1.
ŞUURLU İNANÇ HAKKINDA
Bu kitap, Şuurlu Tekâmülü izah eden kitaptır. Peygamberler vasıta edilerek ayrı ayrı kavimlere onların ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde bilgi verilen devirler, Adem’le başlamış, Muhammed’le kapanmıştır. Adem ilk, Muhammed de son peygamberdir.
Ayrı ayrı peygamberler tarafından zaman zaman indirilen bilgiler zamanın şartlarına ve toplumların ihtiyaçlarına göre tanzim edilmiş bilgilerdir. Hepsinin menşe’i ve gayesi aynıdır. Başka başka görülmelerinin sebebi ise, her devrin ihtiyaçlarının ve realitelerinin başka başka oluşudur. Çünkü bilgiler daima devrin realitesi göz önünde bulundurularak verilir, fakat mevcut realitenin daha üstündeki bir realiteye hitab eder. Bunun böyle oluşunun gayesi, toplumu üstün realiteye çekip yükseltmektir. Bu sebeple, verilen bilgiyi tanıtmakla vazifeli olanlar, birçok zorluklarla karşılaşırlar. Bu zorluklar, aslında onlara pek büyük manevî kazançlar temin eden zorluklardır.
Hakikatte “dinler” değil, “din” vardır. Adem’den Muhammed’e kadar bütün peygamberler, ayrı ayrı dinlere değil; tekâmül gayesi ile indirilen, önceden yadırganan, sonradan benimsenen bilgilerle, hakikatte aynı gayeye hizmet ettikleri halde; görünüşte birbirlerinden farklı oluşları, ayrı ayrı dinlere mensup olanlar arasında zaman zaman öldüresiye mücadeleler çıkmasına sebep olmuştur. İnsanlar inandıklarını, inandıkları şekilde savunmuşlar ve bu şekilde, din yolu ile verilen bilgileri daha iyi benimseyebilme imkânlarına sahip olmuşlardır.
Zaman zaman ve aynı gaye için indirilen, fakat insanlar tarafından başka başka olduğu zannedilen bütün bilgiler; insaniyetin tasavvur edemiyeceği bir mükemmeliyette indirilen bilgilerdir. Peygamberler devrinde indirilen bilgilerle şimdi vermekte olduğumuz bilgiler arasında ise çok büyük farklar vardır.
Eski devirde indirilen bilgiler, peygamberler vasıtası ile kavimlere bildirilir ve onlardan bu bilgilere itaat etmeleri istenirdi. Kısaca, o devrin bilgileri; Tanrının, yapılmasını mutlak surette emrettiği bilgilerdi.
O bilgileri öğrenip onlara itaat etmemek günah, günahın karşılığı ise ceza idi. Peygamberler devrinde yapılmaması gereken bir şeyin çok kereler neden yapılmaması gerektiği izah edilmez veya devrin realitesine göre anlaşılacak bir şekilde, daha çok mecazî yollardan faydalanılarak anlatılırdı.
Muhammed’den evvelki bazı peygamberler, tekâmülle alâkalı bilgileri tebliğ etmekle vazifelendirilmişlerdi, fakat bildirmekle vazifelendirildikleri bilgilerin nedenlerini o zamanki realite anlayacak seviyede değildi. Bu sebeple sırf kavimlerine itimat telkin edebilmeleri için peygamberlere bazı mucizeler göstertildi. İşte, peygamberlerin zaman zaman mucizeler göstermelerinin sebebi, nedenleri izah edilmeyen bilgilerin halk tarafından itimatla karşılanması içindi.
Muhammed vasıta edilerek indirilen Kur’ân’la; Şuurlu Tekâmül’e din yolu ile ilk adım atıldı. Kur’ân, peygamberler dinini, Şuurlu Tekâmül inancına bağlayan kitaptır. Kur’ân’la din devri kapanmış, inanç devri açılmıştır.
Dinler, beşeriyeti inanç devrine hazırlamıştır! Dinler insanların inancının bir kısmı olmaktan ileri gidememişler, sadece beşeriyeti inanç devrine hazırlamışlardır. Çünkü inanç, bir varlığın esası olan ruhunundur! Beşeriyetin din devrinden, Şuurlu İnanç devrine geçebilmesi için birçok tekâmül merhaleleri geçirmesi gerekiyordu.
Hangi dine mensup olursa olsun bir insanda daima din hudutlarını aşan bir inanç mevcuttur, ilk insanlarda bile bunu görmek mümkündü. Acaba neden hiçbir din insanların inancı haline gelememişti!?.. Gelemezdi!.. Çünkü:
Şuurlu inancın anlaşılabilmesi için; evvelâ insanların biraz olsun ruhu tanımaları gerekiyordu. Bu ise kolay kolay olabilecek bir iş değildi.
Şuurlu bir inancın teessüs edebilmesi için; ruhun tanınması da kâfi değildi. Onun teessüsü için, ruhu ve ruhun esas olduğunun bilinmesinden doğan mes’uliyetleri de tanımak gerekiyordu.
Şuurlu İnancın benimsenmesi için; beşeriyetin kendi kendilerine emanet edilerek yaşadıklarını bilmeleri ve hayatlarını, din devrinde mecazî misaller olarak verdiğimiz cehennemden veya toplum kanunlarından korkmadan düzene sokmak ihtiyacını hissetmesi gerekirdi. Bunun için de Şuurlu İnanca girmeden evvel insanların neden kendi kendilerine emanet edilerek yaşadıklarını açıklamak gerekiyordu. İşte biz, evvelâ bunun nedenini anlatıp, sonra da beşeriyete Şuurlu Tekâmül yolunu açıyoruz!
Görülüyor ki, peygamberler devrinde tebliğ edilenlere “körü körüne itaat” emredildiği halde, Şuurlu Tekâmül’de sadece yapacağı hareketlerin sonuçları, inkâr götürmeyen bir tarzda izah ediliyor ve beşeriyete din devrinin tamamen aksine, tam bir hürriyet veriliyor; fakat buna rağmen insanlar, bu hürriyetlerini, ellerinde olduğu halde fena ve fena olduğu için de tekâmüle aykırı yollarda kullanamıyacak hale getiriliyor.
Herhangi bir dini kabul ettim diyen veya o dine mensup olarak doğanların o dinden sayılmaları yerine Şuurlu İnanca geçmek, ancak realitesini Şuurlu İnanç seviyesine yükseltmekle mümkün oluyor. Şuurlu İnanç seviyesine yükseldiği halde Şuurlu İnancın icab ettirdiği yolda yürümeyenler ise, isterlerse görünüşte Şuurlu İnancı kabul etmiş görünsünler, yine de kayba uğruyorlar.
Görülüyor ki; Şuurlu İnançta “Ben Şuurlu İnancı kabul ettim” demekle o seviyeye yükselinemiyor veya Şuurlu İnanç seviyesine yükselindiği halde “Ben onu kabul etmiyorum” diyerek onun disiplininden kaçmak da, ilerde azaba gark olmaktan insanları kurtaramıyor. Dinlerin emirle ve cehennem korkusu ile yaptırmaya çalıştığını, Şuurlu İnanç en büyük serbestiyi vererek yapıyor.
Hakikatte Şuurlu İnanç seviyesine yükselen, dünyada yaşayan insanlar değil, bizzat dünya okuludur. Fakat dünya denilen tekâmül okulunu, Şuurlu İnanç seviyesindeki bir okul haline getiren ise; tekâmül ederek bugünkü idraka ulaşmış insanlıktır. Bütün bu izahattan anlaşılacağı gibi, Şuurlu İnanç Devri, ancak uzun bir din devrinden sonra yükseltebilecek olan bir realitedir.
Şuurlu İnancı kabul edenlerden en fazla mes’uliyetle yüklü bulunanlar, “inanç yolunda vazifeli olanlar”dır. Çünkü Şuurlu İnanç, bir varlığın sadece dünya hayatını ve o hayatı müteakip yaşayacağı ahiret hayatını değil, bütün hayatlarını ilgilendirir. Dinlerde, tekrar tekrar dünya ve benzeri yerlere inişlerden açıkça bahsedilmeyişinin sebebi de budur. Çünkü dinlerin hududu, dünya ve onu takip edecek ahiret hayatı ile hudutlanmış ve dinler hakkında verilen bilgiler de bu hudutlar gözönünde bulundurularak verilmiştir.
Herhangi bir dinin mensubu olan bir fert, o dinin yap ve yapma dediklerine kendini uydurmaya çalışır. Neticede bir mahkeme huzuruna çıkacağını bilir, fakat o mahkemenin kendi varlığında olduğundan ve asla ondan kaçmasının mümkün olmadığından haberi yoktur. O, huzuruna çıkacağı mahkemenin kendisini affedeceğini umar fakat bir ruhun geçmişte işlediği bir günahtan dolayı, kendi kendisine ne kadar zor affedebildiğini bilmez...
Dinine bağlı birisi işlediği günahlardan dolayı zebanilerin kendisini ateşe iteceğini bilir, belki de bir kolayını bulup bundan kurtulabileceğini umar. Halbuki ateşle mukayese edilmeyecek tarifi imkânsız manevî azaplar içersine, kendisini yine kendisinin iteceğini bilmez...
Şuurlu İnanç sahipleri ise bütün bunları bilen, bildikleri için de çok yüksek mes’uliyetler yüklenmiş olan, tekâmül etmiş varlıklardır. Onlar, Şuurlu İnanç yolunda liyakatleri ile yürüyebildikleri takdirde daima ve din devrini yaşayanlarla mukayese edilmiyecek bir sür’atle yükselir, yükseldikçe de değerlenirler.
Beşeriyete Şuurlu Din tohumlarını ilk serpen Sokrat’tır. O Şuurlu İnancın, Tek Allah prensibine dayanan dinlerin esaslarının iyice yayılma arifesinde gelen ve vazifesini tam anlamıyla ifa eden bir vazifelisidir. Ona; Şuurlu İnancın, teşevvüs devrindeki ilk vazifelisidir de denilebilir. Gerçi o, Şuurlu İnancın esaslarını ve nedenlerini izah etmemiş, fakat binlerce sene sonra ancak anlaşılabilecek bir yolun başlangıcını işaret etmiştir. Bu sebeple de ona peygamber denilmemiş ve Şuurlu İnancın ilk vazifelisi olma pâyesi verilmiştir.
Ondan sonra gelen peygamberler, bilhassa İsa ve Muhammed, sistemli olarak Şuurlu İnanca uzanan din yolunu çizmişler ve bu yol Kur’ân’la hitam bulmuştur. Kur’ân din ile inancın mezcolduğu kitaptır.
Ondan sonra dünyanın muhtelif yerlerinde metapsişik tecrübeler başlamış ve spiritizma yolu ile çeşitli bilgiler elde edilmeye başlanmıştır. Bu, ilerde vereceğimiz Şuurlu inanç hakkındaki bilgilerin yadırganmaması için olmuştur. Birçok vazifeli varlıklar, beşeriyeti, alabilecekleri oranda Şuurlu İnanca hazırlamışlardır.
Şuurlu İnanç hakkındaki en yüksek bilgiler Bedri Ruhselman’a bildirilmiştir. Fakat bu bilgilerin açıklanması ve tamamen Şuurlu İnanç halinde beşeriyet önünde açıklık kazanabilmesi için verilmekte olan bu bilgilere lüzum vardır. Bedri Ruhselman’ın vasıta edildiği kitap öyle bir kitaptır ki; ufacık bir söz onu Şuurlu Tekâmül kitabı halinde tezahür ettirir. İşte o kitaba ve verilmekte olan bu bilgilerin kitabına, şu vermekte olduğumuz bilgiler önsöz mahiyetindedir.
Aslında bu bildirilmekte olan bilgilerle Bedri Ruhselman’a bildirilenler arasında hiçbir fark yoktur ve aslında aynı olan iki şey, aynı gayeye, Şuurlu Tekâmül’e hizmet etmektedir.
2.
ŞUURLU İNANÇ VE DİNLER
Bu bilgiler, mevcut dinlerin ve bilhassa bu dinlerin en sonuncusu olan İslâmiyetin bir izahıdır.
Dinler, Şuurlu İnanç devrine hazırlık okullarıdır. Her din talebelerini bu okula hazırlar, bunu yaparken de zamanın yeniliklerinden ve icaplarından faydalanırlar. İslâmiyet birçok yenilikler getirmesine rağmen, her biri bir tekâmül faktörü olan bu yenilikler, hurafeler ve bâtıl içersinde kaybolmuştur. Kur’ân’da bâtıla ve mucizelere yer verilmediği halde, İslâm’ın esasına vâkıf olacak değere yükselemeyip, İslâm içersinden çıkan ve İslâmı vasıta ederek boy gösterenlere kapılanlar, hakikat sandıkları bâtılın içersine gömülü olanlardır.
Şuurlu İnanca girmek için mutlak surette bir okulda tahsil görmüş olmak şart değildir. Çünkü dünya, zaten beşeriyeti o inanca hazırlayan bir okuldur. Şuurlu inanca geçmek için lüzumlu olan, sırf likayattir. Şuurlu İnanç, yapılması ve yapılmaması gerekenleri nedenleri ile, zamanın realitesine göre karşılıkları olan manevî kazanç ve kayıplarla birlikte bildirir. Onun esaslarına uyanlar, pek kısa olan dünya hayatlarında dahi huzur ve saadete erişirler.
Şuurlu inanç yolu ile bildirilenler, bu seviyeye gelmiş kişilerin, liyakatleri oranında değerlendirerek kendilerine mâledebilecekleri, mâlettikten sonra da kendilerini yine kendileri vasıtasıyla o yolda yürümeye sevk eden bilgilerdir. Beşeriyetin şuur ve vicdanla benimseyerek; şuurla, inançla tekâmül yollarında yürüyecekleri bilgilerdir.
3.
SOKRAT
Sokrat, “Tek Allah” prensibine dayanan din devrinin en mühim vasıtalarından biri olan İsa’dan önce gelmiştir. Onun vazifesi, insaniyeti akıl ve mantık yoluna yöneltmekti. O, bu iş için ve hazırlıklı olarak geldiği dünyada, hâdiseleri akıl, mantık ve vicdan süzgecinden geçirerek değerlendirmeyi ilk öğreten vazifelidir. O, peygamberler devrinde yaşayan ve beşeriyeti Şuurlu Tekâmül’e hazırlayan bir eşiktir...
O, peygamberlerin çalışma sistemleri ile değil, Şuurlu İnancın çalışma sistemi ile irşâd etti. Söylediklerini ille kabul ettirmek istemedi. Bunların doğruluklarını ispat edecek mucizeler göstermedi. O, beşeriyeti, söylediklerini anlayabilecekleri realiteye yükseltmek için çalıştı ve insaniyeti bu realiteye yükseltecek ipuçlarını tanıttı. Onun sistemi, pozitif ilmi izah metodları idi ve bugünkü Şuurlu inancın dayandığı metodları ilk defa o getirdi. Onun peygamberler gibi çalışmayışı, ille “bana inanın” demeyişi ve insanlara sadece neye ve nasıl inanabileceklerini anlatması ona peygamber vasıfının verilmesine mani oldu.
Böyle olması da icab ediyordu... Çünkü o, asırlar boyunca idrak edilemiyecek olan Şuurlu İnancın yavaş yavaş gelişecek olan tohumlarını serpmekle vazifelendirilmişti. Bu sebeple ona peygamber denilmiyecek fakat o, asırlar sonra Şuurlu Tekâmül devrinin ilk vazifelisi ve öncüsü olarak anılacaktı.
Muhammed ise, hem peygamber olarak çalışmış hem de Şuurlu İnancı beşeriyete yerleştirecek hâdiselere vasıta olmuştu. Onun hem Şuurlu İnanç vazifelisi hem de peygamber olarak tezahür edişi, vazifesi icabı peygamberlik vasıflarından faydalanmasının gerekmesindendi. Bu suretle Muhammed, hem son peygamber, hem de Şuurlu İnancın beşeriyette şuurlanmasının ilk âmilidir. Çünkü Sokrat’ın Şuurlu İnanç yolundaki çalışmaları, beşeriyete ekilen tohumlara benzer. İşte o tohumlar İslâmiyet’le yeşermeye başlamışlar ve bugünkü izahlara zemin hazırlamışlardır.
4.
TEŞEVVÜŞ
Teşevvüş, zannedildiği gibi fena ve lüzumsuz bir şey değildir. Eski inançlarına itimadı sarsılan ve bunu açıkça söylemek ihtiyacını hisseden bir insan ekseri cemiyette hor görülür. Fakat bu vaziyetteki bir insanı, cemiyetin elinden tutması, ona eski inancını takviye eden yeni bilgiler vermesi icab eder.
Dikkat edilirse burada “eski inancını takviye eden” dedik, “eski inancının yerine” demedik. Böylelikle de eski inançların sadece bir yüksekliği ile takviye edilebileceğini, eskiyi atıp yerine yenisinin gelemiyeceğini söylemek istedik. Bir insana “sen eski inancını at!” demek kadar saçma bir şey olamaz. Çünkü en yapamayacağı şey odur. Fakat eski inancını zamana uygun bilgi ve delillerle takviye ederek, onu zamanın inanç seviyesine çıkarmaya çalışmak en makûl harekettir. İnanç, istenildiği zaman giyilip istenildiği zaman çıkarılabilen bir elbise değildir. Bir defa giyilir ve zamanın icaplarına göre takviye edilir.
Bir insanı, karşılaşmış olduğu hâdiseler, ağır hayat şartları teşevvüşe düşürebilir. Allah’a ve dine karşı olan itimat ve sevgisi bir an sarsılabilir. İşte bu vaziyete gelen bir insanın karşısına daima iki imkân çıkarılır. Bunlardan birincisi teşevvüşünü arttıracak sebepler, ikincisi onu teşevvüşten kurtaracak imkânlar... Ekseri, teşevvüş halindeki insanların en müşkül anlarında, kendilerine yardım eden bir insanı karşılarında buluvermelerinin sebebi budur.
Teşevvüş, tekâmül basamakları aralarındadır ve tekâmülde çok mühim rol icra ettiklerinden, bilhassa teşevvüş içersindeki bir insana karşı takınılması lüzumlu olan anlayışlı hali, bir toplumun gayet iyi idrak etmesi lâzımdır. Çünkü bir toplum, teşevvüş içersinde bulunan fertlerini iyiye sevk edebildiği oranda tekâmül edebilir.
Teşevvüşün sebebi tekâmüldür ve her teşevvüşü, ya bir mertebe üste yükselme veya yine eski yerine dönme takip eder. Teşevvüş hali devamlı bir hal değildir. Buna rağmen, dünyadaki bedenli hayatının tamamını teşevvüş içersinde geçirenler de vardır. Bu hal en fazla, dünyaya kademe değiştirmek için imtihana sevk edilenlerde görülür. Bir ileri plâna geçecek olanların da geçirdikleri bir teşevvüş devresi vardır ki, bu devreye teşevvüş devresinden çok, araştırma devresi demek doğru olur.
Teşevvüş; ebedî şuurun, dünya şuuru üzerine yapmış olduğu baskı sonucu, dünya şuurunun bu baskıya karşı koymasından ileri gelir.
5.
PUTLAR VE TEKÂMÜL
Binlerce, onbinlerce sene gerilerde, putların tekâmülde pek mühim roller oynadığı görülmüştür. Puta tapma, hattâ putu Allah sanma bile tekâmül merhalesidir.
Bugün ise, putlardan yavaş yavaş sıyrılarak, şuurla tekâmül etmek devridir ve bilgilerimizle bu devrin kapıları açılmıştır. Fakat beşeriyete şuurla tekâmül yollarını açan ilk bilgiler, bu bilgiler değildir. Bu yolda hazırlayıcı bilgilerden en önemlilerine İbrahim, sonradan da Muhammed vasıta edilmişlerdi. Bedri’ye verilen bilgilerden açıklanmamış olanlar da, bu yolu kesin olarak çizen bilgilerdir.
Şuurlu Tekâmül bilgileri, beşeriyeti bugüne kadar tanımadığı saadete eriştirecek bilgilerdir. Fakat beşeriyet, bu güzel sonuca ancak bu bilgileri ruhlarına mâlettikleri takdirde erişebilir.
Put, insanları manevî değerlere ulaştıran tekâmül yolunun, kolay kolay terkedilemiyen bir basamağıdır. Çünkü insanlarda bir şeyi putlaştırmaya meyil vardır. Bu sebeple de zaman zaman, bilgilere vasıta edilen vazifeliler putlaştırılmışlardır. Çünkü o devirlerin insanları, inandıkları bilgileri bir maddeye bağlamak ve onun maddî bir izahı gibi o bilgilere vasıta edilenlere tapmak ihtiyacında idiler.
Şuurlu İnançta ise verilen bilgileri bâtıla sapmadan en yeni imkânlarla düşünüp, inanıp, öz olan ruha mâletmek şarttır. Bu işlem yapılırken kafiyen zor kullanılmamalı, sadece; soranlara bilgi verilerek tebliğlerimizdeki hakikatlerle onlar başbaşa bırakılmalıdır. Çünkü bilgilerimizi her şahıs, kendi değerinde değerlendirebilir ve şayet bu değer Şuurlu İnanca yeterli ise, o şahıs kendi değer ve likayati ile Şuurlu İnanca yükselir. Bilgilerimizi tam olarak değerlendirmek ise sizler için mümkün değildir.
Putçuluk, hakikatte manevî olan değerleri maddî varlıklar halinde görmektir.
Yukarıdaki tarif, pulculuğun tekâmüldeki mühim rolünü anlamak için yeterlidir. Muhammed, acaba neden Kâbe’nin içindeki putları kırdı da dışını bıraktı?. Öyle yapması gerekiyordu.. Çünkü insanları bütün putlardan kurtarmak çok zor hattâ imkânsızdır. Bu sebeple insanlar, yavaş yavaş putlarından sıyrıla sıyrıla tekâmül ederler. Bir insanı, bir anda bütün putlarından kurtarmaya imkân yoktur. Hattâ en mütekâmil insan bile hiçbir zaman putsuz yaşayamayacaktır. Çünkü insan olarak dünyada yaşayabilmek için maddeye ihtiyaç vardır. Madde ise zaman zaman put halinde tezahür eder.
Görülüyor ki, insanın yaşayabilmesi için, zaman zaman ister istemez putlaşan maddeye ihtiyacı vardır. İşte bu sebeple insanlar ancak, tekâmül merhalelerinin icab ettirdiği putlardan realitelerini yükselte yükselte sıyrılarak tekâmül edebilirler. Bir insanı putlarından kurtarmak için şiddet kullanmak çok tehlikelidir. Çünkü o, malik olduğu inancını kaybedebilir ve yüksek realiteye de çıkamıyacağı için kaybettiğinin yerine bir şey koyamaz.
Tekâmülde her realitenin icaplarına uyan putlar vardır ki, insanlar o realitelere bağlı kaldıkları müddetçe bu putlardan faydalanabilirler.
Peygamberler vasıta idiler. Nedense dinler, onlara mâledildiler. Fakat bu sonucu asla onlar istemediler. Bunu bu hale, dini idrak edemiyenler getirdiler. Kavrayamıyacaklarını kavrayabilmek için peygamberleri perde ettiler.
6.
DİN, FELSEFE, İLİM
Dinden felsefe, felsefeden de ilim doğmuştur. Hepsinin doğduğu şey ise, yaradılıştan insanda mevcut olan iman’dır.
Dinden felsefe doğmuştur; çünkü felsefenin doğduğu devirlerde dinler insaniyeti (en azından insaniyetin bir kısmını) tatmin edici değildi. İnsanlar hiç olmazsa biraz olsun, kendilerini, yaşadıkları dünyayı ve etraflarını saran kâinatı tanımak ihtiyacını hissediyorlardı. O zamanın dinleri böyle şeylere cevap verecek mahiyette değildi. Nitekim dinler, en son din olan İslâmiyet’e kadar âlem ve insan hakkında cüz’i bilgiler verebilmiştir.
İşte, felsefe; âlemi, insanı, dünyayı bir “bütün” olarak inceleme ihtiyacından doğdu. Diğer bir deyişle felsefe; dinin ortaya attığı değer hükümlerini ve insan ile âlem arasındaki münâsebetleri akla ve mantığa uygun olarak incelemek ihtiyacından doğmuş bir dünya görüşüdür. Avrupa’nın ilk filozofları M.Ö. 600 sene evvel Yunanistan’da yaşamışlardır. Fakat eski doğu medeniyetlerinde bu tarzda düşünüş çok daha eskidir.
Felsefi düşünüş, insan ruhundaki sentez kabiliyetinden doğmuştur. Çünkü felsefe, ayrı ayrı hâdiseleri, aralarındaki müşterek bağları bularak izaha çalışır. Bu sebeple de ispatsız, tenkitsiz kabul edilen dinî fikirler, felsefe için bir temel olamamaktadır. Zaten felsefe, ispatsız, mesnetsiz kabul edilen fikirlere karşı hissedilen ispat ve tenkit ihtiyacından doğmuştur.
Felsefe, ilimle çok yakından ilgilidir. Eski devirlerde felsefe bütün bilgileri ihtiva ediyordu. Bu sebeple de bir filozof âlim, zamanının bütün bilgilerine malik olabiliyordu. İnsan ve tabiat hakkında toplu bir bilgi vermek, âlemi bir bütün olarak anlatmak, geniş ölçüde bir birleştirme yapmak ihtiyacından doğan felsefede; meselâ insan ve hayvanların yaşamları, gökteki bir sürü yıldız, dünya ve güneşin muntazam hareketleri, hâdiseler; insanlar tarafından dikkatle izlenmiş, bunlar arasında bağlar bulunabileceği üzerinde durulmuş ve bazı bağlar bulunarak bunlara göre izahlar yapılmıştır.
Dinden felsefenin doğuşu, Şuurlu İnanca doğru atılan en mühim adımlardan biridir.
Aradan seneler, asırlar geçti ve felsefe de ihtiyacı karşılayamamaya başladı. Çünkü öğrenilenleri veya öğrenilmek istenenleri felsefenin sınırları içersinde toplamak çok zorlaşmıştı. Günden güne aralarında münasebetler sezilen hâdiseler ve bilgilerin çeşitleri artmış, hâdiselerin gruplar haline getirilerek ve derinlerine inerek tetkik etmek ihtiyacından da ilim doğmuştur.
İlim; felsefenin birleştirerek tetkik ettiği hâdiseleri, bölerek tetkik etmek ihtiyacından doğmuştur. Çünkü tetkik edilen olaylar gittikçe fazlalaşmış ve bunlar arasında daha sıkı bağlar kurulmak istenmiş, bunun için de metod ve usuller aranıp bulunmuştur.
Felsefe, âlemi parçalanmaz bir bütün sayar, bu sebeple de olmakta olan hâdiseleri birleştirerek izaha çalışır. İlim ise, âlemde vukua gelen hâdiseleri ayrı ayrı tetkik eder ve aralarında ilgili olanları birleştirir. Bunun için de gözlem ve deneylerden (tecrübelerden) faydalanır.
Felsefe, filozofların düşünüş tarzlarından, ilim ise, ilim adamlarının gözlem ve deneylerinden doğar. Böylece ilim, felsefeden ve ihtiyaç üzerine doğmuştur. Bu sebeple ilk ilim adamları filozoflardı. İsa’dan önce 600 yıllarında Tales, felsefeden ilme ilk adımı atandır.
Belli olaylar grubunu incelemek üzere doğan ilimin her kolu kendi konusuna giren hâdiseleri özel metodlarla tetkik eder ve deneysel yollardan faydalanarak kanunlar elde eder. Görünüşte ilim, felsefeye dinden daha yakındır. Çünkü felsefe, dinden bir dünya görüşü meydana getirmek gayesiyle ayrılmıştır. İlim ise hâdiseleri özel metodlarına dayanarak daha kat’i bir şekilde izah eder.
Gününüzün pozitif ilminde din devrinin özellikleri mevcuttur ki buna; “ilim, din devrinin karakteristik vasıflarını ihtiva eder” de denilebilir. Her ikisi de, değişmez zannedilen fakat tekâmülle değişen temeller üzerine oturtulmuştur. Felsefi düşünüşte ise taassuba pek yer verilmez, çünkü o tekâmülü kabul etmiştir. Ne din gibi, “ille inanacaksın” der; ne de ilim gibi, “deneysel metodlara dayalı kanunlarım doğrudur” der. İşte gerek dinde, gerekse ilimde kendi imkânlarını yine kendilerinin hudutlayışları, onların taassupla korunmalarına sebep olur. Bu sebeple ilimde ve dinde her fırsatta göze çarpan taassup, felsefede görülmez.
Birçok hususlarda birbirlerinden ayrı gözüken; ikisinde taassup olan ve birisinde bulunmayan bu üç şeyi, hakikatte birbirlerinden ayırmaya imkân yoktur. Çünkü din olmasaydı ve insanlar, âlemi kendi hisleri ile anlamak arzusuna kapılmasalardı felsefe olmazdı. İlmin tekâmülü için felsefi bir zemine, felsefenin sınırlarını genişletebilmesi için de dine ihtiyaç vardır.
Görülüyor ki, ihtiyaçtan dolayı, dinden felsefe, felsefeden de ilim doğmuştur. Ve ihtiyaçtan hâsıl olan bu doğuşlar sonucunda doğanlar, günümüze kadar yaşamışlar ve beşeriyeti Şuurlu İnanca hazırlamışlardır. Halen din de, felsefe de, ilim de mevcuttur. İşte bu üçünün birleşmesinden doğacak olan; Şuurlu İnançtır. Çünkü inancın suurlanması için her üçüne de ihtiyaç vardır ve bunlardan hiçbiri, tek başına inancı şuurlandıracak kudrette değildir.
I. Şuurlu İnançta ilmin rolü:
Söylenenlerin ilim yolu ile bağdaşması ve ilim yolu ile izahı şarttır. Şuurlu İnancın getireceği usul ve metodlar, ilmin hudutlarını din hudutlarına yakın bir genişliğe kavuşturacaktır.
II. Şuurlu inançta, felsefenin rolü:
Felsefe, Şuurlu inançta, inanç yolu ile yapılacak olan (felsefenin ulaşamadığı) izahlara bir basamaklık yapacak, fakat felsefe, Şuurlu İnancın getirdiği metodlarla felsefelik halini kaybedip bir “sentez ilmi” haline gelecektir.
III. Şuurlu inançta dinin rolü:
Din, bazı metod ve kaidelerle “ispatlı din” haline gelerek Şuurlu İman haline dönüşecektir. Bu sebeple de artık sadece “inanılması gereken şeyler” değil, aynı zamanda “ispatı da mümkün şeyler” halini alacaktır.
Şuurlu İnanç, dini ilim yolu ile ispat eder. “Din ilimdir” denilmesini mümkün kılar. Dine ilimdir demek ise, dinlere dinlik hassasını kaybettirir. Çünkü dinler ancak ilmî metodlarla, ilmen izah edilinceye kadar din halinde kalabilirler. Dinlerin dayanağı olan vahiy’in ilmî yollarla izahı ise; din devrini kapar ve Şuurlu İnanç yolunu açar.
Eserin, manevî âlem tarafından verilmiş bulunan orijinal metnini aynen nakletmek istediğimizden, bizlerce kutsal olan kimselerin (özellikle peygamberlerin) isimleri öncesinde zikredilmesi gereken “Hz.” ibaresini koyamamaktayız. Bu durum, o ululara saygısızlıktan değil; manevî yüceliklerin, kendi vazifeli erlerinden bahsediş tarzından ileri gelmektedir.
Spiritüalizma ise; bütün dinlerin, ruh felsefelerinin, tasavvufun, teozofinin, spiritizmanın, kısaca; maddeciliğin karşıtı olan bütün doktrin ve inanç sistemlerinin hepsine birden verilen genel isimdir. Ruhun veya canlılığı tezahür ettiren gücün, maddeden veya vücuttan ayrı manevî bir cevher olduğunu kabul eden her inanç, mezhep ve yol spiritüalisttir. Ruhsal iyiliklere, manevî değerlere ve sevgiye, madde kıymetlerinin üzerinde yer veren hayat tarzı ise spiritüalist yaşayıştır.
Dr. Bedri Ruhselman: (Doğum 1898; Ölümü 18 Şubat 1960, Saat 21.10).
– RUH VE KÂİNAT; İstanbul 1946
– RUHLAR ARASINDA; İstanbul 1948
– ALLAH; İstanbul 1950
– MEDYUMLUK; İzmir 1952 (1951 yılında I.S.F. Stockholm Kongresi’ne “The Mediumship” adı altında tebliğ olarak hazırlanmıştır).
– MUKADDERAT VE İCABAT; İstanbul 1953
– ........ ve yukarda bahsi geçen, hayatının son yıllarında hazırlayarak ilerde yayınlanmak üzere notere bıraktığı SON KİTABI.
liyakat: İyi ve doğru olduğuna inanılanları yapmak doğrultusunda gösterilen çaba, sabır, irade ve çalışma neticesinde değer kazanarak lâyık olma.
Sokrat (Socrates): Düşüncenin babası olarak vasıflandırılan, büyük Yunan filozofu. M.Ö. 470 tarihinde Atina’da doğdu 399’da öldürüldü. Hayatında hiçbir eser yazmamıştır. Öğretilerini talebelerinin eserlerinden anlıyoruz. Eflatun (Platon) diyaloglarında, hayranı olduğu üstadının ağzından onun düşüncelerini dile getirmiştir. Xenophon da çeşitli eserlerinde Sokrat’ın düşüncelerini oldukça doğru olarak nakleder. Yunan filozofları, her şeyi öğrenmek istiyorlar, âlemi ve âlemin kaynaklarını, mukadderatını açıklamaya çalışıyorlardı. Sokrat ise, insanın başka şeylerle uğraşacak yerde kendisiyle meşgul olmasını istiyor, kısaca; felsefeyi gökten yere indiriyordu!.. Çok sevdiği gençliğe, teorik olmaktan çok, pratik ahlâk telkinlerinde bulunuyordu. Daima halkın anlayabileceği örnek ve karşılaştırmalarla dolu, hattâ alaycı ve şakacı konuşmalar yapar; halkı düşünmeden kabul edilmiş dağınık ve adi fikirlerden kurtarmak için çaba sarfeder, düşünceyi geliştirmeye çalışırdı. (Ayrıntılı bilgi için bakınız; Ek, sayfa 1).
İbrahim Peygamber: Din kitaplarında adı geçen eski peygamberlerin büyüklerindendir. Milattan 1900 yıl önce Fırat ve Dicle arasında (muhtemelen Urfa’da) doğduğu ve 175 yaşında iken Kudüs civarında ölerek Halilürrahman kasabasına gömüldüğü rivayet edilir. Zalim Babil hükümdarı Nemrut’la Allah yolunda yaptığı mücadelelerden dolayı kendisine “Halilullah” (Allah’ın dostu) denmiştir. (Ayrıntılı bilgi için bakınız; Ek, sayfa V).
putlaştırma (put): En ileri manada; insanların etraflarında bulunan eşya ve varlıklardan bazılarını Allah sanmalarıdır. İlâhî duyguları az çok hissetmeye başlamış olmakla beraber yeterli olmayan bu hissedişin, objektif izlenimlerin tesir ve hâkimiyeti altında kalması sonucu ortaya çıkan bu hal esasen kötü maksatlı değildir. Çünkü her insanın tekâmül derecesiyle orantılı olarak, Allaha yönelebilme kudret ve takat derecesi değişiktir. Ruh seviyesi, görgü ve tecrübelerle yükseldikçe, idrak derecesi de yükselecek; idraktaki bu yükseliş ise ilâhî duygu ve değerleri yükseltecektir. Ruhun anlayış kabiliyet ve kudreti yükseldikçe kıymet verdiği ilâhî değerler de, somut olan eşya. şekil ve âdetlerden; soyut olan manevî duygu ve mefhumlara doğru yükselme gösterir. Bir çocuk için yegâne kıymetler; elinde tuttuğu renkli oyuncaklar, güzel sesli aletler ve tatlı sekerler iken, büyüyünce sevgi, sadakat, vefa, ahlâk, fedakârlık (özveri) gibi manevî duygu ve mefhumların kıymetine yükselmesi bu konuda bir misal olabilir. Kısaca, ilâhî ve kutsal’ı, Allah’a götüren’i, kişide, şekilde, giyimde, sakalda, herhangi bir eşyada veya bazı sayı ve yönlerde aramak, maddî olmayan manevî değerleri, ancak maddenin izahı olan şekil, sayı ve yönlerin içinde aramak demektir. Bu saplantılar içindeki kişi için ise, saplantıda olduğu o eşya, o renk, o âdet, o kişi; putlaştırılmış olandır, puttur!..
“Surette kalırsan putperestsin. Her şeyin suretini bırak, mânaya bak.”
MEVLÂNÂ
(Mesnevi-Cilt 1, beyit 2893. Milli Eğitim Basımevi 1966, İstanbul.)
“Kâbe-put” için bakınız; Ek, sayfa V.
sentez: Birleştirme, birçok olay ve bilgiden bir sonuca giderek hüküm verme kuralı.
Tales (Thales): M.Ö. (640-548) Antik çağ Yunan felsefesinin ilk filozofu (düşünürü) kabul edilir. Aynı zamanda mühendis, geometri bilgini ve astronomdur. Med’lerle Lidya’lıların harbini, güneş tutulmasını önceden bildirerek durdurduğu tarihi bir gerçektir. Ayın ışınını güneşten aldığını kabul etmiş, yılı 365 güne ayırmıştır. Âlemi felsefe bakımından açıklamaya çalışan ilk düşünür olarak bilinmektedir. Tüm ruhların ölmezliğine inanan Tales, Tanrı’yı, varlıkların en eskisi ve doğurulmamışı olup başlangıcı ve sonucu olmayan bir varlık olarak tarif eder. Kısaca; felsefi düşünce Tales ile başlamıştır.
|