Lisanssız Demo Sürümü
Lisanssız Demo Sürümü
Lisanssız Demo Sürümü
Lisanssız Demo Sürümü
Lisanssız Demo Sürümü
Lisanssız Demo Sürümü
Şuur İnanç I ; Bölüm 9 - www.şuurluinanç.com

 


 

  

 



 

 

 

  

                              
                                                                                                                                                     

         Aramanızı büyük harfle yapınız  

      

...Şuurlu İman devri , insanlığın idrak edebileceği en yüksek devir olacaktır...

Şuur İnanç I ; Bölüm 9
583.
ZAMAN MEFHUMU, HÂDİSELERDEKİ GİZLİ MANEVÎ SEBEPLER VE ŞUURLU TEDAVİ
 
Robota ve maddeye bağlı olmadan yaşanan hayatta, zaman mefhumuna benzeyen, fakat aslında zaman mefhumu olmayan bir mefhum mevcuttur. Bu mefhum, saf manevî değer halinde tezahür eden, tekâmül yerlerinde ise o tekâmül yerinin şartlarına uygun tarza girebilen bir mefhumdur. Yani “zaman” mefhumu, aslı manevî olan fakat dünya şartlarına uygun halde tezahür eden bir mefhumdur.
Dünyadaki zaman mefhumunun manevî değerini idrak ettikçe, onun aslı olan manevî değere yaklaşılır. Einstein’a[1] bu sezdirilmiş, o da bu alanda bütün liyakati ile çalışmış bir vazifelidir.
“Mekân” mefhumunun özüne de, insanlar, onu maddeden uzak düşünebildikleri oranda yaklaşırlar. Manevî değer ve varlıkları, maddeye benzer tahayyül edenler için mekân; maddî mekândır.
İnsanlar, mefhum ve meçhullerdeki (kendileri için sırlar halinde tezahür eden) manevî değerlere yaklaştıkları oranda mefhumları, manevî değerleriyle daha iyi anlamak; meçhulleri de daha iyi tanımak, aydınlatmak imkânını elde ederler.
İnsanlar manevî değerlere yaklaşabildikleri oranda, mefhumları, manevî değerler halinde tasavvur edebilme imkânlarını kazanırlar. Cennet ve cehennem mefhumlarının bugüne kadar yapılan ve gittikçe maddî izahlardan manevî izahlara doğru yükselen izahları bu söylenenlerin bir misâlidir.
İnsanlar manen değerlendikçe, bazen maddeye karşı bir tiksinti duyarlar, hattâ ondan nefret ettiklerini zannederek uzaklaşmak isterler. Fakat; bu gibi insanlar daha fazla manevî değerlere yükselince bu görüşleri değişir. Çünkü insanlar, manen değerlendikçe, maddeden uzaklaşmazlar fakat onu değerlendirmek imkânını kazanırlar.
Dünyadaki ruhlar nasıl madde aracılığı olmadan tezahür edemiyorlarsa, aslında birer manevî değer olan mefhumlar da öylece, dünya hayatı yaşayanlar tarafından maddesiz düşünülemezler. İnsanlar mefhumlardaki manevî değerlere yaklaşabildikleri oranda tekâmül ederler. Bu ise, insanların “pozitif ilim’i tetkik metodları” dedikleri yollardan erişebilinecek bir yoldur.
Einstein[2] adlı yüksek varlığımız izafiyet teorisi’ni ortaya atmakla; mefhumlardaki manevî değerlere yaklaşma yolunun açılmasına sebep olmuştur. Fakat o, bunu bilmeden yapmıştır. Çünkü onun icraatını[3] şuurlandırmak vazifesi başka vazifelilere düşmektedir. Fakat bu; onun vazifesini şuursuz olarak yapmış olduğu demek değildir.
Bu tebliğ, dünyada yapılan ilmî araştırmaların asıl gayesinin anlatıldığı çok mühim bir tebliğdir. Dünyadaki ilmî araştırmaların asıl yüksek gayesi, meçhullerdeki manevî değerlere yaklaşarak sırları çözmek ve bu şekilde tekâmüle hizmet etmektir.
Bir insan, bir ilim adamı, aydınlatmak istediği konuyu, o konunun manevî değerine nüfuz edebildiği oranda aydınlatabilir. Şu halde, ilmî araştırmalarda bu araştırmaları yapanın manevî değeri çok mühim rol oynar. Meselâ bir doktor hastasının derdini, hastalığın “ruhî tekâmül” ile ne gibi bir alâkası olduğunu çözebildiği oranda daha iyi teşhis edebilir.
Şu halde, bir araştırıcı şayet yepyeni bir şey bulmak için çalışıyorsa; o yepyeni şeyin manevî değerini ve tekâmüldeki rolünü evvelâ idrak etmiş olması lâzımdır. Çünkü bu tür çalışmalarda, o çalışmayı yapan, manevî değerlere yaklaştığı oranda, ulaşmak istediği sonuca yaklaşır. Misâl olarak bir hastayı ele alalım. Bu hastayı tedavi etmek isteyen doktorun evvelâ o hastalığın manevî yani tekâmülle alâkalı sebebini araştırması lâzımdır. Çünkü her şey ve her hâdise gibi, hastalıklar da fertlerin ruhî ihtiyaçlarından hâsıl olmaktadır. Ve hiçbir zaman bir hastalığın, bir robot olan beden üzerindeki tezahürlerini tesbit ederek onu mevcut imkânlarla tedaviye kalkmak, o hastalığın “şuurla” tedavisi demek değildir. Fakat doktor hastanın, acaba hangi ruhî ihtiyacını karşılamak maksadı ile hastalığa veya derde yakalandığını teşhis edebilirse, hasta doktorun şuurlu müdahaleleri ile tedavi edilebilir.
Meselâ müzmin[4] baş ağrıları, sinir yollarına, mevcut imkânlarla tesir ederek tedavi edilebilir. Bu tedavi, aslında robot bir tedavidir. Bu hal, narkoz verilerek acı hissettirmeden, hastanın ameliyat edilmesine benzer. Baş ağrısının ruhî sebepleri bilinmez ve doktor onları mevcut manevî değeri ile değerlendirerek tedaviye çalışmazsa; o hastalık bir müddet sonra tekrarlayabilir.
Tedavi, hastayı sırf o dertten kurtarmak maksadı ile basit hedefler göz önünde bulundurularak yapılmamalıdır. Çünkü tedavinin yüksek gayesi, hastayı sırf iyi etmek için bir robot gibi tedavi etmek değildir. Asıl tedavi, o hastalık vasıtası ile hastanın ruhî tekâmül ihtiyaçlarını tesbit etmek, bunu hastaya anlatmaya çalışmak ve ona, hayatta yapması ve yapmaması gereken şeyleri mümkün olduğu kadar izaha çalışmaktır.
Bu yolda başarılı olabilmek için doktorun ve hastanın manevî değeri, iradesi ve liyakati rol oynar. Şunu bilmek ve asla unutmamak lâzımdır ki; her dert, her hastalık bir ruhî ihtiyacı karşılamak içindir. Hasta o hastalıktan, ancak o ruhî eksikliğini gidermekle kurtulabilir.
Bir hastanın ıstırabını dindirmek, dünya realitesine göre iyi bir şeydir. Fakat aslında şuursuzca giderilen dertler o hastayı görünüşte sıhhate kavuşturabilir, hakikatte ise onu ruhen zenginleşmekten alakoyar. Şu halde hastayı ilaç ve sun’î vasıtalarla sıhhate kavuşturmaktan çok daha iyi olan; o hastayı ruhî ihtiyaçlarını giderterek o dertten şuurlu olarak kurtarmaktır.
Bu söylenenlerden, uygulanan tedavi metodlarının zararlı olduğunu söylediğimiz anlamı çıkarılmamalıdır. Çünkü, bir hastanın ilaç, operasyon ve sair vasıtalardan istifade ederek sıhhate kavuşmasını temin etmek için hasta ve doktorun sarfettikleri emek, onlara sonuçta yine bir şeyler kazandırır. Fakat bu şekilde elde edilen ruhî kazanç, hastalık sebeplerini ruhî tekâmülde aramak’la mukayese edilemiyecek kadar azdır. Her şeyin şuurlanmaya başladığı bir zamanda tedavilerin de şuurlanması gerekir.
Karşılaşılan istisnasız bütün hâdiseler, tıpkı hastalıklar gibi bir insanın ruhî eksikliklerini giderici maksatlar taşırlar. Bu hâdiseler o kadar güzel tanzim edilmişlerdir ki; bir insanın manevî değeri ne kadar yüksek olursa olsun yine de, zincirleme birbirlerini kovalayan hâdiselerin nasıl birbirlerini tamamlayıcı ve destekleyici mahiyette olduklarını idrak edemez.
Şu halde, hoşa gitmeyen ve ekseri “talihsizlik” denilen halleri ortadan kaldırmak için kendini talihsiz hissedenler, acaba neden ve hangi ruhî ihtiyaçtan dolayı talihsiz gözüktüklerini bilip anlamaya ve talihsiz olmalarına sebep olan ruhî eksikliklerini bir an evvel tamamlamaya çalışmalıdırlar.
Meselâ bir insan çalışır çabalar, bir işin sonuna gelir, fakat onu bitirmeden ve beklediği sonucu alamadan bir hâdise gelir çatar ve aylarca, hatta senelerce süren bir çalışmanın semeresini alamaz. Böyle hallerle karşılaşan insanlar sadece sonuç alamamalarına sebep olan hâdiseyi görür ve “ah şu olmasaydı ne güzel muvaffak olacaktım” der. Halbuki o şahsın işinde muvaffak olamamasının hakikî sebebi, onun zannettiği sebebin arkasında gizlidir ve ruhî tekâmülü ile alâkalıdır.
Yapılacak iş, başarısızlıkların arkasında saklı olan “tekâmülle ilgili manevî sebeplere” nüfuz etmeye çalışmaktadır. İnsanlar bu gizli manevî sebepler’e nüfuz edebildikleri ve eksiklerini bir an evvel gidermeye çalışabildikleri oranda başarı sağlayabilirler.
Bazı “talihli” denen insanlar, her başvurdukları işte muvaffak olabilirler. Bu onların, işlerinde zorluklarla karşılaşan insanlardan daha tekâmül etmiş varlıklar olduğu demek değildir. Çünkü insanlar tekâmül ettikçe, daha fazla tekâmül etmek imkânlarını kazanabilmeleri için, irade ve liyakatleri ile yenebilecekleri hâdiselerle karşılaşırlar.
Basit insanların, ekseri, dünya hayatında daha kolay muvaffak olmalarının sebebi; onların tekâmül etmiş kimselerin karşılaştıkları zorluklara tahammül edebilecek ve o zorlukları yenecek kudrete henüz daha erişmemiş olmalarıdır. Olgun varlıklar müşkülâtla karşılaşırlar. Bu hal, belki onların hayatının büyük bir kısmını zorluklar hattâ ıstırap içersinde geçirmelerine sebep olabilir. Fakat bir de muvaffak oldular mı; elde ettikleri manevî kazanç, maddî kazanç değerleri ile mukayese edilemiyecek kadar büyük ve değerli olur.
Büyük muvaffakiyet ve değerlere; yürünmesi zor, hattâ ıstırap verici yollardan erişilir. Bu sebeple de basit insanların kolay erişebildikleri hedeflere olgun insanların daha zor erişebilmeleri, bir adaletsizlik değil; adaletin ta kendisidir!. Çünkü her varlık liyakatine göre ektiğini biçer. Kolay biçilenle, zor biçilen arasında da değerce çok fark vardır.
Önceden hayatlarının büyük bir kısmını “talihsiz” olarak geçiren ve birdenbire “talihli” oluveren insanların hayatlarını tetkik ederseniz onların otomatik olarak yani bilmeyerek, herhangi bir şekilde kendilerini talihsiz yapan sebebi, manevî değer kazanarak ortadan kaldırmış olduklarını görürsünüz. Fakat bu gibi otomatik olarak değerlenmeler, hiçbir zaman şuurla değerlenmeler gibi değildir.
Bu işlem, yani kısaca “insanların kendi kendilerini ıslah işlemi” şuurla yapılırsa; hem çok kısa zamanda sonuç alınır, hem de insan, şuuru ile tekâmülüne mani olan engelleri ortadan kaldırmak imkânlarına sahip olarak talihsizliğini giderir. İnsanın kendisini talihsiz yapan sebepleri bulmaya çalışması, o sebepleri bulmasına; bu sebepleri gidermek için çalışması da, hem manevî değerlere kavuşmasına, hem de talihsizlik denen şeyin ortadan kalkmasına sebep olur.
Bazı haller vardır ki, bunlar, giderilemiyecek talihsizlikler şeklinde tezahür ederler. Meselâ bir çocuk küçük yaşta ana ve babasını kaybeder. Bu hali, insanın iradesi ile yenebileceği talihsizliklerle karıştırmamak gerekir. Çünkü bir insanın tekâmül plânı icabı mutlaka karşılaşması gereken, karşı koyamıyacağı hâdiseler mevcuttur. Fakat bu hâdiseler de ona ruhî değer kazandıracak hâdiselerdir.
Dünya realitesine göre “fena” gözüken hâdiseler de dahil olmak üzere bütün hâdiseler iyidir, çünkü tekâmül içindir. Bir insanı talihsiz yapan sebepleri araştırma, bulma ve giderme yolları vardır ki, bunlardan ileride bahsedeceğiz.
 
584.
MANEVÎ ŞUA TESİRLERİ VE HASTALIKLAR
 
Dünyadaki hastalıkların menşe’leri sadece mikroplar, virüsler gibi maddî izahları olan şeyler değildir. Dünyada karşılaşılan birçok hastalıklar, manevî şuaların[5] (manevî değerlerin bağlı bulundukları) maddeye, meselâ bedene tesir etmesi ile olur. Hattâ sebebinin mikroplar olduğu ispat edilen hastalıklarda bile, o mikropları zararlı hale getiren manevî şua tesirleridir.
Dünyadaki manevî tesirler, “manevî şualar” halinde tezahür ederler. Bu; manevî tesirlerin Mutlak Kanun esasları ile işbirliği yapmasından hâsıl olan bir sonuçtur. İşte bu şualar genellikle iki tarzda tesir icra ederler:
1 - Manevî şuaların, mikrop, virüs, gibi canlılara tesir ederek onları zararlı hale, hattâ mikrop ve virüs haline getirmesinden hâsıl olur.
2 - Manevî şuaların doğrudan doğruya bedene tesir etmesi ve bedeni bütünüyle bir manevî tesir altında bırakarak hasta etmesinden hâsıl olur.
Bunlardan birincisine; manevî şuaların vasıtalı (indirekt) tesiri, ikincisine de; manevî şuaların vasıtasız (direkt) tesiri denir. Halen bilinen hastalıklardan birçoğunun hakikî sebepleri bilinmemekte veya başka zannedilmektedir. Çünkü bazen vasıtasız tesirler vasıtalı, vasıtalı olanlar da vasıtasızmışlar gibi tezahür etmektedirler.
 
585.
TEBLİĞLER HAKKINDA
 
İnsanların mevcut eski bilgileri de tebliğlerde rol oynarlar. Veya bir tebliğ verilmeden evvel, o tebliğ, konu ile alâkalı olan hâdiselerle hazırlanır. Bunun aksi şeklini de düşünmek mümkündür. Çünkü zuhur eden hâdiseleri bazı tebliğlerle şuurlandırmak yoluna da gidilir.
Tebliğler; insanlara, bilmeleri gereken şeyleri öğretmek ve bu bilgileri liyakatleri ile şuurlandırmak için verilir[6].
 
586.
FERAGAT
 
İnsanlar, değerleri oranında kendi haklarından, başkalarının selâmeti ve menfaati için feragat edebilirler. Yüksek bir ruh ise, dünyada mevcut her şeyden feragat edebilir. Dünyadaki en yüksek ruhlar, bedenlerinden bile zamanı gelince seve seve ayrılırlar.
 
587.
EKRANLI ELEKTRO MİKROSKOP
 
Pek yakında insanlar, elektro mikroskop ile görülebilen virüsleri bir ekrana büyüterek aksettirebilecek ve virüsten çok daha küçük varlıkları bu şekilde görebilecektir.
 
588.
MANEVÎ TESİRİN GÖRÜLEBİLMESİ
 
Manevî tesir halinde tezahür eden şuaların, maddî imkânlar aracılığı ile görülebilir hale gelmeleri mümkündür. Ultra viole şualarından bu yolda faydalanılabilir.
 
589.
BÜYÜK İNSAN, BÜYÜK ADAM
 
Büyük insan, inanarak savunduğu realitesi uğrunda riya’ya[7] sapmadan, müşküllere göğüs gerendir.
Büyük adam’lara gelince onlar, büyüklüklerinden bir şey kaybetmemek için manen kücülebilirler.
 
590.
DİLENCİ
 
Sokakta dilenen boynu bükük dilenciyi görünce yüreğin sızlar. Fakat bil ki; onların elinde de burnu havada olanların ellerindeki imkân olsaydı, onların da burunlarını havada görürdün.
 
591.
HAYAT PLÂNI
 
Yeteri kadar tekâmül edememiş ruhların plânları ahirette yapılırken, dünya hayatına başladıktan sonra kendilerine çok zor gelecek olan şeyler, çok hafif görünür.
Meselâ bir ruh, o zamana kadar pek yakından tanımadığı bir ana ve babanın evlâdı olarak dünyaya gelmeyi ve küçük yaşlarda öksüz kalmayı kabul eder. Fakat o ruh, dünyada insan olarak doğunca hakikatte kendisine pek yakın olmayan ana ve babası, dünya realitesine göre en yakınları olur ve onlardan ayrılmak, o çocuk için bir facia halinde tezahür eder.
Ruhlar, tekâmülleri icabı dünya ve benzeri yerlere inerlerken, ahirette kolaylıkla kabul ettikleri şeylerin tatbikinde birçok sıkıntı ve zorluklarla karşılaşırlar.
 
592.
ŞUALARIN MADDEYE TESİRİ
 
İnsan vücudu da, dünyada mevcut bütün maddeler gibi, yan yana dizili atomlardan yani elektron sistemlerinden hâsıl olmuştur. Robot şualar, bu yan yana dizili elektron sistemlerinin arasından, onlara hiçbir zarar vermeden ve iz bırakmadan geçebilirler. Ve bu şuaların elektronları tahrip etmeden geçmeleri onlara birçok faydalar temin edebilir.
Şualar kalınlaştıkça yani oluşumunu sağlayan madde sistemleri bileşikler arz ettikçe, bu hal elektronlara tesir eder ve mevcudiyetlerini hissettirir hale gelirler. Kalın şualar, elektronları tahrip ederek elektron sistemlerini bozucu tesirler icra ederler ve zararlı olmaya başlarlar. “Bir şua, elektron sistemleri üzerindeki bozucu tesiri kadar zararlıdır.”
Bu hal arttıkça, bedendeki atomlar ve hücreler üzerinde tahrip edici tesirler, icra ederler. Bunu kanunlaştırırsak: “İnce robot varlıklar, kaba robot varlıklar üzerinde birbirlerinin değerleri arasındaki fark oranında tesirlidirler.”
Bu tesirleri şöyle sıralayabiliriz:
1. İnce (manevî değeri fazla) robot şuaların, robot varlıklar üzerindeki tesirleri olumludur.
2. Kaba robot şuaların, robot varlıklar (maddeler) üzerindeki tesiri ise olumsuzdur (fakat doz göz önünde bulundurulur ve tesir süresi ayarlanırsa faydalı olurlar).
Bunlardan şu anda faydalanılanlara röntgen şuaları misal olarak gösterilebilir. Manevî değeri fazla olan “ince şualar” mevcuttur. Kaba şualar ise robot manevî şuaların etrafına sun’i vasıtalarla, madde sistemleri (meselâ elektron sistemleri) cezbedilerek temin edilebilir.
 
593.
ŞUALARIN MAHVEDİCİ DOZU
 
Her mahvedici şuada, var edici hassa mevcuttur. Doz[8] bir şuayı mahvedici vaziyetten var edici vaziyete, var edici vaziyetten de mahvedici vaziyete geçirir.
 
594.
ŞUALAR VE HASTALIKLAR
 
Mikrop veya virüs gibi canlı varlıklar vasıta edilerek hâsıl olan hastalıklardan başka, canlılara normal yaşantılarında tesir ederek hastalıklar meydana getiren manevî şualar vardır. Hattâ virüsleri ve mikropları, virüs ve mikrop haline getiren, yine bu şualardır.
Bu sebeple; bütün hastalıkların asıl sebebi robot şualardır. Bu hastalıklar, yine robot şualarla tedavi edilebilirler.
 
595.
ROBOT VARLIKLAR VE “GAYE”
 
Hiçbir robot değer ve varlık yoktur ki hareketleri, manevî varlıklardan aldıkları kudretlerden başka kudretlerle idare edilmiş olsun.
Robotlardan sadece Mutlak Varlık, Tanrının iradesine tâbidir ve öyle kalacaktır. Tekâmüldeki varlıklar tekâmül ettikçe, en yüksek robot değerler üzerinde bile tesirler icra edebilirler ve onların ifa etmekte oldukları vazifeleri şuurlandırabilirler.
Mutlak Varlık “tek” olan ve sadece Tanrının iradesine tâbi olan varlıktır ki, Tanrı onu istediği kanunla ve bu kanununa uygun plânla idare eder.
 
596.
AYNI YOLDAKİLER
 
Din yolunda sana yardım eden Tanrı, dinsiz denilenlere veya başka dinden plânlara da yardım etmekte. Onlara da, sana yürü dediği yolda yürü demekte. Onların da iyileri ve tekâmül etmişleri Tanrının yolunda yürümekte.. Ayrı sanılan yollarsa aynı yollar..
Ayrılık sadece, herkesin, yolun başka bir tarafından ilerlemesinde.. Sağ kaldırımdakinin sol kaldırımdakini başka yolda zannetmesinde!..
 
597.
DEVE VE ÇİLEK TARLASI
 
Çilek tarlasına giren deve, orada deve dikeni arar[9].
 
598.
MELEKLERİN İNSANA SECDESİ
 
Tanrı, madde kâinatında her şeyi ser’den yarattı. Dünyanın esası olan taş toprak da ser’dendir. İlk insan da topraktan ve sonra onun tekâmül edişinden hâsıl oldu ki; ona Adem denilir.
Adem en tekâmül etmiş dünya sakinidir[10]. O; şuura, idrak’a, akıla ve tahayyül kabiliyetine maliktir. Onu; robot değerler kendi vazifelerini ifa için hazırlarlar[11]. Bu; eski din kitaplarında meleklerin, Adem’in önünde secde edişi şeklinde mecazî olarak izah edilmiştir.
 
599.
BİLGİ VE MUTLAK VARLIK
 
Bilgi olmasaydı, Mutlak Varlık yaratıcılık hassasına malik olamazdı.
 
600.
BİLGİNİN MENŞE’İ
 
Robotlardaki bilgi tezahürleri de dahil, her bilginin menşe’i manevîdir.
 
601.
OKU
 
Dinle ve yaz! bilmen ve bildirmen icab edenleri.. Oku ve yaz! gök yüzünde parıldayan yıldızların da ötesinde yıldızlar olduğunu.. Yazın yeşeren, kışın yapraklarını döken ağaçlarda da okyanuslardakine benzer sular bulunduğunu..
 
602.
KUR’ÂN VE YILDIZLAR
 
Bundan çok evvel, Kur’ân indirilirken; yıldızların gökyüzüne bağlıymış gibi parıldadıklarından bahsolmuştu.
Zaman geçti ve yıldızların gök yüzüne bağlı oluşu, o zamanın realitesine uygun bir izah zannedildi. Çünkü ilim yıldızların boşlukta olduğunu söylemekte idi. Halbuki Kur’ân’da bildirilen en doğrusu idi.. Çünkü, yıldızlar daha büyük kütlelere daima şualarla bağlıdırlar. Bu irtibatlardan hâsıl olan dengenin bozulması onları mahva götürür.
Şu halde, Kur’ân’da birçok kimseler tarafından yanlış addedilen bu kısım doğrudur. Bunun doğruluğu ise, bir zaman sonra ilmî metodlarla ispat edilecektir.
 
603.
DÜŞÜNMEK, ANLAMAK, BİLGİ VE TEBLİĞ
 
Sen istediğin kadar bir köpeğe hakikatleri anlatmaya uğraş, o ancak anlayabileceği kadar anlar. Buna, düşünebileceği kadar düşünür de diyebiliriz.
Düşünmekle anlamak arasında dünyada bir fark mevcuttur. Fakat maddî mefhumlarla izah edilemiyecek maddesiz hayatta ise bu fark azalır. En yüksek manevî varlıklar için; anlamak, düşünmek, öğrenmek ve bilmek arasındaki farklar, o varlığın yüksekliği oranında azalır. Tanrı içinse, bütün bu şeyler arasında hiçbir fark yoktur. Çünkü O öğrendiğini önceden bilendir.. Onun bilmediği yoktur!.
Varlıklar tekâmül ettikçe bilgileri artar ve bilmeleri gereken hakikatlere yaklaşırlar. Dünyada yaşayanlara tebliğler vasıtası ile yardımlar yapılır. Bu tebliğlere ise onlar, evvelâ hazırlanır. Zannedildiği gibi tebliğler onların bilmedikleri şeyler değildir. Çünkü en yüksek tebliğler de dahil, onlara robotlar vasıtasıyla hatırlatılır.
Onlar maddeye bağlı bulunan varlıklarıyla bunu, zaman mefhumu ile izah ederlerse; yeni yeni tebliğ alındığı zannedilir. Halbuki tebliğlerin, zaman mefhumu üzerindeki manevî izahları öyle değildir:
Tebliğ; bir “vazifeli varlığa” robotların hatırlattığı bilgilerdir!..
 
604.
BİR GÜN GELECEK İNSANLAR..
 
Bir gün gelecek insanlar ve milletler, birbirlerini mahvetmek yolundaki gayretleriyle değil, birbirlerine olan sevgi ve bu sevgiden hâsıl olan ilgi ile iftihar edecekler. Birbirlerini mahvetmek için değil, fakat birbirlerine faydalı olmak için gayret sarfedeceklerdir.
 
605.
KAHRAMAN
 
Nasıl ki bugün medenî bir insanı, bir insan kurban ederek sevaba gireceğine inandırmak mümkün değilse; yakın gelecekte de insanlar, canilere kahraman demekten vaz geçecekler ve asıl kahramanların; hakikat ve ilim yolunda zorluklara göğüs gererek ömürlerini tüketenler ve hizmet yolunda canlarını seve seve verenler, olduğunu idrak edeceklerdir.
 
606.
BİLGİ VE HAYATA TATBİKİ, REALİTEYE HÜRMET
 
Bilgi sahibi olmak değerlidir. Fakat görgü ve tecrübenin de tekâmülde çok büyük rolü vardır. Bilginin ise değeri, o bilgiyi hayatına tatbik edebilenin değeri ile tezahür eder. Bu bakımdan, bilinenin hayata tatbik edilen kadarı, o bilgiye sahip olana faydalı olur.
Realitelere hürmet gerekir! İki anlaşamayan insandan, karşısındakinin realitesine daha fazla hürmet edeni iyidir, yüksektir.
 
607.
FENALAR
 
Bir memleket düşünün ki, o memleket kanunları fenaları korur vaziyete düşsün; o memlekette adalet olamaz.
Bir yerde fenaların sayısı fazla ise kanunlar onların realitesini ister istemez korumak mecburiyetinde kalırlar.
 
608.
DİN KİTAPLARI
 
Din kitapları anlaşılması için değil, anlaşılmaya çalışılması için indirilir.
 
609.
SEVGİYİ ÖĞRENMEK
 
İnsanlar arasında akrabalık bağları, dünyada madde ile bağlı bulunanlar içindir. Şayet akrabalar arasında manevî bağlar da kuvvetli ise, bu yakınlık dünya hayatından sonra da devam eder.
Akrabalıktan hâsıl olan yakınlık, alâka ve sevgi; insanları sevgiye alıştırır. İnsanlar sevebilmek için, evvelâ yakınlarını severek “sevmeye” alışırlar. Yakınını ve herhangi bir şekilde alâka duyduğunu sevmek, daha yüksek sevgilere doğru yükselen bir merdivenin basamaklarından başka bir şey değildir.
 
610.
VAZİFEDE İHMAL
 
Tamamlanması gerektiği halde, ihmal sebebi ile tamamlanmamış vazifeler ve işler, insanlar için tekâmül engelleridir.
 
611.
MEDENÎ OLMAK
 
Kravat takan ve şapka giyenlerin, bunlarla nasıl hareket edeceklerini de bilmeleri gerekir. Asıl medeniyet ise ruhtadır.
 
612.
RUHLAR EKSİLMEZ VE ARTMAZ!
 
Ruhlar ne eksilirler, ne de artarlar. Sadece manevî bir değer olarak vardırlar.
Bir ruh yaşadığını idrak ettiği an ve idrak ettiği yerlerde ruh olarak tezahür eder. Çünkü bir ruhun ruh olarak tezahür edebilmesi için, bulunduğu muhitin imkânlarına göre bir şeyler istemesi, bir şeyler sevmesi veya bir şeylerden korkması gerekir.
Ruhlara, artar veya eksilir denemez. Artma ve eksilme, ebedî hayatı yaşayanlar için değildir. Artma ve eksilme, dünya ve benzeri tekâmül yerlerinde bir mâna taşır. Onların haricinde asla!.
Fakat siz bu sözleri anlayamazsınız! Bunu anlamak, ancak o hayatı yaşamakla mümkündür. Ruhlar vardır ve var olacaklardır.
 
613.
ANLAŞILABİLMEK
 
Konuşmaya mecbursan, herkesin anlayabileceği bir lisanla konuş. Konuşmamak zorunda isen, susmayı tercih et.
 
614.
EVVELKİ GELİŞ
 
Dünyaya geldikten sonra, bir evvelki gelişinde kendi yapmış olduğu icraatlara küfür edenler de vardır. Tıpkı eskiden yapılmış olan başka varlıklara ait icraatları kendine mal etmek isteyenler olduğu gibi.
 
615.
TERS DEĞERLENDİRME
 
Bedeninin maddeden hâsıl olduğunu unutup, toprağı alçak görene bak! Bil ki toprak da, gök kadar yüksektir. Dünya; göklerin yer, yerlerin ise gök sanıldığı yerdir.
Gök de, yer de aynı değerdedir. İnsanlar çok kereler, alçaklıkları yükseklik, yükseklikleri ise alçaklık sanırlar ve yapılmaması gerektiğine, inandıklarından çoğu, yapılması gerekenlerdir.
İnsanlar çoğu kez yanlış değerlendirmeler yaparak tekâmül yollarında ilerler.
 
616.
HAKİKÎ YÜKSELİŞ
 
İnsanlar çoğu kez yapılması gerekenleri, yapılmaması gerekenler zannederek tekâmül ederler. Birisini; sevap sandığı işlerin günah olduğuna inandıramazsın!. Onu, ancak ip uçları vererek liyakati ile başbaşa bırakmak doğrudur. Çünkü hakikî yükseliş liyakatle, kendi kendine yükseliştir. Alçaklarda gezeni birden bire çekip yukarı alamazsın!..
 
617.
PLÂN İCABI AİLEDEN ALINAN..
 
Ruhlar dünyada, plânlarının icab ettirdiği aile muhitine inerler ve mensubu bulundukları ailenin fertlerinden, plânlarının icab ettirdiği şeyleri alırlar. Bu alınanlar beden, dolayısiyle madde ile alâkalı olan şeylerdir. Madde hırsı olan “harislik” ve beden güzelliğinin tahrik edebildiği “cinsî duygular” gibi..
 
618.
TEKÂMÜL VE SEVGİ
 
İnsanlar tekâmül ederek sevip yükselmesini öğrenirler. Asıl sevgi ise maddeli hayatın üstüne erişebilmişlerdedir. Varlıklar tekâmül ettikçe daha fazla severler ve daha fazla sevebilmek için daha fazla tekâmül ederler.
 
619.
YAPILMASI VE YAPILMAMASI GEREKENLER
 
Hakikatte fena olan bir şey yoktur, fakat dünya ve sair tekâmül yerlerinde yapılması gereken ve gerekmiyen şeyler vardır. Bunlar, realiteler yükseldikçe değişebilirler. Hattâ bunların arasında önceden yapılması gerektiği halde, sonradan yapılmamasının gerektiği kabul edilenler, veya; evvelce yapıldığı halde sonradan yapılmamasına inanılan şeyler vardır.
Bir insanın yapması gereken ise, o anda vicdanı ile yapılmaması gerektiğine inandıklarını yapmamak, yapılması gerektiğine inandıklarını yapmaktır. Vaktiyle günah sayılıp da, sonradan günah olmadığı anlaşılanları; onun günah sayılmadığı zamanlarda yapanlar günaha girmezler.
Bir de insanların hareketlerini tahdit eden toplum nizamı ve kanunları vardır. Yapılması gereken, bu kanunlara uymaktır. Çünkü kanunlar fertlerin hareketlerini hudutlayarak onlara denenme imkânları verirler.
 
620.
BİLGİLERDEKİ MANEVÎ KUDRET
 
Bu bilgilerin menşe’i Mutlak Varlık’tır. Onlardaki saklı kudreti insanların tasavvuru mümkün değildir. Bilgilerin gayesi ise; insanlığa, insan olarak dünyada yaşamanın mes’uliyetini ve hayatın gayesini açıklamak ve beşeriyetin şuurlu tekâmül yolunda ilerlemesini temin edecek idrake ulaştırılmasıdır.
Şayet bu bilgiler gerektiğince değerlendirilmez ve hedeflerine ulaşamazlarsa, “boşta kalmış manevî kudretler” halinde arzı kemirirler. Bu kemiriş, taş üstünde taş, deniz altında kara bırakmayacak kudrettedir.
Eskiden de kavimler aynı sebepten zaman zaman helâk olmuşlardı. Onlar ikazlarımıza kulaklarını tıkadılar ve onlara faydalı olsun diye verdiğimiz bilgileri değerlendiremediler ve değerlendirilemeyen bilgiler de onların varlıklarını kemirdi. Onlar için sadece “günahlar” vardı. Şimdi ise sebepleri ile birlikte izah edilen bilgilerimizin eskileriyle mukayese edilemiyecek gücü vardır ve değerleri oranında mahvedicidirler. İşte biz; değerlendirilmediği takdirde her şeyi mahvedecek bilgileri veriyoruz!. Beşeriyet, ya Şuurlu Tekâmül yolunda ilerleyecek, yahut da dünya robotunun sonu gelecektir.
Hiç şüphesiz ki biz, her şeyin sonunu getirirken binlercesinin yeniden oluşunu temin ederiz ve helâk edişimiz bile, helâk olanlara faydalı olması içindir!.
 
621.
YARDIM
 
Önüne gelene para ve mal vermek yardım değildir! Bir insanın, yardımını yapmadan evvel bilmesi gereken noktalar vardır.
Her şeyden evvel, her avuç açanın, inleyenin, yalvaranın, yardıma ihtiyacı olan kişi olmadığını bilmek gerekir. Yardımı; çalışarak o yardımı değerlendirecek insana, çalışmak imkânlarını kaybetmiş yoksula, ümitlerini kaybetmişlere yap ki; onlar bundan faydalansınlar.
Şayet senin yardımın bir insanı fena yola sevk ediyorsa, o, aslında yardım değil; zarardır.
 
622.
ÖNCEDEN HİSSETMEK
 
Olacak bir hâdiseyi daha önceden hissetmek, çok kereler, zaman mefhumunun hüküm sürdüğü dünyanın madde hudutlarını zorlayanların, bu zorlayışları neticesidir.
 
623.
MUTLAK PLÂNIN DÜNYA İCRAATI VE
AHİRETTE KARŞILIKLARI
 
Her şey bir plâna göre cereyan eder. Bu plân, Tanrının Mutlak Varlığının Kanunu’nun plânıdır ki, buna Mutlak Plân da denilebilir. Fakat insanlar ondaki üstün vasıfları dünyada yaşadıkları müddetçe anlayamazlar.
O öyle bir plândır ki, her şey harfi harfine nasıl olacaksa öyle olur. Fakat bu intizam insanların madde tesirleri altında alıştıkları intizama benzemez. Çünkü onda dünyanın zaman mefhumu ile izah olunamıyacak “mutlak bir intizam” mevcuttur. Tıpkı Mutlak Kanundaki, dünyanın adalet mefhumuna sığmayan adalet gibi..
Mutlak Kanunun tatbikatında, insanlar kendi idraklerine göre bazı boşluklar sezerler. Meselâ, kışın yapraklarını döken ağaçlar bütün yapraklarını bir anda veya aynı süre içersinde dökmezler. Hattâ bütün kış boyunca dallarından kopmayan kurumuş yapraklara tesadüf edilir. Fakat sonuçta, er geç, bütün kış mevsimi boyunca dalından kopup ayrılmayan yapraklar da kopup toprağa karışacak ve yerlerini yeni yapraklara bırakacaklardır.
Bir insan evvelce fena olduğu ikaz edilmiş olan şeyleri yapar, buna karşılık cezalanması icab ettiği halde cezalanmaz, hattâ aksi dahi olabilir, yani daha kuvvetlenir, daha zenginleşir. Tarih; zulmettikçe zenginleşenlerle doludur. Hattâ birçok zalimler yaptıklarının zerre kabilinden de olsa hiçbir karşılığını görmeden bu dünyadan göç edebilirler. Çünkü onların, Mutlak Tekâmül Kanunu icapları’na göre, yaptıklarının karşılıklarını dünyada değil fakat ahirette çekmeleri gerekmektedir. Dünya, zaman zaman, zalimlerin geçici ve aldatıcı mükâfatlarla mükâfatlandıkları yerdir.
Bunun böyle oluşunun da tekâmülle ilgili çok mühim sebepleri vardır. Çünkü insanlar kendi şuur ve liyakatleri ile yükselebilmeleri için, hareket ve icraatlarını kendi ellerinde tuttukları terazilerle tartmak zorundadırlar. Bu terazilerin dirhemleri ise vicdanlarıdır.
Şayet bir insan; zulmettikçe zenginleşip kuvvetlenen zalimi gördüğü halde zulümden kaçınırsa..
Şayet bir insan; bildirilenlerin aksini yaptığı halde refah ve saadet içinde olanı gördüğü halde, bildirilenlerden şaşmazsa..
Şayet bir insan; ona yapılmaması tebliğ edilenleri yapanların geçici saadetlerini görerek, kendisini o kötü misallere benzetecek yollara sapmazsa...
Şayet bir insan; fena işler yaptığı için refah içinde yaşayanların, bu refah ve saadetlerinin pek kısa olan bir dünya hayatı boyu devam edeceğini aklından çıkarmazsa..
Şayet bir insan; fena yollardan yürüyenlerden mes’ut olanların, denenme sonucunda kaybeden zavallılar olduklarını ve ahirette onları izahı imkânsız azapların beklediğine şuur ve liyakatiyle inanırsa..
Şayet bir insan; fena icraat karşılığı elde edilen refah ve saadetin, dünyada tekâmül etmekte olan insanlara şaşırtıcı, şaşırtıcı olduğu halde onları hakikate yaklaştırıcı misaller olduğunu anlayacak seviyeye kendisini yükseltebilirse..; o insan kazanır!.
Dünyaya gelen insanların tekâmül ihtiyaçlarını karşılayacak ve dünya hayatı boyunca güzel gözükmeyecek birçok hâdiseler, dünya hayat plânlarında yer almış olabilir. Bunların arasında azap, keder, ıstırap verenleri bulunabilir. Fakat bir insanı yapılmaması gerektiğine inandığı hâdiseleri yapmaya mecbur eden tek bir hâdiseye dahi plânında yer verilmemiştir.
O, liyakatini kullanarak, daima bunlardan uzak kalabilecek kudrettedir. Ve şayet liyakatini kullanamaz, dünyanın tekâmül faktörü olan maddenin tesirinde kalarak liyakatsizlik gösterir de bunlara boyun eğerse; günaha girer. Her günahın ise acı ve ıstırap verici bir karşılığı mevcuttur.
Dünyada işlenen fakat dünya hayatı boyunca hiçbir karşılığı tadılmayan günahların karşılıkları ise, ahirette karşılaşılan azap ve ıstırapların en acılarıdır. Böylelerini bekleyen azap ve ıstıraplar ise dünyada madde tesirleri altında yaşayanların asla tasavvur edemiyecekleri ağırlıktadırlar.
 
624.
ALLAH HER ŞEYE ULAŞAN
FAKAT ASLA ULAŞILAMAYANDIR
 
Her yerde gözüken ve her bakılan yerde mevcudiyetini hissettiren, Tanrı değil, O’nun Mutlak Varlığıdır. O’nun Mutlak Varlığındandır. Tanrı ise halk ettiklerine “kendilerinden çok” yakın olandır!..
Bir göz doğrudan doğruya kendisini nasıl göremezse, insan da Tanrıyı, kendisine “kendisinden çok” yakın olduğu için göremez. O görülmeyen fakat mevcudiyeti her şeyden çok hissedilendir. İnsan da dahil Tanrının var ettiği varlıklar, ne Tanrının bir parçası ne de O’nun bir uzvudur.
Tanrı halk ettiklerinin çok üzerinde ve onlardan ayrıdır. Aynı zamanda da, O’dur halkettiklerine halk ettiklerinden yakın olan. Fakat bu, Tanrının var ettiklerine olan yakınlığıdır. Var edilenlerin Tanrıya olan yakınlıkları değildir!
O’na, varlığından fazla varlığına yakın bulunana yaklaşabilmek; ancak liyakatle Tanrı yolunda ilerlemekle mümkündür. Allahın var ederek tekâmüle sevk ettiği varlıklar, O’nun çizdiği yolda, liyaketleri ile ilerleyerek O’na doğru yükselebilirler. Fakat asla ona ulaşamazlar.
Çünkü O, her şeye ulaşan, ulaştıklarına da kendi varlıklarından daha yakın olabilen, fakat asla ulaşılması mümkün olmayan, kudretinin, kuvvetinin, güzelliğinin ve değerinin tarifi imkânsız Allahtır.
Allah, her şeye ulaşan fakat ulaşılamayandır!.
 
625.
SESLENİŞ
 
Allahın kullarına kendilerinden çok yakın olan varlığına, çok uzaklardan, O’nun erişilmesine imkân olmayan varlığına fena his ve düşüncelerden mümkün olduğu kadar sıyrılarak seslenenler, Tanrıya kendilerini daha yakın hissederler. Kendini O’na yakın hissetmek demek, O’na yakın olmak demektir. O’na yakın olanlar ise, fena bildikleri şeylerden korunmasını bilenler ve iyi olduğuna inandıkları yolda yürüyenlerdir. İyi olduğu şuur ve vicdanla tasdik edilerek yürünen yol ise Tanrı yoludur.
O’na; “yarabbi, bana benden yakın olan varlığına senden çok uzaklarda bulunan varlığımdan sesleniyorum. Bu sesleniş, kendimi sana yakın hissetme ihtiyacından hâsıl olan bir sesleniş, bir yalvarıştır...” de! Ve kendini zaman zaman O’na yakın hissederek varlığını yıka, ve temiz olarak, seslendiğinin yolunda yüksel..
 
626.
KUR’ÂN
 
Vicdanının emrettiği “acaba doğru mu?” diye şüphe ile karşılayanlar bilsinler ki; Kur’ân’da, yapılmaması gerekenler bildirilmiştir. Ona uysunlar, kolay kolay uyamadıklarına ise uymaya çalışsınlar.
Bilsinler ki biz, iyi niyet sahiplerini kendilerinden daha iyi tanırız ve onların kurtulmak istedikleri âdet ve alışkanlıklardan kurtulmaları için, tekâmülllerinin icab ettirdiği yardımlarda bulunuruz. Fakat bizim yardımlarımız ekseriya, apaçık görülen ve bilinen yardımlar değildir.
 
627.
DİN VE DİNLER
 
Hiçbir zaman “dinler” diye bir şeyden bahsedilmemiştir. “Dinler” yoktur; “din” vardır. Dinin “dinler” halinde gözükmesinin sebebi ise; her devrin ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde ve devrin realitesine göre indirilmiş olmasıdır.
Bunu; “aynı konuyu, çeşitli yaşlardaki insanlara başka başka anlatmak” mecburiyetine benzetebilirsiniz.
 
628.
İSLÂMİYET BEŞERİYET DİNİDİR!
 
Hiçbir din, mahdut bir zümrenin malı değildir. Böyle olduğu için de, İslâmiyet ne Arab’ın ne de Türk’ündür; o, beşeriyetindir.
 
629.
ÇAĞRI
 
Bu bir çağrıdır!.. Öyle bir çağrı ki; kendi kendine emanet edilenlerin ve bundan doğan mes’uliyetleri liyaketleri oranında idrak edenlerin yürüyecekleri yolun çağrısıdır.
Bu yol, herkesin yürüdüğü fakat idrak edemediği bir yoldur. İdrak etmeden bu yolda yürüyenlerle, şuurla yürüyenler arasında çok büyük değer farkları mevcuttur. Yine onlar, yürüdükleri yolun önemini idrak edebildikleri oranda mes’uliyetler yüklenirler.
Mes’uliyetlerin idraki ise şuurlu tekâmülde şarttır.
 
630.
YARINI DÜŞÜN
 
Yarını düşün. Fakat bu düşüncen senin bugün yapacağın iyiliğe mani olmasın.
 
631.
ATATÜRK VE İNKILÂPLARI
 
Atatürk inkılâplarını[12] sadece şekil inkılabı olarak görenlere de ki;
Memleketin bünyesi, inkılâpların, şekil inkılâbı olarak tezahürünü icab ettiriyordu. Çünkü o zaman, din bile şekil dini haline gelmişti. İslâmiyet, asıl ulvî[13] ve yüksek tarafları bırakılarak sadece sakal, çarşaf, sarık, fes gibi görüntülerle temsile ve istismara başlanmıştı. Memleket bir ruh inkılâbını benimseyecek durumda değildi.
Bu sebeple, ilerde ruh inkılâbı halini alacak inkılâpların temeli şekil inkılâbı olarak atılmış, fes çıkarılmış, şapka giyilmişti. Maksat ne şapkayı giymek, ne de fesi çıkartmaktı. Asıl maksat; bâtıl inançlardan ve ısrarla taşınmak istenen putlardan, geri milleti kurtarmaktı.
Fakat bunun şuurlu yaptırılmasına imkân yoktu. Şayet Atatürk inkılâpları ruha hitap ederek başlamış olsaydı, bugün bu inkılâplardan hepsi tarihe karışmış olurdu. İnkılâplarda kullanılan zor, inkılâpların şekilde de olsa, kalmasını, kaldıkça da düşündürücü olmasını ve realitelere tesir etmesini sağlamıştır. Kısaca; yürünen yol doğru idi..
 
632.
KUR’ÂN İNDİRİLİRKEN
 
Kur’ân, indirildiği zamanın realitesine göre çok yüksek bilgileri ihtiva eden bir kitaptır. Bu çok yüksek bilgiler, tekâmülde pek geri kalmış bir kavme indirilmiştir. Bunun da sebepleri vardır.
Bir defa, o kavim geri olmasına rağmen Kur’ân’ı, benimseyebilecek kabiliyette, hassas, şair yaradılışlı bir kavimdi. Mânası güzel olmasa da güzel söylenen sözleri takdirle karşılarlardı. İşte Kur’ân onları çekecek bir lisanla ve Arapça olarak bu sebeple indirildi.
Kur’ân’ın o kavme indirilmesinin asıl sebebi ise; geri bir kavim oluşu, ahlaken düşkün bulunuşu, buna rağmen Kur’ân’a karşı alâka duyacak bir ruhî seviyede oluşudur. Onun için Kur’ân, bir taraftan çok yükseklerden ve beşeriyete hitab ederken, diğer taraftan da sadece o kavmin, o günkü hayatı ve yaşayışı ile alâkalı kısımlar ihtiva etmiştir.
Bu sebeple Kur’ân’da, ilk bakışta, belki bir zıtlık görülebilir. Fakat hakikatte, Kur’ân’daki en basit bilgilerde bile ebediyen ibret alınabilecek sırlar mevcuttur. Kur’ân’ın bu tarzda tanzim edilişi, onun üzerine daha fazla eğilinmesini sağlamıştır.
 
633.
TEKÂMÜL VAZİFELİLERİNİN ÖLDÜRÜLMELERİ
 
Tekâmül yolunda vazifeli olan çoğu insanlar, iyiyi gösterdikleri kişi ve toplumlar tarafından işkence ile öldürülmüş veya azap içersinde kıvrandırılmışlardır. Her şeyin olduğu gibi bunun böyle oluşunun da sebepleri vardır.
Bir defa, o vazifelilerin dünyada öldürülmeleri veya azap içersinde kıvrandırmaları kendileri için zararlı değil, bilâkis çok faydalı olmuştur. Bu davranışın bir sebebi olarak, toplumun eski realitesine bağlı oluşunu zikredebiliriz.
Yüksek fikirlere tercüman olan tekâmül vazifelilerinin hoş olmayan davranışlarla karşılaşmaları, âkıbetlerinin böyle oluşu ve özellikle iyiliğini istediği kimseler tarafından öldürülüşleri, o vazifelilerin tanıtmak için vasıta oldukları hakikatler üzerine daha fazla eğilinmesine sebep olmuştur.
Ölüm, bu vazifelilerin dünyadaki en büyük mükâfatlarıdır. Çünkü onlar ölümle ebedîleşmişlerdir. Bu; peygamberler devrinde sık sık görülen ve düşündüren bir hâdisenin izahıdır.
 
634.
DİN, MEZHEP, TARİKAT VE BİLGİLERİN
KAVRANMASI
 
Bir dinden bazı mezhep ve tarikatlar[14] doğmuş ise, o dini her şahıs (geniş mânada) aynı şekilde anlamıyor demektir. Bunun böyle oluşu ise Mutlak Tekâmül Kanunu icaplarındandır. Bir dinden hâsıl olan mezhep ve tarikatların mensupları arasındaki fikir aykırılıkları, fertlerin o din üzerine daha fazla eğilmelerini temin eder. Şuurlu İnanç devrinde ise, mevcut dinler, “din devri”nde mezhep ve tarikatların oynadıkları rolü bir müddet oynayacaklardır. Bu; bilgilerimizin üzerine daha fazla eğilinmesine sebep olacaktır.
Fertler değerlendikçe bilgilerimizi kül halinde kavrayabilmek imkânını kazanırlar. İlk bakışta; kazanılan bu hassa, basiti çok şey ihtiva eder halde görmek gibi gelirse de, hakikatte tamamen bunun aksidir. Çünkü insanlar bilgileri kül halinde kavrayabilmek hassasına, çok yönlü ve karmaşık olanı basite indirgeyebildikleri oranda maliktirler. Bu ise, ancak uzun tekâmül merhalelerinden sonra elde edilebilen bir hassadır.
Şuurlu Tekâmül’ü tam mânası ile idrak, dünya hayatında mümkün değildir. Çünkü o, maddesiz ve robotsuz hayata uzanan ve sonsuz yüksekliklere doğru yükselen tekâmül yoludur. Onu dünya imkânlarına göre anlayabilmek ancak, onun üzerine alâka ve sadakatle eğilmekle mümkündür. Bu alâkayı oluşturmak için Mutlak Tekâmül Plânınca tatbik edilen bazı sistemler mevcuttur. Çünkü bir bilgi okunup öğrenmekle değil, onu varlığına dahil etmekle faydalı olabilir. Bunun için de “üstün bir alâka ile” bilgilere sarılınması gerekir.
İşte, aynı olan şeyin başka başka ve farklı gösterilmesi; bilgiler üzerinde düşünülmesine, münakaşa edilmesine, böylelikle de “benimsenmesine” yol açmak için bir vasıta olarak kullanılır. Din devrinin peygamberleri vasıta edilerek indirilen bilgilerde bu mühim nokta daima göz önünde bulundurulmuş ve indirilen bilgiler daha iyi idrak edilerek benimsensinler diye birbirlerinden farklı şekilde indirilmiştir ki; hakikatte farklı gözüken bilgilerin esasında hiçbir farkı mevcut değildir.
İşte, bu şekilde indirilen bilgilerle beşeriyet, Şuurlu İnanç’a hazırlanmıştır. “Şuurlu İnanç yolunda tekâmül” için de aynı yoldan faydalanılacaktır. Fakat bu faydalanış, eskiden olduğu gibi değil, daha şuurlu yoldan olacaktır.
 
635.
ALLAH HAKKINDA ÇAPRAŞIK FİKİRLER
 
Bir zamanlar, “ben Allahım!” veya “ben, Allahtan evvel varım!” diyenler olmuştu. Ve fikirlerini açıklayabilmek için “Tanrının var olmasının, ancak bir varlığın daha önceden var olarak Tanrıyı düşünebilmesi ile mümkün olabileceği” tezini savunmuşlardı.
Bu lâflar “ben uyurken ölüyüm, çünkü yaşadığımı uykuda düşünemiyorum..” demeye benzer. Bu gibi çapraşık söz ve düşünceler, insanları tefekküre sevketmesi bakımından az fayda, girift ve anlaşılması zor yollara düşürdüklerinden de fazla zarar verirler.
 
636.
KİMSE KİMSEYE FENALIK EDEMEZ
 
Maksat; fenalık etmeye imkân olmadığını dünyadayken idrak edebilmektir. Asıl büyüklük ise; kendisine en büyük fenalıkları yapanları bile dünyadayken, karşılık beklemeden ve bu fenalıkların ilerde kendisine sağlayacağı faydaları gözetmeden affedebilmektir.
Hiç şüphesiz ki dünyada, fenalık olsun diye yapılan her şey fenalıklara hedef olan şahsa çok büyük kazançlar temin eder. Yapılan fenalık ne kadar büyükse sağlıyacağı fayda ve manevî kazanç o kadar büyük olur.
Bir katilin öldürdüğü kurbanına yaptığı iyiliği ise kimse yapamaz. Adam öldürmek en büyük suçtur. İyilik olsun diye dahi bu suçu işleyenleri[15] ilerde tarifi imkânsız azaplar beklemektedir.
 
637.
HER ŞEY TANRIDANDIR, TANRI HER ŞEYDEDİR..
 
Tanrı; varlığı ile eserini mezceden[16], değerinden eserini yaratan varlıktır. O’nun ne eseri, ne de eseri ile olan bağlı ve münasabeti, asla izah olunamaz!.
Ondan olmayan varlık yoktur. Birbirlerine manevî bağlarla bağlı bulunan istisnasız bütün tekâmüldeki varlıklar, liyakatleri oranında, O’nun değerinin hudutları içersinde zirveye doğru yükselirler.
O her şeydir. O değerini eserine mezcedendir. O’nun eseri olmayan hiçbir şey mevcut değildir. Bu sebeple O’nu zerrede de, sonsuz büyüklüklerde de bulmak mümkündür. Fakat bu bulunan O değil sadece O’nun izahı imkânsız büyüklüğünün ufacık bir parçası; O’nun eşsiz değerinin pek ehemmiyetsiz bir tezahürüdür. Herşey Ondandır fakat idrak edilebilmesi mümkün olan hiçbir şey O değildir, O olamaz..
O’nun eseri bir bedene, bir kâinata, birçok kâinatlara ve birçok kâinatlarda hâsıl olan varlıklara benzer. O’nun büyüklüğü ve değeri önünde, kâinatla zerre arasındaki fark kaybolur! kâinat ta zerre olur. Fakat O isterse zerreyi kâinatlardan değerli ve kudretli yapar. O’nun için zor olan bir şey yoktur.
Nasıl bir ruh bedene hâkimse, O, var olan her şeye bedenine hâkim olan ruhtan çok daha hâkimdir. O’nun eseri, sonsuzluklarla izah edilenleri ihtiva eden bir bedene benzetilebilir. Bu bedendeki “tekâmüldeki varlıklar” O’nun değerine doğru yükselirler. O’na yaklaştıkça O’nu daha fazla anlarlar. Yüksek ruhlar O’nu daha çok anlayıp sevebilmek için O’na yaklaşırlar; bu yaklaşış değerleniştir.
Tanrıya doğru yükselip değerlenen her varlık O’nun büyüklüğünü ve O’na erişilmesine imkân olmadığını çok daha iyi anlar. İnsanlar Allah’a ancak O’na hiçbir zaman erişilemiyeceğini idrak edebildikleri oranda yaklaşırlar. Değerce kendisini Ondan çok uzakta ve değersiz bulanlar, O’na en güzel yaklaşılan yolda olanlardır.
O her şeye “ben’im” diyebilir, fakat hiçbir varlık O olamaz, O’nun değerine değil, değerinin katresine ulaşamaz!.. İnsanlar “Ondan” olduklarını düşünerek O’na yaklaşırlar.. Bu yaklaşış, dünya imkânları ile izah olunabilecek bir yaklaşış değildir. Çünkü o uzaklaşışa benzer. İnsanlar O’na yaklaştıkça O’nun değerinin ne kadar yükseklerde olduğunu hissederler.
O’na doğru yaklaşış; O’nu kendisinden ne kadar çok yüksekte olduğunu hissediş oranınca fazladır. Bu; küçülerek büyümenin, uzaklaşarak yaklaşmanın, ne kadar alçakta olduğunu hissedebildiği oranda yükselmenin, kendini değersiz, güçsüz, kudretsiz hissedebildiği kadar değerli, güçlü, kudretli, olabilmenin bir izahıdır...
 
638.
EGOİSTLER VE BİR RÜYA OLAN DÜNYA HAYATI
 
Maddeye düşkünlüğünden, manevî hazlardan korkana ve onlardan kendi kendini mahrum edene söyle:
O ki, daima maddeye koşmak için bize yüz çevirmeye yeltenendir! O ki, söylenenlerin değerini anlayabildiği halde, alışkanlıklarından ayrılmak endişesi ile onları anlamaz görünendir! O ki, elindeki maddeleri hakikatleri göremiyeceği bir duvar haline getirendir! O ki, her şeyden maddî veya manevî karşılıklar bekleyendir! O, iyilik olsun diye bir şey yapamaz. O ancak; ya madde, yahut ta şeref veya hayvanî zevklerini tatmin için bir şey yapabilir. Çünkü onun gayesi verdiğinden çoğunu almaktır. Çünkü o, manevî cephesini körletmek için çalışan ahmaktır. Onun verdiklerine karşı kazandıkları ise ancak, ona rüyada kazandırılan servete benzer.
Dünya hayatı öyle bir uykudur ki; o uykuda başkalarının zarara girmesi sonucu kazanma yoluna sapanlar, bu uykudan uyanınca; icraatlarının uykuda görülen rüyalardaki günahlar gibi cezasız kalmadığını görürler. Ve işte o zaman, pek kısa olan dünya hayatı boyunca, sırf egoistçe davranmaları sonucunda neler kaybettiklerini anlarlar!.
 
639.
ELEKTRON, ATOM
 
Dünyanın bulunduğu kâinatta, maddenin esası atom değil, elektrondur. Çünkü atom halinde olmayıp elektron zincirlerinden hâsıl olmuş maddeler mevcuttur. Bu maddelerde ise atom çekirdeği yoktur.
 
640.
PUT VE BU BİLGİLER..
 
Şayet insanlar çeşitli putlara tapmasalardı, ve bunlardan bazılarını Allah sanmasalardı; tekâmül merdiveninin bu basamaklarına erişemezlerdi.
Hakikatte, bir puta körü körüne tapmakla, bir mabede, bir kitaba körü körüne bağlı kalmak arasında fark yoktur!. Bir kitaba inanarak körü körüne bağlı kalmak zamanı artık kapanmakta ve bir bilgiye inandığı, inandığı oranda da mes’uliyet yüklendiği ve bu mes’uliyetlerin manevî değerler sağladığı devrin kapıları açılmıştır.
Bilgi, tapılmak, putlaştırılmak için değil; tetkik edilmek ve inanıldıktan sonra hayata tatbik edilmek için verilmektedir!.. Bir bilgi; o bilgi ile, o bilgiyi tetkik eden arasındaki putların azlığı oranında açıklık kazanır. İşte biz bu bilgileri, bu yüzden, ne içersinde toplanan kitaba, ne de bu bilgileri vasıta ettiğimiz vazifelilerimize tapılsın diye veriyoruz!. Putsuz olarak tetkik edilmesi ve ihtiva ettiği hakikate erişilmesi için indiriyoruz.
 
641.
İYİLİK OLDUĞUNA İNANILANLAR
 
Hakikatte, iyilik yoktur; iyilik zannedilerek yapılması gerekenler vardır. Çünkü her olan iyidir!. Fakat bunlardan çoğu, dünya hayatına, fena şeylermiş gibi yansırlar.
Dünya, olumlular olduğu için olumsuzların bulunduğu, iyiliğin yanında fenalıkların belirdiği, güzelliklerin ölçüsüne vurulduğunda çirkinliklerin ortaya çıktığı bir tekâmül okuludur. Hakikatte bütün bunlar tekâmül edebilmek içindir.
Bir insan iyilik etmek için çırpınmalıdır! Fakat onun realitesine göre fena sandıkları, iyilik olduğuna inandığı şeylerden daha iyi ve faydalı olabilir. Yine de, insan, bunu düşünmemeli ve iyi olduğuna inanılanları vicdanının ve iradesinin yardımı ile yapmaya çalışmalıdır. Bir insanın iyilik etmek istemesi onu yükseltir.
Bir toplumun iyilik olduğuna inandığı şeyler iyi, fena olduğunu zannettiği şeyler ise fenadır. Dünya, iyiliklerin yapılarak, fenalıklardan da kaçınılarak tekâmül edilen bir tekâmül okuludur.
 
642.
REALİTE FARKLILIĞINDA DİKKAT EDİLMESİ GEREKEN HUSUSLAR (ŞUURLU İNANÇ ÖĞRETMENLERİ)
 
Şuurla tekâmül eden bir insanın elinde günah ve sevapları ayırd edebilecek imkânlar mevcuttur. Bunlar; şuurun, vicdan ve devrin realitesine uygun olduğu toplum tarafından kabul edilen fiillerdir[17]. Toplum kanunlarına uymak, yapılması gereken bir şeydir.
Yapılmaması ve yapılması gereken şeylerde feragat büyük rol oynar. Realitesi; içinde yaşadığı toplumun realitesinden yüksek olan bir insanı düşününüz. Bu insan, toplumun (hattâ o toplumun yapmış olduğu kanunlarda) yapılmaması gerektiğini kabul ettiği bazı şeyleri yapmakta hiçbir mahzur görmesin. Realitesi yüksek insanın, içinde yaşadığı toplumdan daha üstün düşünebildiğini kabul edelim. Bu ferdin; fikir ve düşüncelerini, kısacası realitesini, toplum içersinde feragatle saklaması gerekir.
Çünkü bir insan veya toplum, yüksek bir fikre, bir realiteye hemen tırmanamaz. Bunun için, iki realite arasındaki basamakları benimseye benimseye çıkmak gerekir. Şayet yüksek realiteli bir fert, toplumun realitesini ölçmeden ulu orta ve hesapsız olarak kendi fikir ve düşüncelerini o toplumda savunmaya başlarsa, buna rağmen toplum o kişinin realitesine hemen tırmanabilecek seviyeye erişmemişse, sonuç olumsuz olur.. Ya fert toplumun bütün şimşeklerini üzerine çeker, yahut da toplum anlayamıyacağı bir realiteye yükselmek hevesine kapılarak mevcut inancını kaybeder. Sonuçta; ileriye gitmek arzusu, geriye götürür.
Bu sebeple; tekâmülde vazifeli olanların, talebelerine alabileceği kadarını verebilen öğretmenler olmaları gerekir. Bu hususa en çok ve özellikle, din devrinden Şuurlu İnanç devrine yükselmeye namzet talebelere bilgi verilirken dikkat edilmesi gerekir. Ve şuurlu tekâmüle geçmek üzere olanların her şeyden evvel inanmaları gereken şey, Şuurlu Tekâmülün, dinlere aykırı olmayışı ve onların şuurlanarak “inanç” seviyesine erişmesi demektir.
 
643.
EN GÜZEL HEDİYE
 
En güzel hediye; bir insan için iyi olduğuna inanılan şeyleri kalpten temenni[18] etmektir. İyilik istemenin isteyene de faydası vardır. Hele iyiliği arzu edilenin bu temennilerden haberi yoksa, o zaman iyilik isteyen daha çok kazanır. Fakat bu, gönülden koparcasına olmalı, karşılıksız iyilikler istenmelidir.
Birinin iyilğini, onun iyiliğinden fayda umarak beklemek, duadan, temenniden hâsıl olacak kazançları azaltır. En güzeli ise, iyiliğini arzu ettiği insan hakkındaki düşünceleri, yeri ve sırası gelmezse açığa vurmamaktır.
Şunu unutmamak gerekir ki, her şey tekâmülle alâkalı ve tekâmül içindir. Bu sebeple de insanlar, karşılarına çıkan ve bir zincirin halkaları gibi birbirlerini kovalayan hâdiselerle denenirler.
 
644.
DÜNYADA HİÇBİR ŞEY SÜREKLİ DEĞİLDİR
 
Yağmur diner, gece de gündüz de biter. Dünyada ebediyen var olacak hiçbir şey yoktur. Her şey her an değişir. Doğuşundan ölümüne kadar mes’ut veya bedbaht olan kimse yoktur. En mes’ut sanılanlar bazen en bedbaht, en bedbaht sanılanlar da çok kereler en mes’ut olanlardır.
Bir insan, hâdiseleri mes’ut karşıladığı oranda mes’ut, bedbaht karşıladığı oranda da bedbahttır. Saadeti arttırmaksa; tekâmül yolunda merhaleler aşmakla mümkündür.
 
645.
HATA
 
Hiç hata yapmadıklarını iddia edenler; bilmeden kendilerini Tanrının Mutlak Varlığı seviyesine yükseltenler ve kendi aciz varlıklarını o zannedenlerdir.
Hataların hata olmadığı makam; Tanrı makamıdır. Kendi yüksek değerini eserine mezceden Tanrı, eserinin çok yükseklerindedir. O, eseri olan, tekâmüle sevk olunmuş varlıklarının; tekâmül etmelerini, tekâmül ettikçe de daha az hata yaparak kendi istikametinde yükselmelerini istemiştir.
O hata yapmaz! Fakat hatayı tekâmüle hizmet eden bir faktör olarak eserine dahil etmiş ve tekâmül yolu üzerine kaldırım taşları gibi serpmiştir.
Başlangıçta, hata yapacağını kabul etmek bir tekâmül merhalesidir. Ancak, bunu kabul ettikten sonra, tekâmül yolunda daha toleranslı ve daha şuurlu ilerlenebilir.
 
646.
MANEVÎ HİYERARŞİ[19]
 
Maneviyat âlemlerindeki vazifeliler arasında sizin anlayamıyacağınız bir mes’uliyet hissi ve saygı mevcuttur. Üst plânları ilgilendiren konularda, daha aşağı plânlardaki varlıklardan bilgi alınmaz. Bu sebeple her plân bir üst plânın direktifi ile tekâmül vazifesine devam eder.
 
647.
KARŞILIKSIZ HİZMET
 
Asıl kazanç; doğru olduğuna inanılan yolda, karşılık ve menfaat beklemeden hizmet etmektir. Bunu yaparken, karşılık beklemeden yapmış olduğunuz şeylerin, onları karşılıksız yaptığınız için size daha büyük manevî kazançlar sağlayacağını bile unutmalısınız veya unutmaya çalışmalısınız.
 
648.
KISKANILAN BEDEN DEĞİL, RUHTUR!
 
İnsan, çok sevdiği ve kıskandığı birisini, öldükten sonra kıskanmaz. Çünkü onun sevdiği veya kıskandığı; zannettiği gibi beden değil, ruhtur.
Kıskançlık; bir insanda bulunan manevî tesirlerin, herhangi bir hâdise sebebi ile kendi bedenine tesir etmesiyle ortaya çıkar. Yani; insanda bulunan çeşitli tesirlerin zaman zaman kuvvetlendiği ve zayıfladığı görülür. Kuvvetli tesirler ise daima zayıf olanları örter.
Normal vaziyette iyi olan bir insan kızınca çok fena bir insan halini alabilir. Fakat bu, şuur ve liyakatle önlenebilecek bir haldir. İnsanlar, ancak tekâmül ederek kıskançlık gibi hallerden kendilerini kurtarabilirler.
 
649.
ATOM, İNSAN, KÂİNAT
 
Kâinatı anlamak istersen, insanı tetkik et!. Atomda insanı; insanda atomu ve kâinatı bulabilirsin..
 
650.
HER ŞEY TEKÂMÜL SAFHALARI DÜŞÜNÜLEREK ŞEKİLLENDİRİLMİŞTİR
 
İnsan da dahil her şey, dünyanın zaman ve diğer mefhumları ile izah edilemiyecek bir mükemmeliyette var edilmişlerdir.
Meselâ bir insan bedeni, ilerdeki tekâmül devrelerine de cevap verebilecek tarzda yaratılmıştır. İnsanların çoğu sağ ellerini kullanırlar. Bu; sol taraftaki kalbi elektrik çarpması gibi tehlikelerden bir dereceye kadar korumak için böyledir. İnsanlar yaratıldıkları zaman, ileri tekâmül devrelerinde karşılaşacakları hâdiselere cevap verebilecek bir bedenle halk olunmuşlardır.
İnsan yaratıldığı zaman kendisine verilmiş olan beden şeklinin sırları zamanla aydınlanmış ve aydınlanacaktır! Gerek insanlarda, gerek var olan her şeyde; hiçbir aza veya parça yoktur ki yerinde olmasın!. Her şeyin bulundukları yerde oluşunun da sebepleri vardır.
Sebepsiz yaprağın bile kımıldamadığı bir sistemde hiçbir şey sebepsiz olarak bir yerde bulunamaz veya bulunmakta olduğu yere varamazdı. Bu öyle bir sistemdir ki, dünyanın tahdit edilmiş imkânları ile asla izah olunamaz.
 
651.
YETERSİNİZ
 
Siz insanlar, kendi kendilerinize emanet edilmişlersiniz.. Bu sebeple de kendi hesabınızı görmeye kendiniz yetersiniz.

 


[1] “Aynştayn” okunur.
[2] Albert Einstein: (1879-1955) Alman fizik âlimi. Almanya’nın Ulm şehrinde doğmuştur. 1900 yılında Zürih mühendislik okulunu bitiren Einstein’a 1921 yılında fotoelektrik etkilerin kuantum teorisini açıkladığı için o yılın Nobel Fizik ödülü verilmiştir. Nazi baskısıyla 1932 yılında Almanya’dan ayrılan Einstein, önce Belçika’ya, oradan da Amerika Birleşik Devletleri’ne gitmiş, ölümüne kadar Princeton Üniversitesi’nde çalışmalarını sürdürmüştür. (Ayrıntılı bilgi için bakınız Ek, sayfa XII)
[3] icraat: Yapılan işler, uygulamalar.
[4] müzmin: Arada bir olmayıp, süreklilik gösteren; kronik.
[5] Manevî tesirlerin.
[6] Burada; “öğrenmek” ile; “bilmek” anlamındaki “şuurlanma”nın aynı şey olmadığına işaret edilmektedir. Yani herkes öğrendiklerini, liyakat (olgunluk, ruhî tecrübe) derecesine göre ayrı şuurlandırabilmekte, hattâ kimi insan hiç şuurlandıramamaktadır. “Öğrenmek” için duyup veya görerek anlamak yeterlidir. “Şuurlandırmak” ise; öğrenilenin önceki “yaşanmış bilinenlerle” karşılaştırılıp, yaşam içersindeki yerinin sezilip, hattâ bilgiyi kullanarak sonuçlarının yaşanmasından sonra; öğrenilene “sahip olma” ve her zaman kullanabilme hâkimiyetine almaktır.
[7] riya: İki yüzlülük; inandığı gibi davranmama..
[8] doz: Uygulanan şeyin miktarı.
[9] deve dikeni: Deveden başka hayvanların yiyemediği dikenli bir bitki.
[10] dünya sakini: Dünyada yaşayanlardan olan; dünyalı.
[11] “gaye” tebliği (Bilgi no. 82).
[12] inkılâp: Devrim.
[13] ulvî: Manevî âleme ait; yüce.
[14] mezhep, tarikat: Mezhep, arapça bir sözdür ve “gidilen, tutulan yol” anlamına gelir. Bir dinin prensiplerini yorumlayan ve bu prensiplerin uygulama şekillerini belli kurallara göre düzenleyen yol demektir. Felsefe dilinde ise “öğreti” anlamındadır; “Aristo mezhebi” gibi (Fr. doctrine, ecole, systeme). İslâm dini de ana esaslarda birlik içinde olduğu halde, ibadet ve muamele (davranış, tutum) konularındaki, hadislere de dayandırılan bazı küçük görüş ve yorum ayrılıklarıyla, Sünnîlik, Şiîlik olmak üzere iki kola ayrılmıştır. Bunlar da kendi aralarında çeşitli mezheplere ayrılırlar. Sünnî mezhepler; Hanefîlik, Şafiîlik, Malikîlik ve Hanbelîlik olmak üzere dörttür. Şiî mezhepler ise; Caferîlik, Zeydîlik ve İsmailîliktir. Dünya Müslümanlarının yarısından fazlası Hanefî mezhebinden olup, Türklerin büyük çoğunluğu da, Osmanlılar zamanında devletin resmî mezhebi olarak kabul edilmiş olan Hanefî mezhebine mensuptur. Hıristiyan dini ise; Katolik, Ortodoks ve Protestan olmak üzere üç büyük mezhebe ayrılmıştır.
Arapça “yol, usul, meslek” anlamına gelen “tarik” sözünden türemiş olan tarikat’e gelince; ibadet ve muameleler hakkında ayrı bir sisteme sahip olmayıp, kulu Tanrıya yaklaştıran; zevk, neş’e, irfan, aşk ve cezbe yoludur. En kısa anlatışla mezhep, ilim yoludur; tarikatse irfan (anlayış) yolu.. Tarikatın esası ise tasavvuftur. İslâmiyette çok fazla sayıda tarikat olmasına rağmen 12 temel tarikat olduğunda görüş birliği vardır. Bunlarsa; Kaadirî, Rıfâî, Bedevî, Desûkıy, Sa’dî, Şâzilî, Halvetî, Mevlevî, Bektaşî, Bayrâmî, Nakşbendî’dir.
[15] Kurtarılamıyacak bir hastayı veya acı çeken bir yaralıyı öldürmek, kastedilmektedir.
[16] mezceden: Birarada ortaya koyan; ikisini birbirinin içinde gerçekleştiren, katıştıran.
[17] fiil: Yapılan iş, eylem.
[18] temenni: İstenen şey, dilek dua.
[19] hiyerarşi: Alt kademeden üst kademelere uzanan aşama sıraları; birbirlerine göre ast ve üst olarak yükselen önem ve idarî kademe sıraları.