerdir ki, bunlardan biri diğeri yerine geçebilir. Yeter ki o ruhun elde etmesi icab eden tekâmül temin edilmiş olsun.
 
259.
BİTKİ-HAYVAN
 
Bitkilerde can, hayvanlarda irade vardır.
 
260.
YARATICILIK HASSASI
 
Bitkilerde can hassası vardır. Doğarlar, yaşarlar ve ölürler. Hayvanlar da canlıdır, fakat onlarda irade vardır. İrade ise, herhangi canlı bir varlığın bir şeyi istemesidir.
İnsanlarda ise tahayyül hassası vardır ki; Tanrının “kendinden” onlara lûtfettiği hassa va kabiliyet de budur. Ona çekinmeden yaratıcılık hassası da denilebilir. Ruhlar, kudretleri oranında tahayyül edebilirler.
 
261.
BİTKİLERDE RUH VE SPATYOM
 
Bitkilerdeki ruhların spatyom hayatları şuursuz ve idraksizdir. İdraksiz ve iradesiz bir spatyom hayatı ise ruhların spatyom hayatlarına benzemez.
 
262.
TEKÂMÜLDE BİTKİ, HAYVAN VE İNSAN SAFHALARI
 
Tekâmüle sevk olunan değerler değersizdirler ve ilk tekâmül safhalarını bağlı bulundukları maddenin tesirleri altında geçirirler. Bunlar maddelerin diğer maddelerle birleşmelerinde veya ayrılmalarında roller oynarlar. Fakat asla oynadıkları rollerden haberdar değildirler ve tamamen robot değerlerin emirleri altındadırlar.
Bitkilerde ilk canlılık safhaları gözükür. Varlıklar bitki bünyelerinde yaşarlar; doğarlar, büyürler ve ölürler. Ölümden sonra da o bitkiyi bırakıp diğer bir bitkiye geçerler. Fakat bir bitkiden diğer bitkiye geçmeden evvel bir spatyom devresi geçirirler. Bu devrede plânları, tamamen robot değerler ile ve kendisine bağlı bulunan per değeri vasıtasıyla yapılır. Buna, ruhların spatyom devreleri gibi bir devre gözü ile bakmak doğru olmaz. Bu, daha ziyade bir plânlama devresidir.
Ancak “ruhluk” mertebesine yükselen varlıklar bilindiği şekilde bir spatyom devresi idrak ederler. Esas spatyom devresi, tahayyül hassası kazanmış, insanlık mertebesine yükselmiş ruhlar içindir. Hayvanların ruhları spatyomda kendi plânlarına pek az bir oranda tesir ederler ki, buna tesir edemezler demek daha doğru olur. Fakat insanlık mertebesine erişen ruhlarda bu durum böyle değildir. Onlarda tahayyül hassası ve hayvanlara kıyasla çok kuvvetli bir irade mevcuttur.
 
263.
İDRAK PLÂNINDAN
 
Biz her varlığımıza, bilgilerimizi, idrak edebileceği plândan verdiririz. Biliniz ki, insanlar gibi hayvanların da bilgiye ihtiyaçları vardır. Biz onlara da en yüksek olduğunu idrak edebilecekleri bir Allah gösteririz.
Bilgilerin menşe’leri birdir ve katımızdır. Verdiriş şekillerimiz ve verme vasıtalarımız ise ayrıdır.
 
264.
MUTLAK KANUN ESASLARI
 
Tebliğlerde daima “Mutlak Kanun esaslarına göre” diye tabirler geçmektedir. Acaba bu nedir?.. Mutlak Kanun esasları nasıl şeylerdir?..
Mutlak Kanun esasları, meselâ “dünyada her şey (+) ve (–) üzerine kurulmuştur.. Erkekler kuvvetlidir ve bu, hayvanlarda da insanlarda da böyledir; bu sebeple böbürlenirler..., kadınlar cilvelidir.., insan doğar, yaşar ve ölür; bitkiler de aynı şekilde maddeli bir hayat geçirirler..,” gibi şeylerdir. Bunlar hep cüz’süz kül halindeki Mutlak Kanunun esaslarının tatbikleridir.
Mutlak Kanundan lüzumuna göre (yukarıda bahsedilenler gibi) hissettiklerimiz, onun “bütün” halinden örneklerdir; yoksa onun parçaları (cüzleri) değildir.
 
265.
HER ŞEY
 
Her şey, Tanrının yüksek tahayyül kabiliyetinin eseridir.
 
266.
SONSUZUN DEVİR EDİŞİ
 
Uçsuz bucaksız büyüklükler maddesizliklerdir. Uçsuz bucaksız küçüklükler ise maddesizliklerde son bulurlar.
 
267.
PLÂN VE CÜZ’İ İRADE
 
Spatyomdan plãn yapılırken o ruhun, dünya ve benzeri yerlerde geçireceği hayatta cüz’i iradeye yer verilmesi, tamamen tekâmül plânı icaplarındandır. Plân yapılırken, dünyada yaşayacağı hâdiselerden bir kısmı olduğu gibi plânlanır, bir kısmının sonuçlanma şekli ise, o ruhun cüz’i iradesine bırakılır.
Spatyomda tamamen tesbit edilmiş olanlara misal olarak; o ruhun maddeli ortamda bürüneceği şekil gelir. Bu, o ruhun tekâmül ihtiyaçları göz önünde bulundurularak spatyomda tesbit edilir. Ruh ilerde maddeli hayatın yaşarken bedenini beğenmezse onu değiştiremez. Çünkü bedeni de onun tekâmülünde evvelce tesbit edilmiş şekli ile rol oynamaktadır. Bir diğer misal de; bir ruhun dünya hayatını yaşarken, elinde olmayan bir sebeple, bir kimsenin ölümüne sebebiyet vermesidir ki; bu da, onun iradesi haricinde kalan bir şeydir. Bu ve bu gibi hâdiseler, o ruh dünyaya inmeden evvel kılı kılına hazırlanmıştır.
Bir de, o ruhun cüz’i iradesini kullanabileceği hâdiseler mevcuttur ki bunlar, “fenalık etmemesinin gerektiği” şekilde tezahür eden hâdiselerdir. Bir ruhun herhangi bir kötü tesire kapılarak birini öldürmesi veya eziyet etmesi, yine o ruhun cüz’i iradesi ile işlediği günahlardır. Kısacası, cüz’i iradenin plãnda yer aldığı mevzular, o ruhun sınırlı bir serbestî ile maddeli dünyalarda denenmesini sağlar. Cüz’i iradenin girdiği mevzuya idrak de karışır, idrak ise bir davranışın, ya günah yahut da sevap ile sonuçlanması durumunu yaratır.
Bunun yanında cüz’i iradeye rağmen muhakkak surette olması plânlanmış şeyler de vardır. Meselâ her iki ruhun da eksikliklerini tamamlaması için; birinin diğer birisine fenalık etmesi, fenalık edilenin dayanarak veya affederek olgunlaşmasına, diğerinin ise idrakine rağmen yaptığı fenalıklarla vicdanını açmasına sebep olur.
Günah ve sevaplar, cüz’i irade ve idrakin rol oymadığı mevzular için söz konusudur.
 
268.
İDRAKİN AÇILMASI
 
Biz, vasıtasız olarak doğrudan doğruya katımızdan indirdiğimiz bilgilerin inanılmasını temin için delil vermeyiz ve buna asla lüzum hissetmeyiz. Biz, bilgilerimizi: bilgi olarak verir ve onu idrak edebileceklerin idraklerini açarız.
Biz, bize ait olanların ispatına lüzum görmeyiz; sadece inanılmasını istediğimiz şeyleri kavrayabilmeleri için, inanması lâzım gelenlere imkânlar hazırlarız.
 
269.
İNSANLAR
 
Bilmediklerini bilmeyen, yahut bilmek istemeyen insanlar!.. Verilenleri alan, kullanan fakat vereni kabiliyetlerince dahi idrak etmek lüzumunu hissetmeyen insanlar! İlmi takdir edip, ilim yolunu seçip; o yolda yürümeyen insanlar!. İnsaniyetten, sevgiden, dostluktan bahseden; dostluktan anlamayan insanlar!.. Aczlerini düşünmek istemiyen, kendilerinin sandıkları fakat aslında sahibi olmadıkları şeylerle gururlanan insanlar!.. Kendilerini büyük gördükçe küçüldüklerini düşünemeyen insanlar. Allahtan, namustan bahseden fakat bahsettiklerinden haberdar olmayan insanlar!.. Namuslarını temizlemek için ellerini kana bulayan günahkâr insanlar!.. İşledikleri suçları topluma yükleyen insanlar!.. Toplumun hor görerek fenalığa sevk ettiği zavallı insanlar!.. Harp eden, adam öldüren, Allahın kendilerine bahşettiği dünyayı sanki kendileri var etmiş gibi hudutlar çizerek memleketleri, insanları, düşünceleri, gayeleri birbirinden ayıran insanlar!.. Harpte adam öldürmeyi şeref sayan, vuran, kıran, öldüren, verilmiş nimetleri kendi menfaatleri için fena yollarda kullanan, kendilerini medeni sayan, vahşetlerinden habersiz gözüken, bildikleri halde adiliklerini, hainliklerini kabul etmek istemiyen insanlar!.. Esas varlığını, beden torbasında işe yaramaz fakat kurtulunmaz bir nesne olarak taşıyan insanlar!.. insanlıktan uzak, cüz’i iradelerini fenalık için fena yollarda kullanarak birbirleri ile yarışan insanlar!.. “İnsan” olabilmeleri için imkânlara sahip oldukları halde insanlıktan uzaklaşan, iyiliklerden, doğruluklardan, güzelliklerden uzaklaştıkça Allahın kaçınılmaz gazabına yaklaşan insanlar!..
Biliniz ve bildiriniz ki; bu tebliğler size bir lûtuf olarak inmiyor. Size sadece doğru yolu gösteriyor ve sizi saadete veya kapkaranlık derinliklere götürecek ip uçlarını veriyor.
 
270.
ZENGİNLİK
 
Zengin yaşayıp fakirler gibi ölecek olanlara ellerindeki maddî zenginliklerini ebedî hayata nasıl aktaracaklarını sor. Ve onlara asıl zenginliğin madde zenginliği olmadığını anlatmaya çalış.
 
271.
OLACAK
 
Harp kalkacak, silâhlar susacak ve dünya daha güzel yaşanır hale konacak. Çorak araziler mümbitleşecek, boş kalmış yerlere ekinler, bitkiler dikilecek, çöller tarla ve ova olacak, şimdiye kadar ot bitmemiş yerler ormanlarla kaplanacak ve insanlar daha güzel yaşayabilmek imkânları bulacak. Dünya, eski dünya kalacak, fakat bugüne kadar faydalanılmayan taraflarından faydalanılacak.
Bunların hepsi ilimle olacak. Allah bu nimetleri de, hak ederlerse yarattıklarına sunacak.
 
272.
TESADÜF
 
Her şeyi Mutlak Kanun esaslarına göre olan bir sistemde tesadüfe yer vermek mantıksızlıktır. Tesadüf yoktur! Fakat tesadüf gibi gözüken şeyler vardır.
Hayattan gaye tekâmüldür. Tekâmüle ise muhtelif merhalelere erişmekle devam edilebilir. Dünya hayatından gaye, bu merhalelere erişmektir. Merhale denen bu hedeflere eriştiren sebepler ise muhtelif olabilir. Tıpkı aynı yere muhtelif yollardan gidildiği gibi.
Şu halde Mutlak Kanunun karşınıza koyduğu hedefler mutlaktır, değişmez. Yalnız, ona erişebilmek için cüz’i iradenizin de rolü ile bazı şeylerle karşılaşırsınız ki, bunlar hakikatte tesadüf olarak gördüğünüz çok önemsiz şeylerdir. Hayattan gaye, karşılaşılan hâdiseler değil, o hâdiseler vasıtası ile tekâmüldür.
 
273.
İBADET
 
Hayat imtihan içindir. İbadet telâkki edilmesi katiyetle bilinmelidir. İbadeti vaktî ibadet’ten[17] ibaret sayanlar; ibadet vakti gelince Allaha yalvarıp sonra bildiğini okuyanlar; kendilerini aldatıp avutanlardır.
 
274.
RUH VE TEKÂMÜL PLÂNI
 
Ruh dünyaya inmeden önce hazırlamış olduğu plânını, dünyaya indikten sonra değiştiremez. Bu hal ruh için zorunludur. Zira ruh plânını dünyada değiştirmek imkânlarına sahip olsaydı, dünyanın muhtelif tesirlerine uyarak plânını da değiştirmeye kalkacak ve tekâmül plânı, bu şekilde, tatbik edilemiyerek bozulacaktı.
İşte bu sebeple ruhlar, maddeli hayatlarına girer girmez ve maddeli hayatta kaldıkları müddetçe plânlarını değiştiremezler. Bu, ruhların serbestî içinde kaldıkları müddetçe plânlarını dünya tesirleri ile değiştirememelerini sağlar ki, ruhların tekâmülü için alınan en mühim tedbirlerden biridir.
Bu şekilde ruh, plânını tatbik ve tekâmülden istifade edebilir. Zaten dünya ve benzeri yerlerdeki maddeli hayatlardan maksat, ruhların tekâmülleri ve daha yüksek mertebelere erişmeleri değil midir?
 
275.
RÜYAYA GERİ DÖNÜŞ
 
Dünyada uyku esnasında görülen bir rüyaya, uyandıktan sonra tekrar geri dönmek ne kadar zorsa; öldükten sonra da dünyaya dönerek, dünya hayatını yaşayanların hayatlarına müdahale etmek o kadar zordur.
 
276.
İYİLİK
 
İyilik de tıpkı fenalıklar gibi plân icabıdır. Onun için; iyilik etmek diye bir şey yoktur, fakat iyiliği idrak etmek, istemek vardır.
 
277.
TANRI
 
Tanrı her şeyi var edendir. Var ettiklerini O’na lâyık aşkla seven ve iyiliklerini isteyendir.
O her şeyi tasavvuru mümkün olmayan tahayyül kudreti ile halk etmiştir. Robot değerleri ve onların kabalaşmasından meydana gelen madde ve benzerlerini var etmiş, tekâmüle sevk ettiği ruhlarını da bunların arasına göndermiştir.
Her şeyin var oluşu Tanrının yüksek tahayyülünün sonucudur. O tahayyül ederek var ettiklerini, Mutlak Varlığının Kanununa göre tekâmüle sevk edendir. O, var ettiklerini seven ve onların iyiliklerini isteyendir. Fakat O, her şeyi istediği anda yok edebilecek kudrettir.. O, anlaşılamamıştır ve anlatılamayacaktır. O, varlığında her şeyi, her kudreti, bütün güzellikleri toplayandır. O’nun varlığına “Varlık” demek dahi hatadır!.
O, var olanları; var eden, seven ve sevilmesini isteyendir. Onda gurur yoktur. Halk ettiklerinden de gururlu olanları sevmez. Onda hırs yoktur, hırslılardan hoşlanmaz. Onda aşk ve sevginin en büyüğü vardır ki; o aşkın zerresini dahi bir insan tadamaz. O; aşkla yanan, tutuşan, O’na yaklaşmak için koşanlara yakındır. Çünkü izahı imkânsız güzellikler O’ndadır. Onları bulacak olanlar da, O’na koşanlardır.
 
278.
SEVGİNİN ÖLÇÜSÜ
 
İnsan herkesi sevmelidir. Fakat dünya, insanların her şeye aynı gözle ve sevgi ile bakmasına engellerle doludur.
Bir insan yakınlarını, akrabalarını, kendisine uzak bulduklarından daha fazla sever. Olgun bir insan da dünyada her şeyi aynı sevgi ile sevemez. Fakat onun sevgi ölçüsü akrabalık ve yakınlıktan çok, değer ve bilgidir.
İnsanlar değerlendikçe, değer ve bilgi sahiplerini severler.
 
279.
BİLGİ
Bilgilerimiz tekâmül şartlarına uygun olarak, geliştirilerek verilmektedir. Bilgi ise, idraki geliştirmek için verilir. Bilgi dediğimiz ve bilgi olarak verdiklerimiz ise hakikatte bilgi değildir! Bilgi; idrak edildiği an bilgi haline dönüşen değer’dir.
 
280.
MUTLAKLAR
 
Tanrının var ederek kendisine tâbi kıldığı, insanî idrakle erişilmez değerler; Mutlaklar’dır.
 
281.
MADDENİN HALLERİ VE DÖRDÜNCÜ BUUD
 
Son zamanlara kadar, maddenin dünya üzerindeki şekillerinin sadece; katı, sıvı ve gaz olabileceği kabul edilirdi. Okulda bir çocuğa, maddenin ne hallerde bulunduğu sorulduğunda çocuk üçten fazla şekil sayarsa, onun maddeyi bilmediğine hükmedilir ve günün realitesine uygun olan bilgiye uyularak, çocuk sınıfta bırakılırdı! Halbuki gazın üzerinde de madde tezahürlerinin olduğu bugün dünyada bilinmektedir. İnsanlar tarafından bilinen bilinmeyen muhtelif menşe’li şualar, gaz üzeri tezahürlerden başka şeyler değildirler.
Biz böyle demekle maddeyi, “katı, sıvı, gaz ve bir de gaz üzeri şualarda tesbit edilen maddî tezahürler” şeklinde dört gurupta toplayarak sınırlandırmak istemiyoruz. Biz ne bu, ne de başka şekilde, hiçbir maddenin hudutlarının tesbit edilmesine taraftar değiliz. Çünkü maddenin bir de; maddî tezahürler üzeri manevî değerlerle karışık hallerde dünyaya tesirleri vardır ki, bunlar “şua” bahsinde manevî şualar olarak izah edilmiştir. Şu halde; “madde, şu şu hallerde bulunur” diyerek kesip atmak ne kadar yanlış hareket ise, onu hudutlandırmak da o derece yanlış bir harekettir.
Buud meselesine gelince; insanların bugüne kadar üzerinde durdukları madde ve buud’u, madde hakkındaki bilgi ile izaha çalışacağız:
Madde için, “katı, sıvı ve gaz hallerinden başka hallerde bulunmaz” denildiği zamanlarda, şuaların “gaz üzeri” tesirlerinden haberi olan yoktu. Şuaların tesirleri[18] ve gaz üzeri maddî tezahürleri öğrenilince, maddenin buudlarının da üçten fazla olduğu düşünülmeye başlandı. Bu misal, ilmin ve insan idrakinin sistemli gelişimini göstermektedir.
Madde, üç halde bulunurken buudu izah edici durumdadır. Meselâ, katı haldeki maddede üç buudu da kolayca tesbite imkân vardır. Bir düzleme dökülen sıvıda ise aşağı yukarı iki buud mevcuttur. Bir gaz zerreciği ise (üç buudlu olmasına rağmen) sembolik olarak buudsuz kabul edilebilir.
Şua tesirleri ise, üç buuda dayalı birçok teorileri alt üst edici durumdadır. Şua bilgisinin derinliklere girildikçe, zaman ve mekân mefhumunun rolleri sınırlanacaktır. Bir insan, şuaların yardımıyla zaman mefhumu ile ölçülmesi imkânsız işler yapabilecek, hattâ hayatı zaman mefhumu dışına çıkarabilecektir. Bu ise “dördüncü” diyebileceğimiz bir buudun mevcudiyetidir.
Şuayı dördüncü buud olarak kabul edersek ve onun, mevcut vasıtalarla izah edemediğimiz realitesinin de üzerinde durulursa, “dördüncü buudun sırrı” apaçık ortaya çıkar.
 
282.
ESKİ-YENİ
 
Eskiyen bir şey yoktur. Madde tesiri altında eski gözüken şeyler mevcuttur. Her eski gözüken şey, yenilerin hâsıl olmasında rol oynar. Böylece hâsıl olanlar da sanıldıkları gibi yeni değildirler.
 
283.
ATOM
 
Harekette olmayan hiçbir şey mevcut değildir. Atomlar da harekettedirler ve atomların bünyesinde bulunan elektronların adetlerine göre o atomların meydana getirdikleri maddeler çeşitli olur.
Atomların çeşitli oluşlarının sebebi, elektron adetlerinin değişik olması ve bu halden hâsıl olan hacim değişiklikleridir.
 
284.
PLÂNLANAN HAYATA İNİŞ VE SPATYOM FARKLILIKLARI
 
Ruhlar hazırlanan plânlarını tatbik yoluyla tekâmül etmek maksadı ile dünya ve benzeri yerlere inerler.
Plânını hazırlamakta olan bir ruh, geçmiş bütün hayatlarını (enkarnasyonlarını) şuurla hatırlar ve ihtiyaçlarını tesbit eder. Bu vaziyetteki bir ruhu, bağlı bulunduğu per değeri destekler ve maddeli hayat plânı, zorlukları ve sıkıntıları ihtiva eder tarzda hazırlanır. Ruhlar, bu vaziyette, daha yüksek ruhların teşvik ve yardımları ile “bir maddeli hayat boyu” devam edecek olan plânlarını hazırlarlar ve bu hazırlık devresinden sonra dünyaya inerler.
Dünyaya inilen spatyomla, dünyadan ayrıldıktan sonra dönülen spatyom arasında büyük farklar vardır. Dünyadan ayrıldıktan sonra dönülen spatyom daima sonsuzluklara doğru genişler mahiyettedir fakat dünyaya inerken uğranan son spatyom merhaleleri ise daima daralan ve sınırlanan bir manzara arzeder.
 
285.
PERİSPRİ
 
Perispri ilk oluşum anlarında esîrden hafiftir. Dünya ve benzeri yerlere adapte olmak için giderek kesifleşir, dünyaya indikten sonra da esîrden ağır bir hal alır.
 
286.
TAHRİP
 
Ruh tahrip edilemez. Tahrip edilebilen ancak maddeden hâsıl olan cisimdir. Maddeyi tahrip ise başka maddeler vasıtasıyla mümkündür.
 
287.
GERÇEK DEĞERİNİ İDRAK
 
İnsanlar, insan olarak yaşadıkları müddetçe hiçbir şeyi esas değeri ile idrak edemiyeceklerdir.
 
288.
DAİMÎ İBADET
 
Vaktî ibadet; aralıksız her an Allahın huzurunda olanlara, huzurda olduklarını hatırlatmak içindir.[19]
Biz, daha evvelki verdiğimiz bilgilerle insanları vaktî ibadete mecbur ettik. Bundan maksat, onları daimî ibadet’e hazırlamaktı. Çünkü onlar ibadeti ancak vaktî ibadet olarak anlayacak durumdaydılar[20].
 
289.
TEKÂMÜL PLÂNI VE TOPLUM
 
Her fert, tekâmül plânına uygun bir toplumda yaşar. O toplum veya hayatı boyunca içersinde yaşadığı çeşitli toplumlar, ruhun tekâmül plânına en uygun toplumlardır. Toplum, ruhların tekâmülü için bir vasıtadır.
 
290.
İDRAKİN PLÂNA YANSIYIŞI
 
Bir ruhun dünya veya benzeri yerlere inmeden plânı hazırlanır ve “madde veya madde benzeri vasıtalı” hayatı boyunca o plânı tatbik eder.
Bu plân hazırlanırken o ruhun tekâmül ederek idrakini geliştirmesi de göz önüne alınmıştır. O ruh, şayet dünya veya benzeri herhangi bir tekâmül okulundaki hayatı boyunca yaptığı işlerle, göstermiş olduğu gayretle gelişmiş ve tekâmül ederek idrakini yükseltmişse; bu idrak yüksekliği otomatik olarak onun maddeli hayatına tesir eder..
Bunun aksi olursa, yani plânı icabı geçirmesi icab eden tekâmül merhalelerini lüzumlu olan sür’atle geçirmez, gecikirse, bu takdirde o insanın yine tekâmül plânına bu hal otomatik olarak yansır. Tekâmül plânları o insanın maddeli hayatta geçireceği hâdiseleri en küçük teferruatına kadar fakat maddeli hayatı boyunca tekâmül yolunda göstereceği gayreti de nazarı itibare alınarak, insan idrakinin kavrayamıyacağı bir mükemmeliyette tanzim edilir.
 
291.
KANUN
 
Ruh, tekâmül gayesi ile inmiş bulunduğu yerde mevcut bulunan maddelerin dışındaki maddelere bedeninde yer veremez.
 
292.
PER-VİCDAN İKAZLARINDA KONTROL
 
Vicdandan zannedilen fakat ruhun derinliklerinden gelmeyen bütün ikazlar per’dendir. Ruhun derinliklerinden gelen ikazlar ise “ikaz” değildirler. Çünkü zaten ruh onu (bu bir kötülük ikazı ise) yapamayacak mertebeye erişmiştir. Bu sebeple o bir “hissediştir”.
Ruhtan geldiği sanılan ikazlara rağmen insan yapılmaması gereken şeye karşı bir alâka duyuyor, onu yapmak istiyorsa; o ikaz per’dendir.
Şayet insan, yapılmaması gereken o şeyi zaten asla yapamayacağını hissediyorsa; o ikaz vicdandandır.
 
293.
YÜKSELİŞ
 
İdrakli tekâmül devresinde insan daima önünde gördüğü yüksek değer istikametinde yükselir, yükseldikçe de önünde yeni ve daha yüksek değerler görür. Bu, dünya hayatından sonra da böylece devam eder.
 
294.
İRŞAD
 
Her şey o kadar güzel cereyan etmektedir ki, bunu insanî idrake anlatmak imkânsızdır. Fakat zaman zaman insanların irşad edilmesi lüzumludur. Çünkü her atılımdan önce o atılıma hazırlanmak icab eder.
Hiçbir peygamber dünyayı ıslah[21] için gönderilmemiş, sadece uyarmakla vazifelendirilmiştir. Bir de insan idrakinin kavramasına imkân olmayan, bu vasıflara sahip bulunmayan insanlara; o kavrayamadıkları şeylerdeki, tekâmülleri ile ilgili bilgiler verilmektedir.
 
295.
“VASITALI TEKÂMÜL OKULLARI”NA İNİŞ ŞARTI
 
Madde, robot değerlerin kabalaşmasından hâsıl olmuştur. Manevî değerler, tedricen kabalaşarak ser haline gelmişlerdir. Ser, robot değerlerin kabalaşmasından, hâsıl olan yegâne tezahür değildir. Sere benzer daha birçok basit elemanlar mevcuttur. Ser bunlardan bir tanesi fakat dünyada ve dünyanın mensup olduğu kâinatta yaşayanları en çok ilgilendirenidir. Çünkü ser dünya ve dünyanın mensup olduğu kâinatta mevcut maddelerin esasını teşkil etmektedir.
Bu sebeple herhangi bir ruhun, dünyaya ineceği zaman, en önce dünyanın da mensubu bulunduğu kâinatın en basit ana unsuru olan ser zerreciği ile irtibata geçerek, dünyada mevcut maddelerle ilk bağlantıları bu şekilde kurması icab eder. Dünyadan ve dünyanın bulunduğu kâinattan başka kâinatlarda denenenlerde ilk önce, ser zerreciğine benzeyen, o kâinatların esas ana unsurları ile irtibata geçmeleri, o kâinatlara inebilmeleri için lüzumludur.
Bu; Mutlak Kanunun icab ettirdiği bir durumdur ki, herhangi bir “vasıtalı tekâmül okuluna” tekâmül etmek gayesi ile inecek olan bir varlık, bunun dışında o okula inemez.
 
296.
SPATYOMDA MADDELİ HAYAT
 
Bundan evvel spatyomun kısımlarından bahsettik. Çünkü spatyom ruha ser refakat ettiği müddetçe maddelidir ve ruh madde ile irtibatta kaldıkça az da olsa madde ölçülen ile ifade edilebilen bir hayat geçirir. Ruhun madde ile olan irtibatı ne kadar fazla olursa, o kadar madde ölçüleri ile ifade edilebilir vaziyettedir.
Buna misal olarak; normal hayatta olan bir hâdise ile rüya görme ânında geçen vakitleri mukayese ederseniz, ruhun maddeye tesiri oranında az zamana çok şey sığdığını görebilirsiniz.
 
297.
MANYETİZMA
 
Ruhun, madde üzerine imkânları oranında tam olarak tesir edebilmesi için maddeyle olan bağlantısının kopmuş olması icab eder. Bir ruh bedenden kurtulduktan sonra madde üzerinde, ancak tesir imkânlarına göre hâkimiyet kurabilir.
Dünya hayatında ruhu maddeye hâkim kılan ve madde üzerindeki tesirlerini arttıran, hattâ maddeyi değiştirmeye sebep olan manyetizmadır. Manyetizma ruhu bedene hâkim kılar ve gerek bedeni teşkil eden maddeler ve gerekse dışarıdaki maddeler üzerinde, ruhun iradesi ile tesirler icra edebilir. İlerdeki tedavilerde manyetizma, bu sebeple çok büyük roller oynayacaktır.
 
298.
VASITASIZ TEKÂMÜL
 
Ruhlar belli bir olgunluğa eriştikten sonra tekâmül yollarında vasıtasız olarak ilerlerler.
 
299.
TEKÂMÜL KADEMELERİ
 
Tekâmüle sevk edilen değerler daha ruh haline gelmeden evvel birçok tekâmül merhaleleri[22] geçirirler. Onlar “değerlenme imkânlarına sahip değersizlikler” halinde halk edilmişlerdir.
Tekâmüle sevk edilen değerler, değerlene değerlene ve birçok merhaleler geçire geçire ruh haline gelirler. Onların ruh haline gelmeden evvel geçirdikleri merhaleler birçok şekillerde tasnif ve izah edilebilirler.
Esas ana hatları göz önünde tutularak, biz bu tarifi şu şekilde yapacağız:
1. Tekâmüle sevk edilen değerlerin tam değersiz olarak, robot değerlerin hâkimiyeti altında geçirdikleri tekâmül devresi; “tam otomatik devre”,
2. Tekâmüle sevk edilen değerlerin robot değerler üzerinde tesirler icra etmeye başladıkları devre; ki biz buna “ilk canlılık belirtilerinin görüldüğü devre” de diyebiliriz.
3. Tekâmüle sevk edilen değerlerin, robot değerler üzerinde otomatik hâkimiyet kurmaya başladıkları devre; “bitkilik devresi”,
4. Bitkiden hayvana geçiş safhası,
5. Hayvanlık safhası,
6. Yaşadığını idrak safhası; “ruh’luk devresi”
7. Yüksek ruhî tekâmül safhası; “neden yaşandığının tefekküre başlandığı andan, neden yaşandığını idrak edinceye kadar devam eden devre”,
8. Madde aracılığı olmaksızın, “insanlık seviyesindeki ruh” üstü tekâmül safhaları.
9. Manevî varlık olarak üstün tekâmül devresine geçiş. Madde ve diğer robot değerler üzerinde tekâmülü oranında hâkimiyet kurduğu devredir ki, bu devre sonsuzluklara doğru devam eden en yüksek tekâmül merhalesidir. Bu devre ruhların “hak ederek”, mükâfat olarak, üzerlerine yüksek vazifeler aldıkları bir devredir.
 
300.
GAYE RUHUN TEKÂMÜLÜDÜR
 
Tekâmül merhaleleri çeşitli yerlerde ve çeşitli vasıtalarla olur. İki ayrı varlığın herhangi bir tekâmül merhalesine erişebilmesi için muhakkak surette aynı robot değerlerle denenmesi icab etmez. Gaye olan, vasıtalar değil tekâmüldür.
Vasıta ne olursa olsun, ruhlar için gaye tekâmül etmektir ve o tekâmülde de vasıtalar çeşitli olabilir. Buna “yollar ayrı olabilir” de denilebilir. Fakat bütün bu yollardan gaye, ruhun tekâmül ederek yükselmesidir.
 
301.
DERT VE SIKINTI
 
Dertleri unutabilmek, başkalarının dertleri ile meşgul olmakla mümkündür. Büyük dert ve sıkıntılarına rağmen başkalarının sıkıntı ve dertleriyle meşgul olanlar yüksek ruhlardır. Bu gibiler, dertli halde bile dertsizliğin huzurunu duyarlar. Böyle olanlar; yükselmek için iyilik etmeyen, fakat iyilik ettikleri için yükselenlerdir.
 
302.
BU BİLGİLERİN BENİMSENMESİ
 
Bu bilgileri her okuyan ve anlayan hayatına tatbik edemez. Bu bilgiler ancak onları benimseyenlerin tatbik edebileceği şeylerdir.
 
303.
MEVCUT MANEVÎ DEĞERLERİN RUHA İLÂVESİ
 
Manevî hiçbir değer kaybolmaz ve hiçbir değer yeniden var olmaz. Ruhların tekâmül ederek arttırdıkları değerleri; gayretleri ile, mevcut manevî değerleri kendilerine ilâve etmeleri şeklinde izah edilebilir.
Mevcut olan ve hak eden ruhlara eklenen bu değerler, ruhların tekâmül yolları üzerinde serpilmiştir. Bu değerler tekâmül etmekte olan en basit varlıkların civarında olduğu gibi, en yüksek varlıkların da civarındadır ve ruhlar bunlara lâyık oldukları oranda malik olabilirler.
 
304.
MUTLAK VARLIK VE TANRI
 
Mutlak Varlık denilen, hakikatte Tanrının, Kanun ve Plânla hudutlandırılmış değerinden başka bir şey değildir. Hakikatte Tanrı, Mutlak Varlıkla ve onun Kanun ve Plânı ile hudutlandırılamıyacak değerdedir.
Tekâmüle sevk olunan değerler yükselerek Mutlak Varlık imkânlarına kadar çıkabilirler fakat yine onun üzerinde, sonsuz yüksekliklerde Tanrı vardır.
 
305.
TAHAYYÜL VE VAR EDİŞ
 
Tanrı bütün var ettiklerini sonsuzluklarla ifade edilemiyecek bir arzu ve tahayyül kabiliyeti ile var etmiştir.
Basit mânada “bir şeyin tahayyülü” demek; o şeyin, mevcut olsun olmasın ruhta suretlenmesi demektir. Tanrı da tahayyül ederek var ettiklerini kendi benliğinde suretleyendir.
 
306.
HER TEKÂMÜL SEVİYESİNE UYGUN
TEKÂMÜL OKULU VARDIR..
 
Ruhlar, dünya ve benzeri yerlere inerlerken istedikleri yere gidemezler ve istedikleri kalıba bürünemezler. Gidecekleri yer ve bürünecekleri şekil tekâmüllerine en uygun olan kalıp ve şekildir.
Dünya ve diğer imtihan yerleri, tekâmüle sevk olunan varlıkların alacakları en uygun şekil ve bedenler ile doludur. Bu şekiller ve bedenler o kadar çeşitlidir ki, her ruh tekâmül seviyesine en uygun gelecek bir kalıbı bunlar arasından seçebilir.
Bir ruhun tekâmül seviyesine en uygun okul, daima o tekâmül seviyesindekilere en uygun kalıp ve bedenler ihtiva eder. Yalnız bunlar o kadar çeşitlidir ki, bunun için; “sayısız tekâmül okulları, sayısız kalıp ve şekillerle doludur” diyebiliriz. Ruhlar bu kalıp ve şekillerle Mutlak Kanun esaslarına göre irtibata geçer ve bağlanırlar. Bu sebeple ruh, bir tekâmül okulunda değil, muhtelif tekâmül okullarında ve muhtelif kalıplardan geçerek tekâmül eder.
Bütün tekâmül okulları ruhlar için birer misafirhanedir. Ruhlar olgunlaşır ve daima olgunluk derecelerine uygun okullar bulabilirler.
 
307.
MADDÎ MESAFE
 
İnsanlar en büyük hataya, Allahla aralarındaki mesafeyi madde ölçüleri ile izaha çalışmakla düşerler.
 
308.
EN KÜÇÜKTE EN BÜYÜK
 
Ser zerreciğinden itibaren maddî tezahüre âmil olan madde esası cevherler, sere doğru küçüldükçe küçülen ve sonsuzluklara doğru küçülerek sonsuz büyüklükler olan hiçliklere ulaşırlar. Bu, asırlardan beri tasavvufun da hissettiği “devir” hâdisesinin sırrıdır.
 
309.
BEDRİ RUHSELMAN VE BU BİLGİLERİN ALINIŞI
 
Bedri Ruhselman’a verilmiş bulunan, bundan önceki yüksek bilgileri ihtiva eden kitabın esas vazifesi; vazifelileri vazifelerine hazırlamaktır. Kitap, en yüksek plânlardan olmasına rağmen plân hassasını haizdir. Çünkü bedenliler, plânlarla, ancak medyom vasıtası ile ve çok defa operatörlü olarak bilgi alırlar.. O bilgileri verdiren ise yine bizdik. Fakat biz, “bu bilgileri” verdirilmiyor bizzat veriyoruz!..
Bu bilgileri alan’a spritizma tecrübelerini kapamamızın sebebi de bu idi. Çünkü o medyum değildir ve asla olamaz! Plân bilgileri, kaçak olarak ona da ancak her insana girebildikleri kadar girebilirler. Onun medyomluğu herhangi bir insanın medyumluğundan ileri değildir. Çünkü medyom, plânlarla irtibat temin eden bedenlilere verilen isimdir. O ise plânlarla irtibatta olduğunu zannediyordu fakat değildi.. Mutlak Din, Allahla insaniyeti tam karşı karşıya bırakan idrak dinidir; şu halde peygamber de değildir.. Sadece bizimdir.
 
310.
HAYAT PLÂNI
 
Bir insanın hayat plânını, mukadderatını; ruhî ihtiyaçları çizer.
 
311.
REENKARNASYON[23]
 
Tekâmül etmekte olan varlıklar için tek bir hayat vardır ki, bu hayat “ilk oluş” ânında başlamıştır ve sonsuzluklara doğru uzanır. Bu tek hayat, tekâmül esasları icabı, birçok hayatlar halinde tezahür eden kısımlardan meydana gelmektedir. İşte bu kısımlardan dünyada geçirilenlerine dünya hayatları diyoruz.
Dünya hayatı, bilindiği gibi doğumla başlar ve ölümle son bulur. Fakat bu başladığından ve son bulduğundan bahsettiğimiz hayat, asıl hayatın pek ufak ve ehemmiyetsiz bir parçacığından başka bir şey değildir. Reenkarnasyon, kısaca; sonsuzluklara doğru devam eden aslî hayatı boyunca ruhun birçok kereler bedenlenerek tekâmül yoluna devam ettiğini açıklamaktadır[24].
İşte, ruhun bedenlenerek dünyaya gelişine, doğum; bedeni bırakarak, tekrar bedenlenmek (veya bedene benzer vasıtalardan istifade ederek) tekâmülüne devam etmek maksadı ile dünyadan ayrılmasına da ölüm denilmektedir. Aslında, ruhlar ne ölür, ne de hastalanırlar!
Bir de, dünyaya gelip gitmelerin, eski Hint inancında olduğu gibi eski hayatlardaki iyilik ve fenalıkların karşılıkları olduğu inancı vardır ki, bu izah Mutlak Tekâmül Nizamı’na aykırıdır[25]. Çünkü hayattan gaye tekâmüldür, tekâmülün de ayrıca çok yüksek gayeleri vardır. Ceza ve mükâfat, dünyaya tekrar gelerek yaşamak için yeterli sebepler olamazlar. Çünkü ruhlar bugüne kadar ceza olarak kabul edilmiş olan manevî ıstırap ve acıları dahi tekâmülleri için lüzumlu ve faydalı olduğundan dolayı çekerler.
Bilin ki, herkesin iyiliğini Allahtan çok kimse isteyemez. O’nun yolu iyiye ve ileriye giden yoldur, fenaya gitmez. Azaptan da gaye iyiliktir. O kimseye fenalık olsun diye elem vermez, azap çektirmez. O’na yaklaşmak güçtür fakat zevki bitmez tükenmez. Hiçbir varlık O’nun büyüklüğünü, iyiliğini, güzelliğini tasavvur edemez. Allah büyüktür, bu büyüklüğün zerresine dahi tefekkürle erişilemez.
 
312.
TEK BİR HAYAT
 
Tek bir hayat, fakat o hayatın “hayatlar” denen birçok safhaları vardır.
 
313.
EBEDÎ ÂLEMLE İRTİBAT
 
Her insan az veya çok ebedî âlemle irtibattadır. Dünya şuurunun bu irtibatı idrak edecek hassasiyete erişmemiş olması, bu halden o insanları habersiz bırakır.
 
314.
DİN DE TEKÂMÜL ETMEKTEDİR
 
Dinler de dahil tekâmül etmeyen, değişmeyen hiçbir şey mevcut değildir.
 
315.
BAK
 
Az konuşuyor diye kibirli denen mütevaziye, çok konuştuğu için âlim zannedilen cahile bak.
Sahte tevazu sahibi kibirliye, gösteriş için iyilik eden hasise, gizli olarak herkese yardıma koşan hasis denen cömerte bak.
Aşk için kötülük eden aşksıza, menfaati için yalan söyleyen kalpsize, mevkî sahibi mevkîsize bak.
Dindar gözüken dinsize; ana, baba, kardeş, evlât veya akraba katili olan, büyük denen küçüğün türbesine, türbesinin koskoca kubbesine ve o kubbenin altında yatan küçüğü büyük sanan düşüncesizlerin ibret alınacak hallerine bak.
Hırsız veya namussuz diye iftira edilen namusluya; kılık kıyafetle dindar gözüken dinsize, cahile bak.
Öldüğü için üzerine taş konan, öyle olduğu halde aranızda yaşayana bak.
Doğumu her şeyin başı, ölümü ise hakikî hayatın sonu sanan bilgisize bak.
Yaşı küçük olduğu halde en yaşlıdan da yaşlı olana bak.
Güzel gözükenin çirkinliğine, çirkin gözükenin güzelliğine, büyük gözükenin küçüklüğüne, küçük sanılanın büyüklüğüne bak.
Hakikatleri hissedenlerin pırıl pırıl parlayan yüzlerine, bedenlerine yansıyan ruh güzelliklerine bak.
 
316.
VAHY İLE DENENEN VAZİFELİ
 
Mühim vazifelilerin hemen hepsi evvelâ irşâd edilerek vazifelerine hazırlanmış sonra da denenmişlerdir. Onların denenmeleri yine kendi arzu ve plânları icabıdır. Bu denenenlerden bir çoğu tebliğlerle evvelâ belirli bir yöne çekilirler ve en nihayet onlara “sen Allahsın!” denir. Bu, Muhammed peygambere de böyle olmuştur, fakat o bunu düşünmemeyi ve sonucunu beklemeyi bilen pek az vazifeliden biridir.
Cibril[26] ona sürekli olarak bunu duyurmuş, fakat o sükût ile cevap vermiş ve bu hususta en ufak birşey söylemeden yoluna ve vazifesine devam etmiştir. Ayna olayı onun denenme örneklerinden sadece biridir. O aynada kendi görüntüsünü görmüş fakat bunu Allahın görüntüsü veya kendini aynada tezahür ettiren Allahın bir görüntüsü olarak kabul etmemiştir. Tanrının kendisine bahşettiği lûtuflar için şükretmesini ve itidalini[27] kaybetmemesini bilmiştir.
Tanrı, halk edip tekâmüle sevk ettiği varlıklarına, idrak seviyelerine göre, lâyık oldukları kadar kendi hassalarından[28] lûtfedendir. O’nun malik olduğu hassa ve kabiliyetlere asla erişilemez. O ve hassaları, O’nun imkânları, asla tasavvur edilemez. Ondaki tevazu da büyüklüğü gibi eşsizdir. Kendini “Tanrı” veya “Tanrıdan” zannedenler, bunun tesirine hattâ gururuna kapılanlar, Tanrı yolunda vazifeye hazır kimseler olamazlar. Çünkü bir vazifelinin vazifeden evvel, nerede olduğunu bilmesi ve idrak etmesi zaruridir.
Tanrı varlıklarının herhangi birisinin şekline bürünebilir!. Fakat asla buna ihtiyaç hissetmez. Çünkü Tanrı insan veya herhangi bir varlığının kılığına girerek, insanlar arasında insan gibi yaşayarak yalan söylemek lüzumunu asla hissetmez. O, fena olduğunu vazifelilerine bildirdiği ve tekâmüldeki varlıklarını ikaz ettiği bir yola asla tevessül[29] etmez. O Tanrıdır! O iyilik, liyakat ve doğruluğun olduğu kadar tevazu ve adaletin de erişilemez, düşünülemez en yüksek noktasıdır.
İnsanın Tanrı olması asla mümkün değildir. Tanrı da hiçbir zaman insan kılığına bürünmez. Doğruluktan uzak yollarla halk ettiklerini denemeye veya irşada asla girişmez.
O, bir insana “sen Tanrısın” da dedirtmez. Onlara “Tanrı” dedirten yine dünyaya gelmeden önceki kendi arzularıdır. Her vazifeli tekâmül etmiş bir varlıktır ve maddeli hayatta geçireceği günleri ve hayatı başlı başına plânlayacak bir durumdadır. O, bunu sırf kendi kendini denemek maksadı ile yapar. Ya bu sözlerin tesirine kapılır, maddeli hayattan sıyrılır; yahut da yine kendi idraki ile bu sözlerdeki mânaları anlar, sabreder, unutarak vazifesine devam eder.
 
317.
MADDE ÜSTÜ
 
Bir insan ki, ümit ve düşüncelerini, dünya ve maddî imkânların üzerine çıkaramaz, o insan dünya hayatı boyunca daima bedbaht olmaya mahkûmdur.
 
318.
İMKÂN
 
Maddî imkânsızlıklar çok defa manevî imkânlar hâsıl ederler.
 
319.
KÂİNATLAR, GELİP GİTMELER
 
Dünya, maddeyi vasıta ederek ruhî gelişme sağlayan tekâmül okullarından biridir. Bedensiz, cisimsiz varlıklar, hakikî değerlerdir. Bunlardan dünyada idrakle tekâmül etmekte olanlara ruhlar denilmektedir.
Bedenlere ait sanılan ruhlara ise, hakikatte bedenler tâbidir. Madde ile tekâmüle sevk edilmiş olan daha basit varlıkların da iştiraki ile, robot varlıklardan vücuda gelen bedene ruhun bürünmesi sonunda hâsıl olan karışıma insan denilmektedir.
Nasıl ki, ruhlar için dünya bir tekâmül yeri ise, beden de, içersinde yaşayan varlıklara bir tekâmül dünyasıdır. Bedendeki basit varlıkların dünya ile temasları, dünyada yaşayan insanların kâinatla temasına benzer.
Bir basit varlık nasıl ki mensubu bulunduğu bedene tâbi ise, kâinat da öylece daha büyük ve manevî değeri fazla olan varlıklara ve sistemlere tâbidir.
Kâinatlardan bir tanesinde bulunan dünyaya, insanlar, diğer tekâmüldeki varlıklar gibi tekrar tekrar gelip giderler. Bu gelip gitmelerden maksat, yüksek gaye ve vazifelere erişebilmek için tekâmüldür.
 
320.
ÇOCUK YAŞINDA ÖLENLER
 
Doğar doğmaz veya çocuk yaşında ölenler, daha çok tekâmül etmek için değil de bazı kimselerin tekâmüllerinde rol oynamak için dünyaya inerler. Bu sebeple, doğar doğmaz ölenlerin çoğu olgun, tekâmül etmiş ve bir vazife için dünyaya inmiş ruhlardır.
 
321.
GIDA HALİNDEKİ ROBOT DEĞERLER
 
Bitkiler cansız gıda ile, yani tekâmüle yardımcı robot değerlerle gıdalanırlar. Bitki ve hayvanların bünyesine giren gıda halindeki robot değerler, canlıların bedenine karışırlar ve o bedenin canlılık hassası içersinde, tâ o bedeni terkedene, yani ölüm hâdisesinin vuku bulmasına kadar bedenin bir parçası halinde tezahür ederler.
 
322.
RUH BAĞIMSIZDIR
 
Herhangi bir ruh, irtibatta bulunduğu madde ne olursa olsun; bağımsız haldedir de!
 
323.
EN DOĞRU
 
Dünya hayatında doğru ve inanılması gereken hakîkat; en doğrunun bilinemiyeceği ve hiçbir şeyin bütün meçhulleri çözülerek öğrenilemiyeceğidir.
 
324.
MUCİZE, AKIL, MANTIK
 
Mucizelere dayalı olarak bildirilen bilgiler, o mucizeyi gösterenin ömrü boyunca ispat edilebilir. Ebediyen inanılması istenenler, mucizelere değil akıl ve mantığa dayalı olanlardır.
 
325.
ÇEŞİT ÇEŞİT DÜNYALAR
 
Dünyadan başka birçok dünyalar, bu dünyalarda da çeşit çeşit bedenli bedensiz, şekilli şekilsiz, maddeli maddesiz varlıklar vardır.
İnsanların tasavvur edemiyecekleri renklerle süslü dünyalar.. Yanyana oldukları halde birbirlerini görmeyen fakat görür gibi hissedebilenlerin denendikleri dünyalar.
Görünmeyen evlerde oturulan, şeffaf[30] zeminlerde dolaşılan, şekilsiz, cisimsiz ağaçların gölgelendirdikleri dünyalar.. Binlerce derece sıcaklıkta tirtir titreşenlerin yaşadıkları dünyalar..
Hiçbir şeylerini insanların tasavvur edemiyecekleri dünyalarda, çeşit çeşit varlıklar yaşarlar, imtihan olunurlar ve tekâmül yollarında ilerlemeye çalışırlar. Dünyada ve diğer dünyalarda hayat aynı intizamla devam eder.
Bütün bu dünyalar ve bu dünyalarda olup bitenler zerre kabilinden dahi, Tanrının büyüklüğünün ve kudretinin izahı olmazlar. Çünkü O’nun büyüklüğünün ve kudretinin tasavvuru dahi mümkün değildir.
Dünya ve kâinatın büyüklüğünü idrak, izahı imkânsız büyüklük ve sonsuzlukların ufacık bir zerresini idrakten başka bir şey değildir. Bu sonsuzluklarla dahi izahı imkânsız olan büyüklükleri idare eden, Allahın Kanunu’dur ve her şeyden evvel Mutlak Adalet’in temsilcisidir.
Kainatlara, insanlara gösterilen alâka, aynen ufacık karıncalara da gösterilir. Bir insanın vücudundaki mikroplarla da o insan kadar alâkadar olunur. Böcekler de tıpkı insanlar ve diğer varlıklar gibi doğarlar, tekâmül yollarında ilerlerler ve ölürler. Fakat bu ölüm bir son değildir. Çünkü onu yeni hayatlar takip eder.
Hayat görünüş itibariyle değişebilir, fakat hiçbir zaman durmaz devam eder. Her şeyin, her hâdisenin, her var oluşun sebepleri vardır. Sebepsiz yere ne yağmur yağar, ne rüzgâr eser, ne de bir yaprak dalından kopup yere düşer. Her şey bir sebep altında olur, her olan şeyden de haberdar olunur.
Denenenlere cüz’i imkânlar verilir. İyilik ve fenalıklar geçilmesi icab eden tekâmül yoluna yanyana serilir. Vakit gelince fenalıklar cezalandırılır, iyilikler mükâfatlandırılır.
Ceza da, mükâfat da, ruhların tekâmülleri için lüzumludur. Tıpkı iyi yoldan fena yola geçenlerin denendikleri gibi, fenadan iyiye dönenler de yine kendi ruhları vasıta edilerek denenirler. Affa lâyık olunca da, vicdan ve per değerleri aracılığıyla affedilirler.
Yaşanan zamanın realitesinin fena addettiği şeyler, yapılmaması gereken şeylerdir. Bir insan, fena olduğuna inandığı bir şeyi yaparsa günaha girer. İdrak edildiği halde bile bile yapılan fenalıkların ve işlenen suçların karşılıkları, ilerde, dünya hayatı yaşayanların tasavvur edemiyecekleri bir ağırlıkla ruhların üzerlerine çöker ve günahkâr ruhları, dünya imkânları ile izah edilemiyecek bir ağırlıkla ezer. Tanrının Nizamı, iyilik ve fenalıkları, en ufak teferruatına kadar kolayca tesbit eder. Bu, her şeyi var eden ve ettiren için çok basittir.
İnsanlar çok kereler idrak edemedikleri lûtufları, Tanrının zulmü veya cezası zannederler. Halbuki Tanrı; her var ettiğine, ihtiyacı olan her şeyi veren, onların ihtiyaçlarını onlardan çok bilen ve onları onlardan çok düşünendir.
O; kâinatları, kâinatlardaki dünyaları, tekâmül etmesini istediği varlıklarının ilerlemelerine vasıta eden ve onları bu yerlere zaman zaman gönderendir.
 
326.
 
KADINLIK-ERKEKLİK
 
Kadınlık, erkeklik, kısaca cinsiyet; olgunlaşma yolunda olanlar için bir tekâmül faktöründen başka bir şey değildir.
Olgunlaşan ruhlar, dünya ve benzeri yerlerdeki tekâmül devrelerini geçirdikten sonra, artık cinsiyetle alâkaları kesilir ve sadece ruh olarak veya bambaşka şekillerde bedenlenerek cinsiyet konusu dışında tekâmül ederler, cinsiyet ve şehvet dışı vasıtalarla ürerler, tekâmül yollarında ilerlerler..
 
327.
DEĞER
 
Manevî değerler, maddî değersizlikler halinde de tezahür edebilirler. Maddî değerler de manevî değersizliklerin sebepleri olabilirler. İşte madde ile denenenler, bu iki değer arasında bocalarlar. Bu bocalayışta, onları değere veya değersizliğe ulaştıracak olan; cüz’i iradeleridir.
 
328.
MUCİZE
 
Mucize göstermiyoruz. Çünkü bilgilerimize mucizeleri görerek tâbi olunmasını değil, idrakle inanılmasını istiyoruz.
 
329.
POZİTİF-NEGATİF VE CİNSİYET
 
Pozitif ve negatiflerle imtihan, dünya ve benzeri yerlerdedir. Hiç şüphesiz ki bundan da gaye, her şeye olduğu gibi ya tekâmül etmek veya tekâmüle hizmettir. Dünyada pozitif ve negatifler çok defa ayrı ayrı cisimlerdedirler ve pozitiflerle negatifler birbirlerini çekerken cisimler de birbirlerine yakın gelirler.
Kadın ve erkek münasebetleri de böyledir. Şehvet, aksi işaretli madde ve manevî değerlerden teşekkül etmiş şuaların birbirlerini çekmesidir. Karşı veya aksi işarete alâka, en mühim imtihan vasıflarından birisidir ki, ruhları daha yüksek şartlara hazırlar.
Dünyadan daha yüksek seviyedeki imtihan yerlerinde yine pozitif ve negatiflerle imtihan vardır. Fakat bunlar ayrı ayrı cisimlerde değil, aynı cisim veya beden üzerindedir. Yani bir ruh, bedeninde kendisini tekâmül ettirecek imkânları bulur. Artık o ruh için ayrı bir kadın veya erkek aramak ihtiyacı yoktur. Çünkü karşı cinse karşı duyacağı aşkı, zaafı, düşmanlığı o kendi kendine karşı duyar. Böylelikle duyduğu aşk veya sevgi yine kendisine tesir eder; şayet kin duyuyorsa bundan azap duyacak yine odur.
Kısaca; kendi icraati veya duyduğu manevî hisler yine kendisine karşıdır ve bu hisleri duymanın yanısıra, duyduğu hislerin muhasebesini de vicdanında yapmak zorundadır. Bu, aynı bedende aksi işaretlerle imtihan tarzıdır. Bu tarzda imtihan edilen yerlerin altında dünya, üstünde ise daha birçok tekâmül okulları vardır.
 
330.
DİN - İDRAK
 
Din, idraktir. Dinlerin ise hepsi bu idraktan ve bu idrakin hazırlık devrelerindendir.
Bu idrake varanlara hoşgörümüz fazladır. Fakat bu hoşgörü hiçbir zaman yapılmaması icab edenleri yapmak konusunda olmayacaktır. Çünkü biz bütün hakikatleri apaçık, pırıl pırıl, boşuna bildirmiyoruz; boşuna, bilinmesi imkânsız yüksekliklerden deliller vermiyoruz.
Biz insaniyetin önüne, dini idrak ettirecek ve onları her türlü teşevvüşten kurtaracak yolu koyuyoruz. Onlar isterlerse bu yolun yanındaki fenalıklar yolundan da yürüyebilirler. Her zamanki gibi, imtihanlarında onları serbest bırakıyoruz.
 
331.
VAZİFE
 
Manevî vazife, manevî değerdir; manevî değerler için ise zaman mevzubahis değildir. Geciktirilmekle bir şey kaybetmezler; fakat o vazifeyi geciktirenlerin kayıpları çok büyüktür. Çünkü kaybedilecek; vazifedir. Vazife, maddeli hayatta belki bir yük gibi gelebilir, fakat hakikatte, manevî hayata da yansıyacak, ruhu zenginleştirip yükseltecek en faydalı değerdir.
Mükâfat vazifedir.
Manevî vazife ise, ruhu yüksek değerlere eriştiren bir değerdir.
 
332.
EBEDÎ ŞUURUN BİLGİSİ
 
Her bedenli, ruhî tekâmülünün derecesinde bilgi idrak edebilir.. Şayet bir bedenli herhangi bir sebeple ruhen tekâmül ettiği halde tekâmül derecesinin icab ettirdiği bilgiye sahip değilse, yahut hakkında o şekilde hüküm veriliyorsa, bu hüküm dünya şartlarına göre doğru fakat hakikatte yanlıştır. Bu dereceye yükselebilmiş bir insanın aslî şuuru o bilgilere sahiptir. Bu sebeple böyle bir insana hakikatler içah edilir edilmez derhal anlar. Bu, hakikatte yeni bir bilgiyi öğrenmesi değil, hariçten yapılan tesirlerle ebedî şuurunun malik bulunduğu bilgileri dünya şuur ve idrakine geçirmesidir. İşte verdiğimiz bilgiler de bu seviyeye erişenlerin, bilgilerini dünya idrak seviyelerine yansıtabilmeleri içindir.
 
333.
SEVGİ
 
Sevgi, herhangi bir sübjektif değeri takdirden doğan ve sübjektif olan değerdir.
 
334.
YAPILAN VE SÖYLENEN
 
Dünyada, söylenmeden yapılan fenalık ve âdiliklerden çok, yapılmayan fakat yapılacağı söylenen sözler üzerinde durulur.
 
335.
TEKÂMÜL DÜNYALARINDA “DEVİR”
 
Ruhların dünyadan başka diğer tekâmül yerlerine tekrar tekrar gitmelerini izah için reenkarnasyon tabirini kullanmak doğru olmaz. Çünkü diğer tekâmül dünyalarındaki ruhlar, bu dünya maddelerinden hâsıl olan et, kemik gibi maddelerle bedenlenmezler[31].
Ruhlar indikleri tekâmül yerlerinin şartlarına uygun olarak bedenlenirler ve öyle tekâmül yerleri mevcuttur ki, oralara inen ruhların bedenleri, madde ile tahdit edilmiş anlayış imkânlarıyla hiçbir şekilde tasavvur edilemez.
Reenkarnasyon tabiri sadece dünyada yaşayan insan ve hayvanlar için geçerlidir. Ruhların dünyadan başka gidip yaşayabilecekleri daha birçok yerler mevcuttur. Onların beden veya bedene benzer tekâmül vasıtalarına bürünerek, tekrar tekrar yaşamak için robot varlıklı muhitlere inmelerine devir denir.
Ruhlar, robot varlıklardan istifade ederek tekâmül ettikleri müddetçe, tekâmül okullarının birinden diğerine devrederler veya arka arkaya aynı yere inerler. Arka arkaya dünyaya inen ruhların devrine, reenkarnasyon denir. Mutlak Tekâmül Kanunu’na göre devir, ruhların tekâmülü için şarttır, fakat reenkarnasyonun tahakkuku şart değildir.
Şayet bir ruh, tekâmül safhalarından bir kısmını dünyada geçirdikten sonra tekrar dünyaya gelmez ve tekâmülüne başka bir yerde devam ederse, evvelden dünyada edinmiş olduğu bilgi, görgü ve tecrübelerin bir çoğundan yeni gittiği yerde faydalanamaz. Çünkü her tekâmül yerindeki hayat, o tekâmül yerinin ana robot varlığının karakterini taşır. Meselâ dünyanın esas ana robot varlığı madde’dir. Bu sebeple, hava denilen maddeyi teneffüs eder, madde yer içer, madde sever ve ancak maddeden duyular vasıtasiyle bir şeyin mevcudiyetini tesbit veya hissedebilirsiniz. Dünyada her şey madde aracılığı iledir.
Aslında “tekâmül yeri” veya “dünyalar” gibi ifadeler de, sadece maddeli muhitlerde ve maddeyi izah için kullanılabilecek, madde ile tahditli ifadelerdir. Maddeden başka robot varlıklarla tekâmül edilen yerleri ve dünyaları, tarif için kullandığımız, “yer” ve “dünya” gibi maddî mefhumlar ise, elde başka imkân mevcut olmaması sebebi ile kullanılan, fakat madde olmayan varlıkları izah için yetersiz ifadelerdir.
Madde kâinatındaki bütün tekâmül dünyaları, birbirlerinden az veya çok farklarla ayrılmaktadırlar. Fakat, tekâmülü sağlayan dünyalar, sizin de mensubu bulunduğunuz kâinatta bulunanlardan ibaret değildir. Sayısız kâinatlar ve bu kâinatlarda da sayısız tekâmül yerleri mevcuttur. Diğer kâinatlardaki tekâmül dünyalarının esas ana unsuru madde değildir. Bu sebeple, madde hudut ve imkânlarınızla onları hiçbir zaman düşünemiyecek, tasavvur etme imkânı bulamayacaksınız.
Ruhlar tekâmüllerinin ilk safhalarını, hiç bilmedikleri yerlerde değil, eskiden bilip tanıdıkları, daha kolay intibak edebilecekleri muhitlerde geçirmek isterler.
Tekâmül yollarında bir hayli ilerlemeye muvaffak olabilmiş ruhlar ise, çoğunlukla böyle düşünmezler. Onlar daha çok yeni ve tanımadıkları tekâmül yerlerine giderek oralarda elde edebilecekleri bilgi ve görgülerle değerlerini arttırmak yol ve çarelerini ararlar.
Dünya ve sair tekâmül yerlerinde gelişmiş ve ilerlemiş ruhlara aranızda da tesadüf edebilirsiniz. Gerçi bunları, ilk bakışta, dış görünüşleri ile diğer insanlardan ayırmaya pek imkân yoktur, fakat onlar, halleri ve düşünceleri ile öbür insanlardan ayrılırlar.
Bilhassa yazarlar ve güzel san’atlara mensup kimseler arasında bu gibilerine sık sık tesadüf edilebilir. Onların realiteleri, ekseriya, mensubu bulundukları toplumun realitesinden üstün bir realitedir. Onlar maddeden çok ruha değer verirler. Gösteriş, kibir, gurur ve taassuptan hoşlanmazlar; menfaatlerine düşkün değildirler. Başkalarının hakkına hürmet ederler, âdil, çalışkan ve dürüsttürler. Kıskanç ve bencil olamazlar. Yapmış oldukları iyiliklere karşılık beklemezler. Hallerinde, tavırlarında, sözlerinde riya yoktur. Bu sebeple, ekseri biraz pervasız konuşurlar fakat kalp kırmamaya gayret ederler.
Fakat bütün bu iyi ve güzel vasıflarına rağmen, mensubu bulundukları toplumda yadırganırlar. Bu yadırganış, Mutlak Tekâmül Kanunu’na göre gayet doğaldır. Çünkü toplumlar ekseri, evvelâ kendi mevcut realitelerinin üzerindeki realitelere erişebilmiş fertlerini, anlayamadıkları için tenkit ederler; hattâ hor görerek değersizlikle dahi itham edebilirler. Fakat zamanla, onları yavaş yavaş anlamaya başlar ve getirdikleri üstün realiteyi benimseyerek tekâmül yollarında ilerlerler.
 


[1] mütekâmil: Yeterli derecede tekâmüle ulaşmış, tekâmül etmiş.
[2] Cennet cennet dedikleri
Birkaç köşkle birkaç huri,
İsteyene ver sen onu
Bana seni gerek, seni...
diyen Yunus Emre’nin kastetmiş olduğu cennet, ahiretteki cennet hayatıdır ki; ruhların aslî cenneti olan yüksek mertebelere, Allahın cazibesine (aşkına) kapılmış olarak yükseldikçe yükselen varlık için bu cennet, ancak oyalayıcı bir makamdır.
[3] mezun: izinli; müsaadeli; yetkili.
[4] oluş: Tanrının, tekâmüle sevk edeceği varlıkları ve bu varlıkların tekâmül etmelerine hizmet edecek olan robot varlıkları yarattığı, Mutlak Varlık Nizamını kurarak, bu varlıkları Mutlak Nizam’ içersine sevk ettiği, (tekâmülün) başlangıç olayı.. Ki bu olay, “ezelde” denilerek tarif olunabilecek kadar önce olmuştur. Bunun daha iyi idrak olunabilmesi için bu varlıkların ve bu nizamın “başlangıçsız bir süre”den beri (hep) var olduğunu düşünmek en uygunudur.
İslâm literatüründe “ilk oluş” olayı, “Kalûbelâ” olarak isimlendirilmiş olup; olay “Elest Meclisi” adı verilen bir toplantı olarak tasvir edilmiştir. Allah, ruhları yaratıp bir araya toplamış ve onlara: “Elestü birabbiküm” (Ben, sizin Rabbiniz değil miyim?) diye sormuş; onlar da “Belâ” (Evet) diye cevap vererek, o andan itibaren, kıyamet günü sona erecek olan tekâmül yolculuğuna çıkmışlardır.
Kur’ân’ın 7. suresinin 172. âyetinde bildirilen bu olay, “ilk oluş” olayının insan idrakine göre sembolize edilmiş şeklidir. “Evet dediler” mânasında olan “kalübelâ” sözü ile ifade edilen bu olayın, “haberimiz yoktu” gibi bir mazerete engel olmak için tertip edildiği de yine aynı surenin 173. âyetiyle bildirilmiştir.
[5] cüz’î irade (cüz’î serbestî): Allahın kaide ve kanunlara bağlamış olduğu tekâmül nizamı içersinde her varlık bu nizamın “küllî irade”sine tâbidir. Yani, kendi arzu ve isteği (iradesi) dışında birçok oluşumun içersindedir. Meselâ kendi iradesi dışında bir baba ve anneden belli bir ülkenin bir şehrinde belirlenmiş bir beden yapısıyla doğar. Hayatının birçok mühim olayı da hep kendi seçimi olmadan ortaya çıkmaktadır. Yine küllî irade’ye boyun eğerek bedenini terk ettikten sonra dahi manevî hayatında birçok tâbi olması gereken kanun ve olaylarla karşı karşıya kalır. Fakat her şeye rağmen insanların hayatlarında geçirecekleri hâdiseler tamamen kendilerinin dışında bir irade ile takdir edilmemektedir. İnsanlara hür iradeleriyle kararlar alabilecekleri ve sonuçlarından da kendilerinin sorumlu oldukları (determinizm) serbest alanlar bırakılmıştır. İyi ve kötü arasında aklını kullanarak seçim yapan insanı bekleyen azap ve huzur (günah ve sevap) ise, bu hür iradesiyle davranışlarının sonuçlarıdır ki; küllî irade kanunlarının geçerli olduğu nizamın içinde kişinin hür olabildiği saha içindeki iradesine, kişinin cüz’î iradesi (cüz’î serbestîsi) denilmektedir.
[6] fert: Birey.
[7] Habeşistan: Etiyopya.
[8] istihale: Bir halden başka bir hale geçiş; başkalaşım (Fr. metamorphisme).
[9] enkarne olmak (enkarnasyon): Et bağlama; etlenme; bedenlenme.
[10] bîtaraf: Tarafsız; objektif.
[11] muhteviyat: Kendisini meydana getiren şeyler; içindekiler.
[12] Erkek ve kadın bedenlerinde birleşme öncesindeki oluşumlar.
[13] Erkek vücuduna.
[14] Yumurta.
[15] tedricî: Azar azar ve derece derece ilerleyerek geçiş yapan.
[16] şümullenme: Çok şeyi içine alma, geniş kapsamlı olma.
[17] vaktî ibadet: Günün belirli zamanlarında yapılan, vakitle sınırlı ibadetler.
[18] Fotoelektrik (fotosel) olayı gibi (1905; Einstein).
[19] Bkz. Bilgi no. 216.
[20] (Namaz ve yol gösteren ibadet, beş vakit olarak farzedildi. Fakat âşıklar daimî namazdadır. O sarhoşluk, o başlardaki mahmurluk, ne beş vakitle yatışır, ne beş yüz bin vakitle. “Beni az ziyaret et” sözü, âşıklara göre değildir. Doğru özlü âşıkların canı, pek susuzdur. “Beni az ziyaret et” sözü, balıklara göre değildir. Çünkü onların canları, deniz olmadıkça hiçbir şeyle ünsiyet edemez.) Mevlâna, (Mesnevi, MEB, İst. 1966, 4. baskı, Veled İzbudak çevirisi, cilt VI, sayfa 211, beyit 2669-2672) (Peygamberin, Ebuhürey’ye “Beni az ve arada bir ziyaret et de sevgin artsın” dediği rivayet edilmiştir.)
[21] ıslah: Fenalığı giderip iyileştirme, düzeltme; eksiklikleri tamamlama.
[22] merhaleler: Aşamalar yaparak yükselinen kademeler.
[23] reenkarnasyon: Tekrar ete bürünme; öldükten sonra, ruhun yeniden bedenlenerek dünyaya doğuşu.
[24] Bu gerçek, Kur’ân’da; “Siz insanlar halden hale tahvil olunursunuz” (sûre 84, âyet 19) ifadesiyle bildirildiği gibi, reenkarnasyon Kur’ân’ın daha başka birçok yerlerinde de açıklanmaktadır. Meselâ, Ra’d sûresinin (sûre 13) 5. âyetinde: “Toprak olduktan sonra tekrar dirilecek miyiz şaşarız buna, derler. Asıl şaşılacak olan, onların bu şaşkınlıklarıdır” denilmektedir. Fakat Kur’ân’ın indirildiği çağda hitap ettiği toplum realitesinin geri, idrak seviyesinin basit oluşundan ve ruh gerçeğinin bilinmemesinden, dirilme hâdisesi; bedenen mezara gömülen cesedin oradan yeniden geri çıkacağı biçiminde anlaşılmıştır (sûre 27, âyet 67) “Kafirler dediler ki; bizler ve babalarımız toprak olduktan sonra mezardan mı çıkacağız”. Veya yine dirilme hâdisesi, kıyamet olaylarıyla karıştırılarak yorumlanmıştır. (Sûre 2, âyet 28) ve (sûre 22, âyet 66)’da benzer ifadelerle: “Allahı nasıl inkâr ediyorsunuz ki, sizi ölü iken O diriltti, sonra yine sizi O öldürecek, yine sizi O diriltecek ve nihayet yine yalnız O’na döndürüleceksiniz” denilmektedir. Burada tekrar dirilmeyi “Ahirette dirilmek” olarak tefsir etmek yanlıştır, çünkü ölüm sözü beden için kullanılır ve dirilen de bedendir, ruh ise hiç ölmez ki dirilsin! Tekrar dirilmek, ruhun yeniden bir beden sahibi olmasıdır. Ve âyetin son kısmında, bu ölüp dirilmelerin sonsuz uzamıyacağı, ruhun yükselerek Allahın yüce âlemlerine döneceği bildirilmektedir.
Kur’ân’ın sırlarına gerçekten nüfuz etmiş bir din ulusu olan, kendisini ise “Kur’ân’ın bendesi ve Muhammed Mustafa’nın yolunun toprağı” olarak tanıtan Mevlâna Celâleddin; “Şayet söylediğim sözlerin Kur’ân’ın dışındaki şeyler olduğunu iddia eden kimse olursa ona küskünüm, o sözden de bezmişim” demektedir. (Rubâîler; A.Gölpınarlı 1964, Remzi Kitabevi İstanbul, s. 152 no. 112) Mesnevi’sinde: “İnsan önce cansızlar ülkesine gelmiş, cansızlıktan bitkiler âlemine geçmiştir. Yıllarca bitki olmuş, bu âlemde ömrü sürmüştür de, bir zamanlar cansız bulunduğunu bilmez. Bitkilikten hayvanlığa geçince de bitki olduğu zamanı hiç hatırlamaz. Böylece nihayet, insanlık âleminde akıllı, bilgili ve yüce bir hal alır. Fakat önceki akılları hatırlamadığı gibi, bu akıldan da geçip değişeceğini aklına bile getirmez. Nihayet bu hırs ve istekle dolu akıldan da kurtuldu mu; yüzbinlerce şaşılacak akıllar görür!.. Gerçi uyumuştur, önceki ahvali unutmuştur, fakat hiç onu bu unutkanlık âleminde bırakırlar mı ki?.. Yine o uykudan uyandırırlar, uyanınca kendi haline güler! Nasıl oldu da doğru düzgün halleri unuttum der.. (Mesnevi, MEB-İst.-1966, 5. Baskı, Veled İzbudak çevirisi, Cilt IV, beyit 3637-3660) Bir başka yerinde ise:
“Ben cansızlardandım.. Öldüm, yetişip gelişen bir varlık; bitki oldum. Bitkiyken öldüm, hayvan suretinde zuhur ettim. Hayvanlıktan da geçtim, hayvanken de öldüm de insan oldum. Bir hamle daha edeyim, insanken öleyim de melekler âlemine geçip kol kanat açayım.” (Aynı basım, Cilt III, beyit 3901-3903) demekle; “melekler âlemi” diye vasıflandırdığı yüce manevî âlemlere kadar olan tekâmülü gözler önüne sermekte, reenkarnasyonu ise daha geniş bir çerçeve içersinde ele almaktadır.
[25] “Tenasüh” denilen bu inançta, meselâ bir brahmanı öldüren kişinin bir sonraki hayatında ceza olmak üzere dünyaya yaban domuzu olarak geldiğine inanılır.
[26] cibril: Haber meleği, Cebrail.
[27] itidal: Ölçülülük, aşırı olmama hali.
[28] hassa: Bir kimse veya şeye mahsus olan hal.
[29] tevessül: Başvurma, girişme.
[30] şeffaf: Saydam; transparent.
[31] Çünkü reenkarnasyonun kelime anlamı, “yeniden ete bürünme”dir.