ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
652.
TANRI, ESERİ VE SİZ..
Ruhunuzu bedeninizin içinde hapis sanmayınız. Ruhunuza şuur, liyakat ve iradenizle bedeninizi kucaklatmaya çalışınız.
Aslınız ruhunuzdur. Siz ise ruhunuzsunuz.. Fakat sizde ruhunuzdan çok siz; sizden çok sizin olan cevher de mevcuttur.
Aslında; ruhunuz, bedeniniz, her şeyiniz, siz ve bütün var olanlarla düşünebildikleriniz ondandır[1]. Sizin ondan, onun da sizden olduğu cevher ise Tanrıdandır.
Tanrı, eseri ile varlığını arzu ettiği için mezcedendir. O’nun varlığı ise eserinden, izahı imkânsız yükseklerdedir..
653.
YAKIN
O’nun varlığınıza sizin varlığınızdan, ruhunuzdan yakın olduğunu; kuvvetle duyabildiğiniz, yaşayabildiğiniz zamanlar anlayabilirsiniz.
Gökteki yıldızlar, bil ki uzak olduğuna inandığın için sana uzaktırlar!. Aradan maddenin sıyrıldığı gün; uzaklıkların kaybolduğu gün olacaktır. O gün; uzaklıklar kalkar!
654.
RUH VE BEDENLENME
Bundan önce ruh hakkında vermiş olduğumuz bilgilerde sizi, bu tebliğde söyleyeceklerimize alıştırdık..
Evvelce bildirdiklerimizde ruhun, madde ve benzeri robot değerlerle denenerek tekâmül ettiğini ve bunun, ruhların “robotlu tekâmül devresi” olduğunu söylemiştik. Bu birçok safhaları içine alan devre süresince de, ruhu per denen manevî bir değerle manevî bağlarla bağlı bulunduğu bildirilmişti. Bu; ruhu manevî bir bileşik halinde göstermek içindi.
Gerçi ruha “manevî bileşik” demek, dünya şartlarına uygun mecazî tariftir. Hakikatte ise ruh, sizin anlayabileceğiniz mânada ne bileşiktir ne de saftır. Fakat onu dünya şartlarıyla biraz olsun anlatabilmek ancak, bileşik bir manevî değer olduğunu kabul ederek mümkün olacaktır.
Ruh, madde ve benzeri robotlarla bağlı olarak tekâmül ettiği müddetçe, ona bağlı olduğunu söylediğimiz per’i kısaca; ruha ölçülü tekâmül sağlayan, zaman zaman onu sınırlandıran ve ruhun yaşadığı olayları zaptederek bunları zamanı gelince ona yaşatabilen bir “manevî robot” olarak izah edebiliriz.
Ruh, perin kendisine bahşettiği imkânlardan tekâmül ettikçe otomatik olarak kurtulmakta ve sonuçta persiz fakat perin kendisine sağladığı imkânları (tekâmül ederek) kazanmış olarak hayat ve tekâmülüne devam eder. Fakat bu, o kadar güzel ve ahenkli cereyan eden bir hâdisedir ki, ruh bunu fark edemez.
Tekâmül etmiş bir insan, dünya hayatında da perin mevcudiyetini hissedebilir. Meselâ bir insan yalan söylemenin fena ve yapılmaması gereken bir şey olduğunu bilir. Bunu ona devamlı olarak bildiren, ruhuna bağlı bulunan perdir. Fakat o, perin kendisine devamlı olarak yalan söylemenin fena olduğunu bildirmesine rağmen yalan söyler. Fakat her söylenen yalandan sonra per yine rolünü oynar ve ona, bu fena huydan kurtulması için yapılması gerekeni yapar; meselâ vicdan azabı çektirir. Ve bu hal, o insanın yalan söylememeyi benimseyerek tam mânası ile hayatına tatbik edinceye kadar devam eder. Tâ ki ruh, artık yalan söylemek ihtiyacını dünya ve ahirette hissetmez vaziyete gelinceye kadar per onun yakasını bırakmaz. Ve daima lüzumlu müdahalelerle onun bu fena huydan uzaklaşmasını temin eder. Tam mânası ile uzaklaşınca, ruh artık perin müdahalesi olmadan da yalan söylemek ihtiyacını hissetmez olur.
Bu vaziyette yükselen ruhun, yukarda izaha çalıştığımız hususta perin yardımına ihtiyacı kalmaz ve (o hususta) perden kurtulur. Çünkü o, perin ona kazandırmaya çalıştığı birçok değerden birisini kazanmıştır.
*
Ruh yalnız per ile bağlı değildir. Ruha bağlı bulunan ve ruhta, tekâmül ettikçe daha belirli hale gelen bir değer daha mevcuttur ki buna ruhun özü de denilebilir. Bu, tekâmül ettikçe belirli hale gelen, Tanrının ruhlara bahşettiği değerdir.
Tanrının ruhlara bahşettiği bu değeri ruhlar, robotsuz tekâmül devrelerine erişince (perden kurtulunca) çok daha güzel hissedebilirler. Bunu hissediş ve onun sağladığı imkânlardan faydalanmak; zevklerin, saadetlerin en büyüğüdür.
*
Ruhun zorluk çekmeden ve tereddüt etmeden yapabildikleri, kendine mâledebildiği değerlerden hâsıl olan tezahürlerdir.
Bir insanın zorlukla, iradesini kullanarak, iyi olduğuna inandığı için yapmaya çalıştıkları ise “per”in kontrolü altında yapmaya çalıştığı icraattır.
*
Ruhlar artmazlar, eksilmezler, üremezler; fakat tekâmül ederler. Tekâmül ettikçe de tesir sahalarını genişletirler. Bu hal bir artma halinde gözükebilir. Hakikatte bu hal, adetçe fazlalaşış değil, manen değerleniş ve yükseliştir. Buna “manen artış” da denilebilir.
Manevî değerler, maddeyi değerlendirmeye yarayan ölçülerle ölçülüp değerlendirilemezler. Bunun için de onlara adetçe artıyor veya eksiliyor denemez.
*
Dünyaya inen ruhlar; ne baba bedenine girer, ne de ana rahmine. Baba ve analar ruha, dünya hayatı boyunca refakat edecek olan bedenin oluşmasında vasıta rolü oynarlar.
Ruh, per ve ser vasıtası ile bedene bağlanır. Bedenin ruh üzerindeki rolü mühimdir. Bunlardan bir tanesi; ruha, (tekâmülü icabı) ana ve babadan geçmesi gereken şekil, huy ve bunlara benzer şeyleri nakletmek’tir. Ruh ile ana ve baba arasındaki bağlantı, döllenme ile değil, ruhun dünyaya inmesini gerektiren plânın tahakkuk etmeye başlaması ile başlar. Ruh ile ana ve baba bedenleri arasındaki irtibat ise per ve ser vasıtası ile olur.
Ruhun bedeni evvelce sanıldığı gibi; evvelâ babada, döllenme sonrasında da anada gelişmez. Anada ve babada aynı zamanda ayrı ayrı gelişmeye başlar. Döllenme; ayrı ayrı yerlerde, tekâmül plânına göre ve dünya şartlarına uygun olarak gelişen beden özlerinin, ana rahminde birleşmesini sağlar.
Bütün bu olanlar, per ve ser ile bunlara ihtiyaca göre bağlanan robot değer ve varlıkların yardımları ve bizzat rol oynamaları sonucu otomatik olarak ve Mutlak Kanun esaslarına göre olur. Bu sebeple doğacak çocukların bedenleri, daha ana ve babaları birbirlerini tanımadan da teşekkül etmeye başlayabilir.
Bu çok mühim noktayı madde tesirleri altında bulunanlara, zaman ve mekân mefhumları çerçevesi içersinde izah etmeye imkân yoktur. Bu sebeple bu tebliğdeki saklı hakikatleri okuyanlar, ancak değer ve likayatleriyle mütenasip olarak anlayabilirler.
Ayrı ayrı yerlerde; ana ve baba bedenlerinde gelişen beden, gelişme ânından beri ruhun per değerinin kontrolü altında ve per vasıtası ile ser’e bağlanmış vaziyettedir.
Döllenme; manevî bir alâkanın, maddî çekicilik halinde tezahürüyle[2] meydana gelir. Her döllenme muhakkak bir doğumla sonuçlanmaz fakat, doğumda Mutlak Kanun Nizamı’na[3] uygun olarak ortaya çıkmış döllenme hâdisesinden faydalanılır.
Döllenmeyi[4], iki ayrı yerde gelişen beden parçalarını birbirine bağlayıp kenetleyen bir kıvılcıma benzetebilirsiniz. Döllenme ânı, bedenlerin[5] manevî ve robot şualar yayımladığı andır. Bu şuaların; ayrı ayrı yerlerde gelişmiş olan beden parçalarının, döllenme sonrasında birleşerek beden haline gelmesinde ve bu bedenin ilerde bağımsız canlı halinde yaşayabilmesinde çok büyük rolü vardır.
Döllenme ânında yayımlanan şuaların, doğacak çocuğun tekâmül plânına uygun olarak, şahsiyeti üzerinde de tesiri büyüktür. Kısaca döllenme; başka başka yerlerde gelişen parçalardaki elektronların, yayımlanan şualar vasıtasıyla birbirlerine kenetlenmelerini ve bir vücut halinde tezahür etmelerini sağlar.
Burada, ayrı cinsiyetteki insanlarda gelişen beden parçalarını birbirine bağlayacak şualardan ortaya çıkan bir cazibe mevcuttur. Bu şualardan hâsıl olan cazibe, beden parçalarını birbirine bağlar ve çocuğun ilerde bağımsız canlı olarak yaşayabilmesini mümkün kılar.
Hiç şüphesiz ki, ana ve babanın bedeninde gelişen beden parçaları da canlıdırlar. Fakat bu canlılık bağımsız bir canlılık değil, ana ve babanın bedenine bağlı bir canlılıktır ki bunu, bir bedenin herhangi bir organındaki canlılığa benzetebilirsiniz. Biz buna bundan sonra bağlı canlılık diyeceğiz.
Çocuk ancak döllenme’den sonra yavaş yavaş bağımsız canlı olarak yaşayabilmek imkânlarını kazanmaya ve kendisini robot varlıkların yardımı ile dünya hayatına hazırlamaya başlar. Çocuktaki ilk bağımsız canlılık belirtileri otomatik hareketlerdir ki, bu hareketler doğumdan bir süre önce ana rahminde başlar. Bu, çocuğun dünya hayatına ilk uyum sağlama talimleridir ve otomatik bir hâdisedir.
655.
HAREKETLERİN RUHA TESİRİ
Sevinmek, raksetmek, kederlenmek gibi bütün hareketlerde ruhun beden üzerinde, bedenin de ruh üzerinde tesirleri mevcuttur.
656.
BASİT İNSAN
Basit insanlar, sadece kendilerine karşı insaflı olunması gerektiğini zannederler. İnsafsızlık etmeyi hak, insafsızlıkla karşılaşmayı ise adaletsizlik addedenler; geri, gerilikleri oranında da egoist kimselerdir. Bu gibilerden, tekâmülde, vasıta olarak istifade edilir.
657.
“ŞUURLU TEKÂMÜL”DE OLANLAR
“Şuurlu Tekâmül” merhalesine erişen varlıklar, başkalarından olduğu kadar kendilerinden de utanırlar, başkalarının haklarına en az kendi hakları kadar titiz davranırlar.
Onlar için; yalan söylemekle, yalan düşünmek arasındaki fark kalkar. Gizli kalmış suçlarla, açığa çıkmış suçlar arasında bir fark bulamazlar. Çünkü onları, hiç kimsenin bilmediği fena işlerde herkesin bildikleri kadar rahatsız eder. Gizli kalmışla açığa vurulmuş kabahatler arasındaki fark, şuurla tekâmül edenin değeri oranında azalır.
Onlar için, toplum kanunlarının yanı başında, hattâ (onları daima iyiye, inanılana yönelttiği için) çok daha kudretli kanunlar vardır ki; bu kanunları onlara, zamanı geldikçe vicdan sesi okur! ve onlar bu sesi dinlerler. Çünkü bilirler ki, onları ebediyen yargılayacak mahkeme, ruhlarına bağlı olan mahkemedir.
“Şuurla Tekâmül” yolundakiler için, gizli ile aleni[6] arasındaki fark gittikçe azalır. Çünkü onlar başkalarından olduğu kadar kendilerinden de utanmak; başkalarından fazla kendilerinden çekinmek değerine yükselen varlıklardır. Artık onlar ebediyen kendilerini yargılayacak ve yapılan işlerden kendilerini sorumlu tutacaklardır.
Onlar, şuurla (bile bile) ve şuurla aydınlattıkları inançla batıldan yavaş yavaş sıyrılarak tekâmül yollarında ilerlerler.
658.
FENA İNSANLARIN SAHİP OLDUĞU İYİ İMKÂNLAR
Birçok kimseler; “acaba dünyada iyiler daima sıkıntı çekerler de fenalar veya, sadece kendilerini düşünerek yardımdan kaçınanlar neden daha iyi bir hayat geçirirler?” diye düşünürler. Hattâ böyle düşünenler arasında; “acaba ben iyilik etmek için çırpınmakla fena bir şey mi yapıyorum, bilmiyerek Tanrıya karşı mı geliyorum?” diyenler vardır.
Bunda bir hakikat payı varsa, o da; herkesten yardım bekleyip de kimseye yardım etmekten hoşlanmayanların, emirleri altındaki insanları istismar edenlerin, daha iyi maddî imkânlar içersinde yaşadıklarıdır. Fakat bu hal geçici ve aldatıcı bir görünüşten ibarettir. Şimdi bunun neden böyle olduğunu izah edelim:
Dünyada her şey Mutlak Kanun esaslarına göre cereyan eder. Her tekâmül yeri gibi, dünya dediğimiz tekâmül okulunda da Mutlak Tekâmül Plânının esaslarına göre yaşanır, onun esaslarına ve gayesine uygun hâdiselerle karşılaşılır.
Dünyada tekâmül etmekte olanlar, tekâmül imkânlarını okuyarak, öğrenerek, ezberleyerek tekâmül edemezler. Okumak ve öğrenmek, tekâmül için hiç şüphesiz ki, çok faydalı şeylerdir. Fakat bunlar insanın tekâmül etmesini temin eden başlıca faktörler değildir. Çünkü insanlar ancak; öğrendiklerini benimseyip, kendi özleri olan ruhlarına mâlederek tekâmül ederler.
Bir üst realiteyi kendisine mâleden ruh, daha üstün realitelere doğru tekâmüle hazırlanır ve karşılaştığı hâdiseler de onu üstün realiteye doğru yükseltmek için iterler. Bir hâdise, çeşitli realitelerdeki insanlar üzerinde başka başka tesirler yapar. Bu sebeple aynı hâdisenin, birçok insanları sevindirirken, birçoklarını da düşündürdüğü görülür.
İşte hasis ve bencillerin daha iyi hayat şartları içersinde yaşar gözükmeleri de tekâmülle ilgili hâdiselerdendir. Bir defa, hasis, bencil, hain vasıflarını taşıyanlar tekâmülde geri kalmış olanlardır ve bunlar aynı zamanda tekâmüle yardım edici faktör rolü oynarlar.
Bencil bir insanın kötülüğüne rağmen yaşamakta olduğu rahat hayat; birçok insanın değerlendirmelerinde, vermiş olduğumuz bilgilere karşı şüpheye sevk edicidir. Hakikatte bu durum, düşündürücü ve yüksek realiteleri benimsetecek imkânlar sağlayan bir tekâmül faktörüdür.
Dünyada sıkıntı içinde yaşayan iyi insanların, kötü ve bencillerin işlerinin rasgittiğini görerek, Tanrının acaba iyileri neden sıkıntı içinde bıraktığını düşündükleri çok görülmüştür. İşte bunu düşünebilme ve hâdiselerin tesiri altında bu suali sorabilmenin tekâmülle ilgisi vardır.
Bu sual; insanları düşünceye sevk eder, teşevvüşe düşürür, hattâ zaman zaman onlarda fena yola sapmak arzularını uyandırır. Daha da ilerisi; bu gibiler, bir süre için fena yola sapmış ve onda yürümeyi denemiş dahi olabilirler. Fakat bunu yapanlar şayet yeterli derecede tekâmül etmiş iseler vicdanları, onları yürümemeleri gereken yolda yürütmez. Zaten karşılaştıkları hâdiseler de onların fena yolda yürümelerine birer engel halinde tezahür ederler. Sonuçta bu gibilerin çoğu, er geç kendilerini yine kendi yollarında bulurlar. Bütün bu çapraşık gibi gözüken düşünce ve hâdiselerin hakikatte tek bir hedefi vardır ki, o da bilindiği gibi, tekâmüldür.
Yukarıda anlattıklarımızdan da anlaşılacağı gibi; fena, egoist, hasis, hain insanların iyi maddî şartlar içersinde yaşar görünüşleri, tam mânası ile bir görünüşten ibarettir ve onlar, tekâmüldeki varlıklardan oldukları halde, doğru yolda tekâmüllerine devam eden varlıklar için “tekâmüle yardımcı robotlar” halinde faydalı olurlar.
Gerçi her varlık diğer varlıklara tekâmül yolunda faydalı olabilir. Fakat bunlar fena yolda olmalarına rağmen faydalı olanlardandır. Onlar bencil veya hain olduklarından dolayı asla diğer insanlara faydalı olduklarını düşünmezler ve bilmezler. Bu gibilerin böyle oluşlarının sebebi, kendi menfaatlerini düşünmeleridir.
Bu gibiler, zannedildiği gibi maddî imkânlar içersinde olmalarına rağmen mes’ut değildirler. Ya hastadırlar, yahut malik oldukları maddî imkânlar hergün başlarını dertten derde sokar veya her istediklerini satın alacak durumda olmalarından dolayı acaip bir sıkıntı içersindedirler. Yahut da, dertsizlik denen büyük derdin pençesinde kıvranır dururlar.
Onların dışarıdan varlıklı ve huzurlu gözüken hayatlarını berbat edecek o kadar çok şey vardır ki.. Buna rağmen, neden böyle olduğunu kendi kendilerine izah edemezler ve zaten pek kısa olan dünya hayatlarında tekâmül etmek için önlerine çıkan fırsatlardan istifade edemiyerek birçok manevî azaplarla yüklü olarak bu dünyadan göçer giderler. Bu gibilerin bilmeden verdikleri ders çok mühimdir. Çünkü söylenenlerin aksini yaptıkları halde iyi görünüşlü bir hayat yaşamaları etrafta teşevvüş sağlar, düşündürür ve bu hal etraftakileri yüksek realitelere hazırlar.
Biraz yukarıda belirttiğimiz gibi, yüksek realitelere okuyup ezberleyerek değil; benimsenerek ve yüksek realiteler ruhlara mâledilerek yükselinir. Bunun için de tefekkür, en kudretli bir vasıtadır. Tefekkürle insan, fenaların neden iyi şartlar içersinde yaşar göründüklerini, kendi bilgi ve manevî değerine uygun olarak çözebilir. Bu hal, tekâmül sağlayıcı bir haldir.
Kısaca; kötü örnekler, iyi birer tekâmül faktörüdürler. Onlara uymamakta fakat onlardan lüzumlu olan dersleri almakta fayda vardır. Toplumlar, fenalara uyarak alçalır, fenaları iyilere uydurmaya çalışarak yükselirler.
Fenaların uzaktan iyi ve varlıklı görünen halleri aldatıcı bir görünüşten ibarettir. Dünyada iyi yolda olanların karşılaştıkları en kötü hâdiseler bile, fenaların ellerinde bulundurdukları en güzel görünüşlü imkânlardan iyidir. Fakat dünya hayatı bunu bir süre ters gösterebilir. Bu ters gösteriş; tıpkı dünya hayatı gibi kısa ve geçicidir!..
659.
REALİTE
Bir insanın kendi realitesi, kendisine, çok normal geleceği için; başkalarının realitesinin de kolayca kendi realitesine uygun hale geleceğini zanneder. Hakikatte bu kolay zannedilen şey en zor olandır.
660.
REALİTELER VE PUTLAR
Realiteler yükseldikçe putlar azalır. Bu, o varlıkta manevî değerlerin yükselişinin, değerlenişin bir tezahürüdür.
661.
ÇOK BİLENLER
Daima doğru düşündüklerini, çok bildiklerini iddia edenler; tekâmülde geri kalmış olanlardır. Bu gibiler, bilmediklerini biliyor zanneden akıl hastalarına benzerler.
662.
ZAMAN MEFHUMU
Dünya hayatında ancak maddeye bağlı olarak gözlenebilen ve izah olunabilen zaman mefhumu, maddesiz hayatlarda bambaşka tezahür eder. Bu hal, manevî ve maddeye bağlı bulunmayan değerlerin dünyada izah ve anlaşılmasını zor hattâ imkânsız hale getirir.
Bu sebeple, dünyada saat ile ölçülen zamanın; ahiretteki, hattâ “maddeden başka robotlu” tekâmül yerlerindeki zamana benzeyen mefhumla hiçbir alâkası yoktur ve bundan ötürü, dünyadaki izahlarla, ahiret veya dünyadan başka tekâmül yerlerinde yapılan izahları değiştirir. Meselâ tekâmül; dünyada dünya şartlarına uygun olarak izah edilirken, aynı tekâmül, maddeden başka bir robotla denenilen tekâmül yerinde bambaşka izah olunur.
Bu izahattan da anlaşılacağı gibi, her tekâmül yeri o tekâmül yerinin şartlarına uygun olarak aydınlatılır. Bu sebeple vazifeliler çoğunlukla, eskiden tanıyıp bildikleri yerlerde vazifelendirilir. Bu, Mutlak Kanun icaplarına göre vazifelinin vazife muhitine daha iyi intibak etmesi içindir.
663.
YANLIŞ OLDUĞU HALDE YAŞAYAN FİKİRLER
Bütün bilgilerin olduğu gibi fikir ve düşüncelerin de menşe’i manevîdir. Bir ideoloji veya bir fikrin ömrü ise, o fikrin değeri ile orantılıdır. Herhangi bir fikir değerli ise uzun ömürlü olur ve bu ömür fikrin değeri oranında fazladır.
Bazı fikir ve düşünceler de, tamamen yanlış oldukları halde doğru fikirlerin yayılması ve aydınlanışında rol oynayarak tekâmüle yardımcı olur ve yardımcı oldukları müddetçe de yaşayabilirler. Fakat bu gibi, yanlış oldukları halde tekâmülde faydalı olduğu için uzun süre aktüel[7] kalan fikirleri, günün ve zamanın realitesine uygun olarak verilen bilgilerimizden ayırdetmek gerekir.
Çünkü bunlardan biri yapılmaması gerekeni, diğeri ise yapılması gerekeni bildiren şeylerdir. Yapılmaması gerekeni bildiren fikirler ise yapılması gerekenin anlaşılabilmesinde rol oynarlar.
664.
ŞUURLU İNANÇ DEVRİ BİLGİLERİ
Bilgilerimizi günün icaplarına uygun olarak; “alâka ile bağlanılacak” veya “kolay anlaşılacak” tarzlarda veririz.. Bu sebeple din devrinde verilen bilgilerimizdeki edebî cazibe; okuyanları, alâka ile onlara sarılınacak tarzda etkiler ve onları seve seve ezberlemelerine yol açar.
Şuurlu İnanç devri bilgileri ise “az kelimeli, çok manalı” bilgilerdir. Böyle oldukları için de okunurken kolay anlaşılan, anlatılması zor bilgilerdir. Bunun böyle oluşunun sebebi, zamanın ihtiyaçlarıdır.
665.
CAHİLLER
Cahiller delilere benzerler. En doğruyu bildiklerini, düşündüklerini ve söylediklerini zannederler.
666.
BEDRİ RUHSELMAN’IN SON KİTABI
Bu ana kadar verdiklerimiz, Bedri Ruhselman’ın kitabına hazırlayan bir okuldur. O da, tekâmüldeki varlıkları daha yüksek okullara hazırlar.
667.
TANRI’NIN TEZAHÜRÜ
Tanrı; isterse zerre, isterse sayısız kâinatlar halinde tezahür edebilir. Sonsuz sayıda ve ancak sonsuzluklarla ifade edilebilen kâinatlar ve bu kâinatların her zerresinde O vardır. Fakat O’nun büyüklüğü kâinatlarla tahdit olunamaz.
Tanrının büyüklüğünün yanında kâinatlar zerre olamazlar ve o büyüklük içinde erir kaybolurlar. O’nun karşısında değerce kaybolmayacak hiçbir varlık mevcut değildir. O ise; (kendi değerine oranlanınca yok olurcasına ufalan) sonsuzluklarla izah edilmeye çalışılan varlıkları halk eden ve halk ettiklerinin, kendi değeri istikametinde yükselmesini isteyendir. Yükselenlere ise daha yükselebilmeleri için lüzumlu olan her şeyi verendir. . Halk ettikleri O’nun zerresi bile olamaz. Fakat o isterse bir zerrede tezahür edebilir. Hattâ herhangi bir tarzda görünebilir, fakat görünen O’nun tam tezahürü değildir. O’nu görebilmek için lüzumlu olan değere hiçbir varlık erişemez. O’nu görebilmek O’nun değerine erişmekle mümkündür ki, asla bu yüksekliğe, bu değere hiçbir varlık tahammül edemez ve kendisini o yüksekliklere eriştirecek olan tekâmül yolunun yüküne göğüs geremez!.
O’nun isteyip de yapamayacağı hiçbir şey tasavvur edilemez. Hattâ gözükür! fakat gözükenle O’nun değer ve kudreti tahdit edilemez. Gözükeni bedene, gözükmeyen değeri ise o bedenin, ancak hissolunan ruhuna benzetebilirsiniz. Ve Tanrıyı biraz olsun anlayabilmek için bu teşbihi[8] liyakatin oranında büyütebildiğin kadar büyütebilirsin.. En son ulaşabileceğin yerde bile, bil ki O’nun değerinin katresini[9] tahayyül edemezsin. Fakat buna rağmen, ruh ile beden arasındaki münasebeti; Tanrı ile tezahürü arasındaki münasebeti anlamak için tetkik edebilirsin.
668.
LİYAKATLE DEĞERLENDİRME
Tek insanın malı olan hiçbir fikir mevcut değildir. Öğrenilenlerin liyakatle değerlendirilmesinden yeni fikir ve düşünceler hâsıl olurlar.
669.
TEKÂMÜL PLÂNI VE KAYGISIZ, MUTLU HAYAT GEÇİREN BAZILARI
İnsanlar tekâmül plânlarının icab ettirdiği hâdiselerle karşılaşmak için dünyaya gelirler!. Bu hâdiselerse çeşitlidir ve birçok insan dünya hayatları boyunca çeşitli ağır hâdiselerle karşılaşır.
Bazı insanlar rahat, sıkıntısız, kolay bir hayat geçirirler. Bu gibilerin en büyük derdi ise dertsizliktir. Fakat aralarında çok az miktarda olan bir kısım insanda, bu “dertsizlik derdi” de yoktur ve mutlu bir hayat geçirmektedirler. Bu kimseler, ekseriya tekâmül okullarının ağır şartları içersinde çok meşakkatli[10] yollarda ilerledikten sonra yine tekâmül okullarının birinde bir hayat boyu kaygısız, mutlu bir hayat geçirirler ve bu durgun hayatları boyunca da kendilerinden çok, kendileri ile ilgili varlıkların tekâmül plânları üzerinde tesirler icra ederler.
670.
Allahlar vardır..
Allah birdir..
Allah “bir” denilerek bile izah edilemiyecek varlıktır. O’nun değerini, kudretini, kuvvetini; O’nun halk ettiklerinden hiçbirisinin anlayıp izah etmesine imkân yoktur!..
671.
VAZİFELİLER VE BİLGİ
İnsanların ve tekâmüldeki varlıkların ruhlarına mâlettikleri değerlere bilgi denir.
İnsanlar çeşitli şekillerde bilgi edinirler. Evde, okulda, sokakta, hattâ uykuda bile daima bilgi edinirler. Kitaplar da bilgi edinmek için iyi bir vasıtadır. Biz bu tebliğde pek çeşitli olan bilgilerden değil, metapsişik araştırmalarda verilen bilgilerden bahsedeceğiz.
Bir medyom trans haline[12] geçtikten sonra bilmediği, daha doğrusu bilmediğini zannettiği bilgiler verir. Bu; çoğu zaman, dünya ile irtibata geçen vazifeli varlıkların bildirdikleridir. Ve bu medyom da hakikî bir medyomdur.
Bir de kendini medyom zannedenlerin, yüksek varlıklardan aldıklarını zannettikleri bilgiler vardır. Bu bilgilerden çok yüksek ve irşad edici nitelikte olanlar, hakikatte; bu bilgileri (vazifesi icabı) açıklayanın, kendine daha önceki hayatlar boyunca elde ettiği bilgilerdir. Ve zannedildiği gibi bir varlık tarafından dikte ettirilmez, sadece “robot varlıklar” tarafından vakti gelince vazifeliye hatırlatılır. Bu bilgilerin kaydedilmesindeki vazifeliler medyom değildirler.
Medyomlar, “vazifeli bedensizler”le irtibat kurabilen alıcı varlıklardır. Diğerlerine ise, vaktiyle kendilerine vazifeleri icabı ve vazifeleri sırasında mâlettikleri bilgiler, “tekâmüle yardımcı robot varlıklar” tarafından zamanı geldikçe hatırlatılır. Bu gibiler, hakikatte ruhlarının malı olan bilgileri dünyada madde tesiri altında kaldıkları müddetçe, yabancı bilgiler zannedebilirler. Fakat hakikatte kendi malları olan bu bilgilere çok kolay intibak ederler.
Dünyada vazife görenler, dünya şartlarına alışık oldukları ve dünya bilgileri ile yüklü oldukları için sık sık aynı yere vazifeli olarak iner ve vazifeleri devam ettiği müddetçe orada kalırlar.
Dünya ve mevcut tekâmül yerleri zaman zaman tekâmül hamlelerine sahne olurlar. Böyle zamanlarda ise bu gibi yerlere lüzumlu “vazifeli ekipleri” iner ve tekâmüle yardımcı robot varlıkların[13] yardımları ile vazifelerini ifa ederler.
Burada çok mühim olan nokta; yüksek vazifelilerin medyom olmayışları ve yaymakla vazifeli oldukları bilgilerle yüklü olarak dünyaya gelişleridir. Hele o vazifelinin tatbikatta da vazifesi varsa bunun böyle olması çok daha fazla gerekmektedir. Çünkü bir vazifeli kendi malı olan bir bilgiyi, herhangi bir bedensizden aldığı fakat henüz daha kendisine mâledemediği bilgiden çok daha iyi savunur.
Hattâ yayması gereken bilgiler kendi malı olduğu halde onları dünyada hatırlayamadıkları için bilmediklerini zanneden vazifelilere, o bilgileri robot vazifeliler veya bedensizler, medyomları vasıta ederek de hatırlatabilirler[14].
Dünyada yapılması gereken bir vazife varsa, bunun için lüzumlu olan her şey vardır. Vazifelilerin, robotlarla ve bedensizlerle irtibatları ise madde ölçüleri ile izah edilemiyecek bir mükemmeliyettedir. Bu; her şeyin zamanında ve Mutlak Kanun esaslarına harfi harfine uygun olarak başarılabilmesi için lüzumludur ki, buna kısaca “vazifelilere yardımlar” diyebiliriz.
672.
POSTACI
Postacı nasıl mektupları evlere dağıtırsa, sen de[15] bilgilerimizi tekâmül yerlerine dağıtan, icab ederse anlatan ve tatbik eden postacımızsın. Seninle, mektup dağıtan postacı arasındaki en büyük fark; o taşıyıp sahiplerine teslim ettiği mektuplarda neler olduğunu bilmez, sen ise mektup gibi taşıdığın ve sahiplerine teslime çalıştığın bilgileri bilen ve bunları zamanı geldikçe hatırlayansın.
673.
ŞUURLU TEKÂMÜL BİLGİLERİNDE; ALLAH
Allahlar vardır... Allah birdir... denildi. Şimdi ise; O’nun değerine tefekkürle yükselinemeyeceği bildiriliyor. Bu bilgilerle de beşeriyet, din devrinden Şuurlu Tekâmül devrine yükseliyor.
674.
VAZİFELİYE YARDIM
Vazifeliler, verilen ve yapılması gereken vazifeyi başaracak vasıfları haizdirler. Ve vazifelerini başarabilmeleri için gereken yardımları alırlar. Fakat bir vazifeli liyakatini kullanarak ne kadar az yardımla vazifesini başarabilirse, o kadar manevî değer kazanır.
675.
VAZİFELİ
Yukarı realitelerdekiler, tekâmüle hizmet gayesiyle aşağı realitelerdekilere ancak, onların anlayabilecekleri bir lisanla hitab edebilirler. Aksi takdirde zararlı olurlar. Bunu yapamayanlarla, yapmak istemiyenler, susmayı tercih etmelidirler.
Bazı vazifelilerin bilgileri mevcut toplum realitesinin bilgilerinden çok yüksekse; bu gibilerin vakit gelinceye kadar konuşmamaları gerekir.
Vazifeliler, dünya tesirlerine kapılsalar da; vazife aksamaz!. Çünkü onlara derhal gereken yardım yapılır ve vazifeyi aksatıcı tesirlerden uzaklaştırılır. Fakat bir vazifelinin vazifesini; üzerlerinden eksilmeyen yardımlarımıza sığınarak değil, kendi liyakatini kullanarak başarması daha hayırlıdır. Çünkü o likayatini, yardımlarımıza lüzum kalmadan kullanabildiği oranda değer kazanır.
676.
HABERLEŞME ORTAMI
İnsanlar havadan, balıklar sudan faydalanarak konuşup haberleşirler.
677.
DÜALİTE[16] VE MANEVÎ YAKINLIK
Maddeli kâinatta, dolayısı ile dünyada, pozitif negatifi, dişi erkeği çeker. Çirkinlikler güzellikleri, aydınlıklar karanlıkları, yükseklikler alçaklıkları belirtir. Fakat ruh bir kere maddeden kurtulunca, onun güzeli görebilmesi için çirkine, aydınlığı anlayabilmesi için karanlığa ve bir şeyi sevip beğenebilmesi, onu çekebilmesi veya ona doğru çekilmesi için ne erkek ne de kadın olmasına lüzum kalır. Artık o, yakın değerlerin birbirini çektiği bir maneviyat âlemindedir.
O yakın değerler ki, dünya hayatında da kendilerini (maddî tesirlere rağmen) hissettirir. İşte bir insana zaman zaman çirkini güzel, güzeli çirkin gösteren; çirkini sevdiren, güzelden nefret ettiren budur. Çünkü bir insana çirkin bir insanın ruhu çok yakın olabilir. Bu yakınlık fazlalaştığı oranda karşılıklı tarafların bedene verdikleri değer azalır. Ve sonuçta; iki yakın ruh, çirkin bedenlerini güzel görürler veya, çirkin (veya kusurlu) bedenlerini önemsemeden birbirlerini sevebilirler.
Bu sevgiyi ortaya çıkaran cazibe; madde kâinatındaki artı-eksi alâkasını[17] yenecek kudretteki manevî cazibedir. Madde dünyasında, madde ölçüleri dışına çıkarak birbirlerini sevebilen ruhlar, yeterli ölçüde değerli ve değerce birbirlerine yakın ruhlardır.
678.
MANEVÎ DEĞER-MADDÎ TAHDİT
İnsanlar manevî değerleri oranında, maddî tahdit ve ölçülerin üzerine çıkarak, manevî değerleri daha yakından hissedebilir ve değerlendirebilirler.
679.
MADDÎ VE MANEVÎ CAZİBELERİN ROLÜ
Artı ile eksinin birbirini çekmesi maddî cazibe, manevî değerlerin birbirini çekmesi ise manevî cazibedir. Manevî cazibenin, maddî cazibe üzerinde çok mühim rolleri vardır. Dünya realitesine göre sevilmemesi gerekeni sevdiren budur. Maddî cazibenin de manevî cazibe üzerinde rolü büyüktür. Dünyada “yapılmaması gerektiğine inanılanlar”ı yaptıran budur.
Maddî ve manevî cazibelerden biri, madde denilen robotlardan hâsıl olmuş cazibedir, diğerinin menşe’i ise manevîdir ve tekâmüldeki varlıkları; ne birbirinin zıddı istikametinde ne de birbiriyle aynı istikamette çeken kudretlerdir.
Tekâmül yerlerinde ve tekâmül etmekte olan varlıklarda birarada yer alan bu iki cazibe, varlıkları çeşitli tesirler altında bırakır ve çeşitli yönlere yöneltir. Dünya hayatı boyunca vicdanı ilgilendiren hâdiselerin menşe’i ise bu iki ayrı menşe’li cazibedir.
680.
TEVEKKÜL (KADERE RIZA!)
Bir insan çalışıp çabalayıp elde ettiği veya çalışıp çabaladığı halde ulaşamadığı sonuca tevekkül etmelidir[18]. Fakat tevekkül; ancak, o şahıs tarafından hedefe ulaşmak için yapılacak her şey yapıldıktan sonra başlar.
Bir insan “ben mütevekkilim!” diye oturur ve işin başında, yapılması gerekenleri yapmamayı kabul ederek bunu tevekkülle izaha yeltenirse; bu tevekkül değil, tembelliğin ta kendisidir.
681.
ŞUURLU İNANÇ VE HAKİKÎ İLİM
Zamanı gelince biz, bâtılı belirtip ondan uzaklaşmanın, uzaklaştıkça da hakikatlere yaklaşmanın yollarını göstermiştik. Şimdi de yaklaşılan hakikatleri izah ediyor, bunların akıl ve mantıkla nedenlerinin çözülme yollarını göstererek inancı şuurlandıracak bilgilerle yepyeni bir devri açıyoruz!.
Bilin ve bildirin ki, ilim ancak bu yolda yürünmeye başlandıktan sonra doğacaktır. Bugün mevcut olan ise hakikî ilim olamaz. Mevcut olan, sadece ilmi tetkik metodlarıdır. İşte biz bilgilerimizi ilmi tetkik metodları ile şuurlandırarak veriyoruz ve beşeriyete hakikî ilim yolunu açacak olan Şuurlu İnanç yolunun kapılarını açıyoruz.
Bu inanç, bütün dinleri kucaklar ve o, mevcut bütün dinlerin devamıdır. Onu mevcut dinlerden ayrı göstermek isteyecekler, ancak bâtılın karanlıkları içinde yürüyenler olacaktır.
682.
ARZU, BİLGİ VE LİYAKAT
Dünyada, kâinatta, kâinatlarda akla gelen ve gelmeyen her yerde, her şey; arzu, bilgi ve liyakat temelleri üzerine kurulmuştur. Her şeyin başı da hiç şüphesiz ki, izahı imkânsız büyüklük olan Tanrının Arzusu’dur.
İnsanlar ancak; arzu, liyakat ve tefekkürle bilgilerini arttırarak, daima daha fazla anlamaya çalışarak tekâmül ederler. Bu arada da liyakatleri oranındaki eserlerini mevcut eserlere ilâve ederek tekâmül zeminini daha faydalı hale getirirler.
683.
GERÇEK GÜÇ
Bir insan pazısının kuvveti oranında değil, ruhunun kudreti oranında kudretli ve kuvvetlidir. En güçlü insanlar ise, vicdanlı ve liyakatli olan iyi insanlardır.
684.
BEDEN TEMİZLİĞİ
Beden; ruhun dünya hayatına, varlığını belirtmek için kullandığı en mühim vasıtadır. Ruhunu temizlemek isteyenlerin bedenlerini de temiz tutmaları gerekir. Ruhlarını liyakatle temizleme yolunda olanlar, bedenlerinin ve bedenleri vasıtasıyla temas ettikleri yerlerin temiz olmasına da dikkat etmelidirler.
685.
BU BİLGİLER...
Bu bilgiler, insanları madde mefhumlarının üzerine çıkararak düşünmeye sevk edecek bilgilerin temelidir. İnsaniyet, madde mefhumlarının üzerine ancak, maddî tesirlerden öz varlığını kurtarabildiği ve madde üzerinde tesirler icra edebildiği oranda yükselebilir.
Tekâmül durmadığı gibi, tekâmülü sağlayan bilgi de durmaz, ilerler. Yeni tekâmül merhaleleri yeni bilgilere, yeni bilgiler de daha yüksek tekâmül merhalelerine beşeriyeti hazırlar.
İnsaniyet, madde tesirlerinden uzaklaşabildiği oranda manevî değerlere yaklaşır ki bu, yükseliştir..
686.
HÂDİSELER VE DENENMELER
Karşılaşılan her hâdise tekâmülle alâkalıdır. Tekâmül etmekte olanlarsa daima denenirler.
Hâdiseler vasıta edilerek denenen insanlar, liyakatleri oranında karşılaştıkları hâdiselerden faydalanır ve yükselirler. Liyakatlilerle, daha az liyakat sahibi olanlar, aynı hâdiseye aynı değeri veremezler. Değerli insanların karşılaştıkları hâdiselerse; daha az değerde olanların karşılaştıklarına benzemezler. Çünkü bir insan, liyakati ve değeri arttıkça, onu daha yüksek değerlere yükseltecek hâdiselerle karşılaşır. Bu hâdiselerden bir çoğu, tekâmülde geri kalmış olanların taşıyamıyacakları kadar ağırdır.
Mutlak Tekâmül Kanunu, tekâmüldeki varlıklara taşıyabileceğinden fazla yük yüklemez. Taşıyabileceklerini taşımaya gayret sarfetmiyenler, meselâ intihar ederek ondan kurtulabileceklerini umanlar; Tanrının onlara yük halinde tezahür eden nimetlerini tepen ve onların sağlayacağı değerlerden kendilerini mahrum ederek yapılmaması gerekeni yapmakla günaha girenlerdir.
687.
BEDRİ RUHSELMAN
Bedri Ruhselman sadece başarılı bir “ruhî olaylar araştırıcısı” değildir. O, vazifesini tam mânası ile başaran ve başarmakta olan, Mutlak Varlığa mensup bir varlıktır. Bu sebeple o, ne eserleri, ne de dünya hayatındaki çalışmaları ile değerlendirilebilir![19].
688.
BAŞARISIZLIK
Başarısızlıklar, daha yüksek başarılara zemin hazırlar; iş ki, onlardan gereken dersler alınmış olsun.
Başarısızlıklardan ders alarak faydalanabilenler, şuur ve liyakatlerini arttırarak daha yüksek başarılara hazırlanırlar. Bu, liyakati muvaffakiyetin takip edişidir.
689.
İKİZLER
İkizlerde aynı ruhun, aynı şuaların ve aynı anne ve baba bedenlerinin tesirleri kardeşlerden fazladır. Döllenmeyle hâsıl olan şualar, onlarda beden yapısı üzerinde benzerlikler meydana getirir. Bu hal, dünyada kaldıkları sürece ruhlarını, benzer bedenler olarak tezahür ettirmelerine sebep olur ve; karakter ve ahlâk benzerlikleri halinde dünya hayatına akseder.
690.
Bundan önceki verilen bilgiler, dünya şartlarına uygun olarak “analiz” esasına göre verilen bilgilerdir. Meselâ, ruh izah edilirken kül olarak alınmamış; per ve dünya ile ilişkilerinden bahsederken de ser’den faydalanılarak anlatılmıştır.
Bir de bilgilerin “sentez” usulüne göre izahı vardır ki bu; analizle kısımlara ayrılarak izah olunan bilgilerin, kısımların tekrar birleştirilerek kül haline getirilmesiyle izah şeklidir.
Vermekte olduğumuz bu bilgilerimize kadar, sentez usulü, tedricen geliştirilerek kullanılmıştır. Ve ilerde, analizle açıklanan bilgileri sentezle izah; onları daha fazla anlayabilmek imkânları sağlayacaktır.
691.
ŞUURLU TEKÂMÜL YOLU
Yüksek hakikatleri sezip anlayabilmek, onları hayata tatbik etmek; tekâmülün anahtarıdır.
Bilgiler, basit sentez halindeki bilgilerle başlamış, din devrinde tekâmül ettirilmiş ve İslâmiyet, analiz sistemine en uygun zemini hazırlamıştır. Bu bilgiler ise analiz metodu esaslarındadır.
Fakat, yüksek hakikatlerin manevî değerlerini daha iyi anlayabilmek için sentez usulüne dönüş gerekmektedir. Yalnız bu sentez, eski senteze benzememektedir. Eskiden sentez usulü ile verilen bilgiler, din devri esaslarına göre, mevcut ilmî metodlarla ispat edilmeden verilmiş bilgilerdir.
Beşeriyet İslâmiyetle ilim merdiveninin ilk basamağına kısmen şuurlu olarak ilk adımını atmıştır. Bu merdiven mantık’tır. Sonra, “bu bilgiler”le sentezden analize geçilmiş ve analiz yolu ile hakikatlerin izahı yoluna gidilmiştir. Bu yol tahlil yoludur, değerleri kısımlara ayırarak irdeleme[21] yoludur. Bu yolda değerlerin tahlili öğretilmiş ve tekrar “asıl yükseltici sentez yolu”na geçilme imkânları elde edilmiştir.
Kısaca, ilk sentez yolu ile verilen bilgiler, ispatsız bilgilerdi. Bu ispatsız olan din devri bilgileri’ne, İsa ve Muhammed vasıta edilerek “vicdan” ve “mantık” değerlerinin de ilâvesiyle bildirilmiş olanlar; din yoluyla verilen en yüksek bilgilerdi. Bu bilgilerden İsa’nın bildirdikleri ile daha çok vicdana, Muhammed’in vasıta edildiklerinde ise daha fazla mantığa yer verilmiştir ki, bu iki esas nokta da Şuurlu Tekâmül’de en mühim iki unsurdur. Ve ancak bunlar bildirilip beşeriyete aşılandıktan sonra, vermekte olduğumuz şu bilgilerle Şuurlu Tekâmül’e hazırlayıcı bilgiler verilebilmekte ve Şuurlu inanç devrinde verilecek bilgilere zemin hazırlanmaktadır.
Şuurlu İnanç bilgileri, analiz yolu ile sentezden faydalanılarak verilen yüksek bilgilerdir. Bu bilgilerin kavranabilmesi için beşeriyete ilimi tetkik metodları buldurulmuştur. İlimi tetkik metodları beşeriyetin bu bilgileri anlayabilmesi için realitesini yükselterek liyakatle ulaştığı seviyedir. Bunun için de insaniyetin önüne ilim denilen bir meçhul çıkartılmış ve beşeriyet bu meçhuldeki bilinmeyenleri çözmek zorunda bırakılmıştır.
Beşeriyet ilim sandığı başı ve sonu bilinmeyen bir yolun ortasında asırlarca ilimi tetkik etmeye çalışmış ve en nihayet deneysel ve mantıksal yollarda yürüyerek liyakati ile ilimi tetkik metodlarını bulmuştur. Bütün bu ilerleyiş din devri hudutları içersinde cereyan etmiş ve nihayet bu bilgilerin anahtarı vaziyetindeki “ilimi tetkik metodları”nı beşeriyet likayati ile kendine mâledebilmiştir.
Hakikatte gününüzde ilim zannedilen şey asıl ilimden çok uzaktır. Asıl ilmin başı ve sonu ise daima tecrübe hudutları dışında bulunacak ve beşeriyet ancak bu uçlara likayati oranında bilgilerimizden faydalanarak uzanabilecektir.
Her realite ve her tekâmül merhalesinin icab ettirdiği şartlar birbirlerine uymazlar. İşte bu bilgilerle, her realitenin icab ettirdiklerine erişebilme imkânları açıklanacak ve insanlar mevcut realitelerinin imkânları oranında bu bilgilerden faydalanacaktır.
Bu şekilde realiteler yükseldikçe asıl ilmin başı ve sonu yönlerinde daha fazla yükselebilinecek ve ilim, iki ucu manevî değerler içersinde eriyen bir tekâmül yolu halini alacak, beşeriyetin önüne serilecek ve onlara “bu yolda vicdanla, şuurla, liyakatle yürüyün” denecektir.
Bu yol; Tanrının şuurla yürünmesini istediği Mutlak Tekâmül Kanunu’nun Şuurlu Tekâmül yoludur!.. İşte bu yolda yürüdükçe analizden faydalanılacak ve tekrar senteze geçilerek hakikatler mantık, vicdan ve liyakatle aydınlanacak. Aydınlanan hakikatler ise, beşeriyetin önünde uzanan iyilik ve güzelliklerle dolu tekâmül yoluna ışık tutarak aydınlatacaktır.
Biz her realitenin icab ettirdiği bilgileri o realitenin icaplarına göre bildireceğiz. Şimdi, hiçbir zaman bu bilgilerin taassuba sebebiyet vermemesi için iyi bilinmesi gerekenleri söylüyoruz; Bu bilgilerde ebediyen bağlı kalınacak şey “sistem”dir. Bu bilgilerdeki izahlar ancak, gelecek birkaç realiteyi tatmin edebilir. Bu sebeple tekâmül yolunda sisteme bağlı kalınacak ve yeni bilgiler bu sistemle değerlenecek. Ve hattâ bu arada burada bildirilen sistem de tekâmül ettirilecektir.
Şu halde, bu bilgilerde ebedî olan sadece, açıklanacak olan; “hakikatlere yaklaşma esası”dır ki, buna, sistemin ruhu da denilebilir.
692.
BİLGİ
Hiçbir şey mevcut değildir ki, ondan bilgi alınmamış olsun! Bir kuşun ötüşü, bir kedinin miyavlayışı, bir ayakkabının ayağı sıkışı ve bunlara benzer alışılmış hâdiselerin üzerine eğilebilenler onlardan liyakatleri oranında bilgi alabilirler.
Her şey öğretmendir. Sadece, talebeler onlardan liyakatleri oranında bilgi alabilirler. Tekâmüldeki her varlık ise hem talebe hem de öğretmendir. Değerli öğretmenler, pek az şey bildiklerini bilenlerdir. En değerli öğretmenler ise, bildikleri pek az şey içinde birçok hataların bulunduğunu kabul edenlerdir. En değerli hâkimler de; gerek kanunlarda, gerekse kanunlara ve vicdanlarına dayanarak verdikleri kararlarda, hatalar ve noksanlar bulunduğunu evvelce kabul edenlerdir.
Bilgiler realiteleri yükseltirler. Realiteler yükselince de doğru sanılanlardaki hatalar ve eksiklikler belirir. Ve beşeriyet bu eksiklikleri tamamlamak için çalışarak realitesini daha yükseklere çıkarır. Bilgi realiteyi, realite bilgiyi yükseltir. Bunların her ikisi de tekâmül merdiveninin sonsuz sayıdaki basamaklarıdır. Tekâmül merdiveninde iyi değerlendirilen hatalar, doğru sanılarak üzerinde durulmadan geçilen, hemen doğruluğu kabul edilen şeylerden daha faydalıdırlar.
İnsana gelince; dünyadaki tekâmül etmekte olan varlıkların bir kısmına insan denilmiştir. İnsan, sadece dünyada mevcuttur ve dünyanın en tekâmül etmiş varlığıdır. Tekâmüldeki varlıklar, dünyada, insan olarak yaşadıkça daima hata yaparlar. Buna sebep, tekâmül faktörlerinden biri ve dünyanın bulunduğu kâinatın esasını oluşturan maddedir. Maddenin esası ise madde değil, manevî değerlerdir.
Robot manevî değerlerin kabalaşmasından kâinat meydana gelmiştir ve orada, kâinatın mensubu olan ve onun hudutlarını madde ile bağlı bulunduğu sürece aşamayan varlıklar yaşarlar. Şu halde kâinatta (bilgi de dahil) her şey madde ile sınırlanmıştır. Bunun sonucu olarak da sonsuz denilerek hudutlandırılan kâinat, madde ile sınırlıdır.
Her kâinat, o kâinatı meydana getiren tekâmüle yardımcı robot varlıkla sınırlıdır. Şu halde sınırsız kâinat yoktur. Fakat bu sınırlar çizgi ile izah edilen sınırlara benzemezler. Bu sınırlar, imkân sınırlarıdır. Zaten hakikî sınır da “imkân”dır.
İşte böyle bir ortamda tekâmül etmekte olan insanlara bu tebliğ, liyakatleri oranında çok şey verir. Ve onlar, değersizliklerini, kudretsizliklerini idrak edebildikleri oranda tekâmül imkânları sağlarlar. Çünkü varlıklar kazandıkları bilgiler ve değerler vasıtası ile değersizliklerini idrak edebildikleri oranda değerlenirler. Tekâmüldeki varlıklardan en küçük olduğunu idrak eden en büyüktür.
693.
TEKÂMÜL VE DÜNYA
Dünyanın geçirmiş olduğu tekâmül devreleri şöyle sıralanabilir:
1. Sezgi devri; seziş imkânları ile dünyaya gelen ilk insan Adem ismi ile sembolleştirilmiştir.
2. İrşad devri; analiz ve sentezin şuursuz olarak sadece robotların yardımı ile olduğu bu devrin, ilk irşad edilen ve eden insanı da Adem olarak sembolleştirilmiştir.
Yukarda iki ayrı kısma ayrılarak analiz usulünden istifade edilen devirler, sentezden faydalanılarak ve mümkün olduğu kadar zaman mefhumunun üzerine çıkılarak düşünülürse ilk insan ve Adem hakkında bir bilgiye ulaşılır.
3. Tek Allah prensibine dayalı olan devir; putperestlik ve çok Allaha inanılan devirlerden sonraki bu devirde “şuur” rol oynamaya başlamış, İsa ve Muhammed’in vasıta edildikleri bilgilerle beşeriyet Şuurlu İnanç devrine hazırlanmıştır.
4. Şuurlu İnanç devri ile din devri arasındaki köprü’yü kurmakla birçok vazifeliler vazifelendirilmiş ve burada en büyük rolü Bedri Ruhselman oynamış, henüz daha açıklanmamış olan kitapla da Şuurlu İnanç’ın esaslarını izah eden bilgileri dünyaya bırakmıştır.
694.
BİLGİ VE DEĞERİ
Vazifeliler tarafından bildirilen bilgilerde “şu daha önce, bu daha sonra” diyerek muyakese yapmak ve “şu daha sonradan geldiği için daha değerlidir” gibi hükümler vermek yanlıştır.
Bilgilerin hepsi değerlidir ve aynı gayeye hizmet için indirilmiştir. Fakat indirilirken zamanın icapları göz önünde bulundurulduğu için dünya idrakine göre değerce birbirlerinden farklı görünmüşlerdir. İlkokulun 1. sınıfında anlatılan tarih, lisenin son sınıfında daha başka anlatılır. İşte bilgiler de bu misale uygun olarak indirilir.
Zaman zaman indirilen bilgiler aynı değerdedir. Bir bilginin diğerinden daha ayrıntılı, hacimli ve yüksek oluşu, o bilginin diğer bilgilerden değerli görülmesi için bir sebep teşkil etmez. Bir profesörün üniversitede anlattıklarını ortaokulda anlatamayacağını, daha basit konuşacağını, daha basit konuştuğu için de profesörün değerinden şüphe edilemiyeceğini buna misal olarak gösterebiliriz. Bir bilginin diğerinden yüksek oluşu, o bilginin daha fazla manevî değerde olduğunun kanıtı değildir.
695.
VAZİFELİ
Her insan, hattâ canlı cansız her varlık vazifelidir. Bu vazifeler ise tekâmül ile ilgilidir. Varlıklar vazifelerini çoğunlukla otomatik olarak yaparlar. Varlıklara, vazifelerini otomatik olarak yapabilmeleri için, robot değer ve varlıklar büyük yardımlarda bulunurlar.
En yüksek vazifeler, tekâmülün seyrinde[22] rol oynayan yepyeni çığırlar açan vazifelerdir ki; bu gibi vazifeleri ifaya memur olanlar, vazifenin değeri ve önemi oranında şuurla ve liyakatle çalışır, vazifelerini ifa ederler.
Toplum içerisinde tesiri büyük gözüken bazı hâdiseler vardır. Bu hâdiselerin ortaya çıkışında ise bazı şahıslar rol oynarlar. Meselâ bir şahıs büyük bir devletin başına geçer ve beşeriyeti harbe sürükler. Sonuçta, milyonlarca insanın ölümüne, şehirlerin yanıp yıkılmasına sebep olur. Bu gibiler ekseri, ruhen yeterli tekâmül etmediği halde bazı hassalarını kuvvetlendirebilmiş, meziyetlerinin yanında birçok eksikleri bulunan insanlardır.
Meselâ, egoistçe kendi milletini sever, fakat kendi milletinin dışındaki insanlara karşı gayet hunhar olabilir. Milleti için birçok milletleri tereddüt etmeden, hattâ seve seve imha edebilir. Bu hal onda, insan sevgisinin henüz daha şuurlanmadığını, buna mukabil kuvvetli bir iradeye malik olduğunu gösterir. Birçok milletleri harbe ve felâkete sürükleyen bu gibi insanlardır.
Bu gibi kişiler birçok insanların tekâmül plânlarında mühim roller oynayabilirler, bu arada kendileri de tekâmül ederler. Kısaca; dünya, insanların tekâmül ihtiyaçlarını karşılayan hâdiselerin, bir düzen içersinde yürüdüğü bir tekâmül okuludur.
Yukarda da belirtildiği gibi; misal olarak alınan lider, hakikatte ileri tekâmül merhalelerine erişebilmiş bir lider değildir. Sebebine gelince; ileri varlıklarda insan sevgisi şuurlanmıştır. Bu sebeple de onlar toplumlarını, diğer bir toplumun mahvolması pahasına saadete götürmek yolunu deneyemezler. Gerçi ileri varlıklar ölümün de bir tekâmül faktörü olduğunu bilirler, fakat yine de mezun olmadıklarını bildikleri için bu yolu seçemezler.
Şuurlu yüksek vazifelilere gelince, bu gibiler için egoizm söz konusu olamaz. Onlar, aldıkları yardımlara sığınarak liyakatleri ile çalışırlar. Bu bilgilerden çok yüksek vazifeli olanlar; yaşamakta oldukları tekâmül yerindeki (meselâ dünyadaki) son aldıkları vazifelerine başlamadan önce, bir süre, yaşamakta oldukları hayatın iyilik ve kötülüklerini bizzat yaşar, görür ve şahit olurlar.
Her yüksek vazifeli, asıl yüksek vazifesine başlamadan önce dünya hayatını ve onun acı tatlı hâdiselerini vazifesinin gerektirdiği cepheleri ile tanır. Bunun için de irade ve liyakatlerini kullanmak zorunda kalırlar. Artık bir zaman gelir ki, zaten “bir el olarak kendilerine takılmış olan zaaflar”dan, neden uzaklaştıklarını idrak ederek uzaklaşırlar. Artık onların vazifeye başlama zamanı gelmiştir!.
Vazifeye başlayacakları âna kadar karşılaştıkları hâdiseler, görünüşte, onları yormuş, üzmüş hattâ utandırmış olabilir. Fakat hakikatte onlar bu gibi hâdiseleri yaşamakla, dünya hayatlarını şuurlandırmış ve mevcut değerlerini yaşamakta oldukları hayata yansıtmak imkânını kazanmış olurlar. Bu kimseler artık madde tesirlerinde olsalar dahi; neden yapmamaları gerektiğine inandıkları, sebeplerini de bildikleri şeyleri yapamazlar. İşte bu, vazifelilerde vazifenin şuurlanış alâmetidir.
Büyük vazifeler, dünya realitesine ve kavramına göre de büyüktürler. Fakat eski realitenin tesiri altında bulunanlar, bu gibi vazifelilerin icraatını kolaylıkla anlayıp benimseyemez, bunun için de çabucak ve kolaylıkla hoş karşılayamazlar. Bu hal, vazifeliler için zaman zaman başgösteren tatsız hâdiseler sebebi ile bir üzüntü kaynağı olabilir. Hakikatte ise onlar, vazifelerinin icab ettirdiği yardımlarla teçhiz edilmiş ve korunan kimselerdir. Bu sebeple de bu gibi hallerin, onların vazifelerine aksaklık vermesine imkân yoktur. Hattâ onların çalışma aşkları kamçılanır ve şuurla, liyakatle vazife yolunda ilerlerler. Bu ilerleyiş, yükseltme yolunda olanların yükselişidir.
696.
ZAAFLAR VE TEKÂMÜL
Nasıl iki ayrı parmak üzerindeki çizgiler birbirine benzemiyorlarsa, insanlar da öylece birbirlerine benzemezler. Buna kısaca, “hiçbir şey bir diğerine tıpa tıp benzemez” de diyebiliriz. Her şey bir diğerinden az veya çok farklarla ayrılır. Buna “her şey tek’tir” de diyebiliriz.
En ufak maddî varlıklar arasında bile fark vardır. İki hidrojen atomu veya iki elektron, birbirlerine benzemezler. Ufak maddî varlıklardaki bu benzemeyişin mühim âmillerinden biri de değişik muhitlerdir. Buna; “değişik mekân, maddede değişiklikler meydana getirir” de denebilir.
Maddede olduğu gibi, insanların manevî değerleri arasında da farklar vardır. Bu farklar; ruhlar üzerindeki madde tesirlerinden ve ruhların tekâmül sonucu kazandıkları farklı değerlerden hâsıl olur.
İnsanlar arasındaki ruhî değer ve olgunluk farkları, realite farklarından hâsıl olan değişik bilgi ve görüşler halinde dünya hayatlarına yansır. Ve dünyada tıpa tıp aynı düşünen, hisseden insan mevcut değildir. Bunun böyle oluşunun sebebi yukarda izah edilmiştir ki, bu sebep; Mutlak Tekâmül Kanunu esaslarının icab ettirdiği bir sonuçtur.
Tekâmülde geri kalmış insanlar, daha ileri gidebilmiş olanlara göre daha egoist, daha hain, daha hissiz, daha kaba tezahür edebilirler. Fakat her geri insanın daha ileri realitedeki bir insandan mutlak surette daha kaba veya hain olması gerekmez. Çünkü insanlar bazı hassalarını diğerlerinden daha fazla tekâmül ettirmiş olabilirler. Meselâ hainliğini azaltarak daha üstün realitenin seviyesine erişen bir insan, son derece egoist ve kaba kalmış olabilir.
İşte dünya ve benzeri tekâmül yerlerinin tekâmüldeki varlıklara sağladıkları faydaların başında “denge” gelir. Tekâmüldeki varlıklar, erişmeleri gereken realitenin ölçülerine uygun seviyeye göre huylarını tekâmül yerlerinde ayarlarlar. İnsanın bir anda bütün zaaflarından kurtulabilmesi mümkün değildir. Bir defa şunu unutmamak gerekir ki; zaaflar da tekâmül için lüzumludur. Her şeyin tekâmülle ilgili olduğu bir sistemde, bunun böyle oluşu en doğal karşılanması gereken bir hakikattir.
Fakat zaaflar tekâmül için ne kadar lüzumlu iseler, onlardan kurtulabilmek için gayret sarfetmek de o kadar lüzumlu, lüzumlu olduğu için de tereddüt edilmeden yapılması gerekendir.
Dünyada tekâmülle erişilebilinecek en yüksek merhalelere; zaaflardan şuur ve liyakatle uzaklaşılarak erişilir. Bunun için de, ilmî metodlarla, zaaf kabul edilen şeylerin nedenlerini araştırmak gerekir. Bu araştırma sonucu insan, zaaf addedilen bir şeyden neden kurtulması gerektiğini bulur. Bu buluş, onu zaaftan uzaklaştıran ilk tesirli adımdır.
Zaaflar, ya sağlığa, ya topluma zararlı hareketler halinde tezahür ettikleri gibi; toplumca hoş görülmeyen bazı davranışlarda bulunmak da uzaklaşılması gereken zaaflardandır. Bu mücadelede unutulmaması ve daima gözönünde bulundurulması gereken nokta; bir insanın, yenemiyeceği zaafla karşı karşıya bulunmadığıdır.
En karşı koyulmaz zaafları bile yenecek güç, o zaafın sebebinde mevcuttur. Çünkü insanlar, zaaflarını yenerek tekâmül ederler. Meselâ, zaten cinsel arzuları zayıf olan bir insan, karşı cinse kuvvetli bir arzu duymaz. Bu sebeple de kolaylıkla cinsel alanda dürüst bir insan olarak kalabilir. Fakat bu hal ona sadece cinsiyette iyi bir insan olarak tanınmaktan başka fayda temin etmez.
Fakat cinsel arzuları kuvvetli olan bir insan, bu arzularını şuur ve iradesi ile frenliyerek toplumun makbul addettiği bir insanın vasıflarını haiz olarak yaşayabilir, ve böyle olabilmek için de gayret sarf ettiği takdirde, tekâmül imkânlarını lehinde kullanabilen bir insan olduğundan, çok şey kazanabilir.
Dünyada en yüksek tekâmül merhalelerine erişebilmek, zaaflardan şuurla yani sebebini bilerek uzaklaşmakla mümkündür. Bu yol, tekâmülün zor ilerlenen fakat ilerlenince de derhal faydası görülen bir merhalesidir.
697.
İYİ VE KÖTÜ DÜŞÜNCELER, TAHAYYÜLLER
En yapılmaması gereken şeylerden biri de; güzel bir günü, fena hâdiseleri düşünerek karartmaktır. Sağlıklı olan bir insan hastalanacağını düşünerek; mutlu bir çift, eşi ölürse mutsuz olacağını hayal ederek ancak saadetini gölgelendirir. Bu gibi alışkanlıkları olanlar hakikî saadeti, ancak bu alışkanlıklarından liyakatleri ve mantıkları ile sıyrıldıktan sonra tanıyabilirler.
Ortada hiçbir sebep yokken birdenbire fena şeyler düşünmeye başlayan bir insanın, bu gibi düşüncelere başladığı anda ruhundan vücuduna doğru zararlı manevî tesirler yayılmaya başlar. Çünkü ruhta tahayyül hassası vardır. Bu hassa, manevî şua halinde, civardaki robotlara tesir eder ve onları gücü oranında tahayyül edilen şeyin olmasına zorlar.
Ahiretteki bedensizler civarlarındaki robot değerlere tahayyül ile tesir ederler ve yaşamaları gereken hâdiseleri yaşarlar. Dünyayadaki bedenliler ise ruhlarının tesirlerini bağlı bulundukları beden vasıtası ile kullanabilirler. Ruhun kudreti, beden vasıtasıyla, ya maddeye, ya diğer tekâmüldeki varlıklara yahutta bizzat kendi varlığı üzerine tesirler icra eder.
Gerçi her fena düşünceden tahayyül hâsıl olmaz. Fakat her fena düşüncenin bedene, hattâ civardaki varlıklara olumsuz etkileri vardır. Herkesin iyiliğini isteyen ve varlığında kötü düşüncelere mümkün olduğu kadar az yer veren insanlar mutlu ve etraflarına iyi tesirler yaydıkları için de faydalı olurlar.
Bu manevî tesirler elle tutulabilen, gözle görülebilen tesirler değildir ama toplum bu gibi insanları, sebebini pek izah edemediği halde sempatik bulur ve arar. Çünkü insanların da, bütün tekâmüldeki varlıklar gibi kendilerini iyiye sevk eden şeylere karşı meyilleri vardır.
İyi bir insan, iyi düşüncelerini ve bu düşüncelerden hem kendine, hem topluma sağlanacak faydalı şuurlandırabilmişse; şuurla hastaları tedavi edebilir ve ömrü boyunca da etrafına iyi ve gfüzel tesirler yayabilir. Bu güzel tesirler aynı zamanda onun ve yakınlarının koruyucularıdır. Bunun aksi de mümkündür.
Bu sebeple, insanlar fena manevî tesirler altında kalmak istemezlerse, bu gibi tesirlerden mümkün olduğu kadar uzak bulunmaları gerekir. Her şeye rağmen bu gibi fena manevî tesirlerle karşı karşıya ise, o zaman iyi tesirler göndererek bu tesirleri yok etmeye çalışması gerekir.
Nitekim toplum hayatında bu gibi tesirlerle, (bu tebliğde bildirilen açıklamalardan önce) otomatik olarak mücadele edilmiştir[23]. Meselâ bir insanın başına bir felâket gelince diğer insanlar onu teselli ederler. Teselli ise fena tesirlere karşı koyan iyi tesirler oluşturur. Bu gibi haller; tıpkı tehlike karşısında hayvanların otomatik olarak renk değiştirmesine veya üzüntünün vücutta hâsıl ettiği zehirleri ağlayarak otomatik olarak dışarıya atmak gibi hallere benzetilebilir. Fakat bu şuursuzca cereyan eden hallerden çok daha faydalısı “şuurla karşı koymak”la elde edilir.
698.
MUCİZELER VE BİLGİLER
Din devrindeki bazı bilgilerin mucizelerle takviye edilmeleri, yayılma sırasında çabuk inanılmalarına, sonradan da şüphe ile karşılanmalarına sebep olmuştur. Bu şekilde, mucizelerden iki türlü faydalanılmıştır.
Mucizeler dinlerin yayılma sürelerince itimat telkin etmişler ve bilgilere inanılarak kabul edilmesini sağlamışlar, sonradan da bu bilgilerin şüphe ile karşılanmalarını temin ederek yeni realitelere zemin hazırlamışlardır. Bu şüphe, bilgilerin üzerlerine daha fazla eğilinmesinde, bu eğiliş ve alâka da realitelerin yükselmesinde çok tesirli olmuştur.
699.
TEKÂMÜL VE TANRI
En büyük güzellikler, idrakle tekâmül edenlerin yollarında dizilidir. Bu yol, Tanrı istikametine uzanır fakat asla O’na ulaşamaz.
O, hiçbir yolun erişemiyeceği yüksekliklerdedir ve her şeyin sahibidir.
700.
BİLGİ VE DİNLER
Bu bilgiler mevcut bütün dinleri kucaklar. Fakat böyle olduğunu ancak “idrakle tekâmül etme” seviyesine erişenler anlayabilirler.
701.
PUT VE BÂTIL
Bir insanın lüzumsuz olduğuna inandığı halde kurtulamadığı putlar vardır. Belki, onlardan hayat boyu kurtulamayacaktır. Fakat tekâmül ettikçe onların eksildiğinin farkına varacaktır.
Bu sebeple toplumu bâtıldan uzaklaştırma işi en zor olan ve ancak vazifelilerimizin yardımlarımızla başarabildikleri bir iştir.
702.
ALLAH
“Allah birdir” diyenler; O’nun büyüklüğünün, yüksekliğinin, eşsizliğinin “bir” diyerek tahdit edilemiyeceğini idrak edebildikleri oranda, kendilerini daha yüksekliklere hazırlarlar, tekâmül ederek özledikleri istikamette yükselirler.
703.
DEĞERLENDİRİŞ
İnsanlar diğer insanların değerlerini, ancak değerlerinin kendilerine bahşettiği imkânlarla değerlendirirler. Bu başkasını değerlendiriş halinde tezahür eden eylem, hakikatte daha çok, kendini değerlendirmedir.
Manevî değerleri dünya imkânları ile tartmaksa mümkün değildir. Madde tesirleri altında bulunanlar, başkalarını olduğu gibi kendilerini de lâyıkiyle değerlendiremezler.
704.
DİNLER VE ŞUURLU İNANCA HAZIRLAYAN
POZİTİF İLİM METODLARI
Her dinin daima en son olduğu zannedilmiş, fakat sürekli olarak dinleri dinler takip etmiştir. Museviler, İsevileri, İseviler ise bu sebeple Müslümanları tanımak istemezler. İlk bakışta tekâmüle aykırı gibi görünen bu zihniyet, hakikatte tekâmülde çok mühim ve faydalı roller oynar.
Dinlerin cepheler halinde birbirlerinin karşılarına dikilmeleri, münakaşalara, harplere ve sonuçta da dinlerin üzerlerine eğilinerek onların daha iyi anlaşılmasına ve daha çok benimsenmelerine yol açmıştır. Beşeriyet böylece benimseyebildiğini benimseyerek “Şuurlu İnanç” yönünde yükselmiştir.
Peygamberlerin arkalarında bıraktıkları bilgiler ve o bilgilerden ilham alınarak yazılan kitaplarda söylenenlerin hepsi, beşeriyeti Şuurlu İnanca doğru yükselten faktörlerdir.
Din devrinde peygamberler vasıta edilerek bildirilenler, Mutlak Tekâmül Kanununa uygun olarak verilen bilgiler olduğu için, bir sonraki daima bir öncekinden daha fazla şeyler ihtiva eder. Yine aynı sebeple bir sonrakinde, önceki kitaplarda bulunmayan bilgiler mevcuttur ve her din kitabı, mevcut realitelerin çok üzerlerine hitab eder mahiyettedir.
Çünkü dini bilgiler diğer bilgilere benzemezler, onlar inanmayanları dahi tesirleri altına alabilen manevî kudret yüklü bilgilerdir. İşte bu sebeple onlarla, inanıp kabul edenler kadar, inanmayan veya inanıp kabul etmek istemiyenler de meşgul olmuşlardır. Ve bu zıt düşüncelerden, dünya realitesine göre hoş olmayan hâdiseler olmuş, din öncüleri işkencelerle öldürülmüşler, toplumlar toplumları mahvedercesine mücadeleye girişmişlerdir. Bütün bu hâdiseler; dini inkâr şeklinde tezahür etse dahi bilgilerimizi benimseten, bilgilerimizi benimsettiği için de tekâmül sağlayıcı mahiyettedirler.
Dünya onbinlerce seneden beri beşeriyet için kanlı bir tekâmül okulu hâlinde tezahür etmiştir. Hakikatte bu dünyadan normal ölüm ile ayrılmakla, öldürülerek ayrılmak arasında öldürülenin aleyhine bir şey yoktur. Gördükleri mukavemete rağmen sonuna kadar dayananlar, bu dünyadan en kârlı ayrılanlardır. Bu gibilere misal olarak; dünya hayatlarından ayrılıncaya kadar yollarından dönmeyen ve beşeriyete daha yüksek realitelerin ışıklarını tutarak azaplar içersinde hayata veda edenler gelir. Hattâ bunlar kendi canlarına kastedenleri bile af ederek dünyadan göçerler.
İşte din devrinde sık sık tekrarlanan hâdiselerden birkaç misâl ki, bütün bunlar yüksek realiteleri benimsetici mahiyette olan hâdiselerdir. Böylece realiteler, din devri sınırları içersinde, bilgilerimizin benimsenmeleri ile yükselmiş ve bugünkü, Şuurlu İnanç’ı idrak edebilecek seviyeye erişmiştir.
Tekâmüle hizmet eden bilgiler, sadece vazifeliler tarafından nakledilen bilgiler değildir. En küçüğünden en büyüğüne kadar cereyan etmekte olan bütün hâdiseler, okul ve üniversiteler, hep beşeriyeti Şuurlu İnanca hazırlamıştır. Şuurlu İnancın dayandığı metodlar, Şuurlu İnançtan evvel beşeriyete benimsetilmiştir. Bu metodlar, “pozitif ilimi tetkik metodları”dır.
Önce pozitif ilim denilen başı ve sonu meçhul, hakikat zannedilen mefhumlar karması ortaya çıkarılmış, sonra da bunu tetkik metodları geliştirilerek bugünkü durumuna eriştirilmiştir. Bütün bunlar tekâmül hamleleridir, ve bu tekâmül hamleleri de beşeriyeti Şuurlu İnanca hazırlamıştır.
705.
DEĞERLENDİRME
İnsanlar madde tesirleri altındadırlar. Değerlerini icraatları ile dünyaya yansıtabilir, fakat başkalarını değerlendirmek şöyle dursun, kendilerini bile lâyıkiyle değerlendirmekte zorluk çekerler.
706.
VAZİFELİNİN DEĞERİ
Bir vazifelinin değeri, getirdiği bilginin ve yaptığı işlerin değerleri ile ölçülür.
707.
VAZİFELİ
Bir vazifeli, vazifesinde gösterdiği likayat oranında değerlidir. Yüksek vazifelerle yüklü olanlar; iyidirler, vicdanlarının sesine kolaylıkla uyabilirler, mütevazidirler. Vazifeleri için her şeylerini feda edebilirler.
708.
ANA-BABA-İSA
Ana, baba, İsa.. Bu üçlü, madde ölçülerine sığmadığı halde, uzun müddet “tek” zannedilenin[24], ve O’nun Mutlak Varlığının sembolleşmiş izahıdır. Bu izah beşeriyeti asırlar boyu düşündürmüş, tefekküre sevk etmiştir. Bu sebeple de tekâmül ettirmiştir.
Ana da birdir, baba da birdir, İsa da birdir. Bu bir olan ise ruhtur. Bire üçü, üçe de biri ihtiva ettiren değer ise hepsinin üzerindedir.
709.
HÂDİSELER
Karşılaşılan her hâdise lûtuf ve mükâfattır. Dünya kendisinden faydalanan tekâmüldeki varlıklara madde ile yardım eden bir okuldur. Orada, insanlardan pek çoğu hoşlarına gitmeyen, pek azı da hoşlarına giden hâdiselerle karşılaşır.
Hoşa gitmeyen hâdiseler daha faydalı, daha öğretici olanlardır. Hoşa giden hâdiseler ise zor olanların zorluklarını, çirkin olanların çirkinliklerini, doğru olmayanların da yanlışlıklarını göz önüne sermek, onları belirtmek içindir.
710.
BU KİTAP
Bu kitap, rafta saklanması veya anlaşılmadan tasvip edilmesi için değildir. Bu kitap yükselinecek yolun kitabıdır. Bu sebeple, “anlaşılması ve tatbik edilmesi” için okunması gereken bir kitaptır.
711.
TANRI-MUTLAK VARLIK-HALK EDİŞ-VAR EDİŞ VE ROBOT VARLIKLAR
Tanrının Mutlak Varlığı tarafından idare edilenler, bir bedene, günden güne şuurlanmakta olan bir vücuda benzerler. Bu vücut, tekâmüldeki varlıkları robotlardan “hak ettikleri” vazifeleri devir almaları ile şuurlanır.
Mutlak Varlık, tarafından idare edilenlerle, idare eden Mutlak Varlık hepsi birden, şuurlu bir bedene benzetilebilir ki; (Tanrı hariç) bunların hepsine “Mutlak Varlık” denilebilir.
Bundan önce izah edilen bahislerde, sadece, her şeyi idare eden sisteme Mutlak Varlık denilmişti. Halbuki bundan sonra Mutlak Varlık diye; Tanrı tarafından var edilen istisnasız her şeye diyeceğiz.
Tanrının arzusu ile Mutlak Varlığı var eden ve onun iradesi için varlığını da Mutlak Varlığa dahil eden en yüksek robot idareciye; Mutlak Robot diyeceğiz. Mutlak Robot; robotları var eden, tekâmüldeki varlıkların da var edilişlerini sağlayan ve Mutlak Varlığı idare eden sistemdir.
Şimdi, gitgide yükselen bilgilerimizle, karanlık görülen bir noktayı izah edeceğiz;
Mutlak Varlık:
Tanrının halk ettiği tekâmüle sevk edilen varlıklarla, Tanrının, tekâmüldeki varlıkların tekâmül edebilmeleri için var ettirdiği robotları var eden ve onları idare eden varlıktır.
Tekâmüle sevk edilen varlıklar:
Tekâmüle sevk edilen varlıkları Tanrı, kendi değerinden, izahı imkânsız bir mükemmellikte ve tekâmül edebilecek kabiliyette halk etmiştir. Bunu, “Tanrı; vermekle asla eksilmeyen değerinden bir parçayı, ayırarak tekâmüldeki varlıkları halk etti” şeklinde mecazî olarak izah edebiliriz.
Tanrı, kendi değerinden vererek halk ettiği ve tekâmüle sevk ettiği varlıkları, değerlenme imkânlarına malik “değersiz” varlıklar halinde halk etmiştir. Tekâmüle sevk olunan varlıklar, Tanrının kendilerine bahşettiği değerlerden habersiz olarak tekâmüle başlayan değerlerdir. Bir varlığın değeri idrakla başlar; idrak edilemiyen mevcut değerler ise meçhul değerlerdir[25].
Bütün bu söylenenlerin hepsi, tekâmüle sevk olunan varlıkların “değersiz” olarak tekâmüle başlamalarının; hakikatte dünya idrakine göre anlaşılan bir değersizlik olmadığını izah içindir. Bu sözlerdeki sırların, beşeriyetin daha üst realitelere erişmesiyle nisbeten anlaşılacağını işaret ederek şimdilik burada kesiyoruz.
Tanrı, tekâmüle yardımcı bütün robotları, en yüksek robotu olan Mutlak Robota var ettirmiştir. Şu halde, tekâmüle sevk olunan varlıklarla tekâmüle yardımcı varlıklar arasında en mühim fark:
Tekâmüle sevk olunan varlıklar’ın doğrudan doğruya Tanrı tarafından “halk” edilmiş” olmasına karşılık, tekâmüle yardımcı varlıkları Mutlak Robota “var ettirmiş” olmasıdır!
Bu izahtan da anlaşılacağına göre; Tanrı, tekâmüle sevk edeceği varlıklarla birlikte Mutlak Robotu da halk etmiş ve tekâmüle sevk ettiği varlıkları, Mutlak Robotun Kanunu’na göre, Mutlak Varlığın Kanununun çerçevesi içersinde tekâmüle sevk etmiştir.
Değersiz olarak veya değerlerinden habersiz bulunarak tekâmüle sevk olunan tekâmüldeki varlıklar, robotların emri altında otomatik olarak tekâmüle başlamışlardır. Bu hale mecazî olarak; “tekâmüldeki varlıkların uykuda tekâmülü” diyebiliriz.
Tekâmüldeki varlıklar tekâmül ederek, idrak etme kabiliyetini ve şuur sahibi olmak imkânlarını bulmuşlar ve şuurlarını liyakatleri ile kullanarak önceleri tamamen emirleri altında tekâmül ettikleri robotlara evvelâ hâkim olmaya ve zamanla da daha fazla tekâmül ederek robotlardan liyakatlerinin karşılığı olan vazifeleri devir olmaya başlamışlardır.
Tekâmüle sevk olunan varlıklar, zerre kabilinde de olsa, kendilerini halk ederek tekâmüle sevk edene benzerler ve daima kabiliyetleri ile imkân hudutlarını zorlarlar; ilerlemek, yükselmek temayülü gösterirler. Robotlarda ise bu yoktur. Onlar, Tanrının kendilerine bahşettiği imkânlarla, Tanrı tarafından “robot şuurla şuurlandırılmışlardır”.
Onlar, değer ve vazifelerine göre Tanrının izahı imkânsız şuurunu, robot şuur halinde tezahür ettirirler. Bunu Tanrı onlara, izahı imkânsız varlığından şualar ve tesirlerle vermiştir ki, bu şua ve tesirlerin robotlar üzerinde yapamıyacağı hiçbir şey yoktur.
Tekrar ediyoruz: Tekâmüle sevk olunan varlıkları Tanrı, kendi izahı imkânsız değerinden var ederek ve değerlerini idrak ede ede Varlığı istikametinde yükselebilmek kabiliyetlerini bahşederek, “değersizlikler” halinde halk etmiş ve tekâmüle sevk etmiştir.
Robotlar ise, tekâmüle yardımcı varlıklar olarak var edilmişlerdir. Onlar, ancak, Tanrının Mutlak Kanunu esaslarına göre değişirler, fakat tekâmüle sevk olunan varlıklardaki gibi kendi iradeleri ile tekâmül edemezler.
Robotlar:
Tanrının tekâmüle yardımcı varlıklar olarak var ettiği robotlar, Mutlak Kanun esaslarına göre “Manevî robot değer ve varlıklar” halinde tezahür edebildikleri gibi, “kaba robotlar” halinde de tezahür edebilirler. Bunlardan en değerlileri ve Tanrıya en yakın olan idareci robotlar; manevî robot değerler halinde olanlardır.
Madde:
Madde, manevî robot değerlerin kabalaşmış bir halidir. Burada dikkat edilmesi gereken bir şey vardır: Yukarıda “en değerli robotlar, manevî varlık halinde olanlardır” dedik. Şimdi de “madde, manevî robot değerlerin kabalaşmasından hâsıl olmuştur” diyoruz. Burada manevî robotların değerinden kaybederek madde haline geldiğini düşünmemek icab eder.
Bir defa, manevî robot değerler de, kaba robot değerler de, Tanrının iradesi ile bu hallere giren robotlardır. Şu halde; kaba robotlarla, saf manevî robot değerler arasında dünya idrakine göre değer farkı olamaz. Çünkü bunlar vazifelerinin icab ettirdiği şekli almaktadırlar.
Buna rağmen, en yüksek robotların, saf manevî değerler halinde olduğu da söylenebilir! Çünkü bu robotlar, Tanrının iradesini ifade ederek, Mutlak Kanunun mekanizmasını idare ederler. Şu halde kısaca: Vazifenin önemi düşünüldüğü takdirde; en değerli robotlar manevî robotlar halinde tezahür edenlerdir. Robotların değerleri düşünüldüğü takdirde; böyle bir değerlendirme yapmak doğru değildir. Çünkü hepsi Tanrının izahı imkânsız şuuru ile vazifelerinin icaplarına uygun olarak şuurlandırılmış robotlardır[26].
Özetle; robotlar, tekâmüle sevk olunan varlıklar gibi değerlendirilemezler. Tekâmüle sevk olunan varlıkların değerleri üç temel esasa dayanır, bunlar: şuur, liyakat ve vicdan’dır. Robotlarda ise bunların üçü de mevcut değildir..
Şu halde onlar, Tanrı’nın onlara bahşettiği oranda robot değerle değerlenmiş varlıklardır ve vazifelerinin icab ettirdiği şekilde, değerli ve değersiz olarak tezahür ederler. Fakat hakikatte ne değerli ne de değersizdirler. Kısaca; onları değerli ve değersiz gösteren, ifa etmekte oldukları vazifelerdir.
İşte madde de “vazifesi icabı mevcut olan” robotlardan biridir ve: madde, tekâmüle sevk olunan varlıklarla birlikte, onları idare edecek olan Mutlak Robot tarafından (Tanrının izahı imkânsız şuuru ile) var edilen robotlardan biridir.
Şu halde madde; ne tekâmüle sevk olunan değerlerin değersiz hali, ne de onlara bağlı ve onlarla tekâmül eden bir robottur. Madde “tekâmül etmez”, sadece Mutlak Kanun icaplarına uygun olarak değişik şekillerde tezahür edebilir.
Madde, tekâmüldeki varlıklar tarafından “tekâmül ettirilir” fakat bu, maddenin şuuru ile değil onu tekâmül ettiren insanların şuuru ile olur. Çünkü madde yalnız başına şuursuzdur. O, tekâmüldeki varlıkların şuurunu tezahür ettirir ve şuurlarını arttırmalarında rol oynar; fakat kendi şuuru artmaz, eksilmez, çünkü yoktur.
Madde, Tanrının iradesi ile var edilen robotlardan, dünyanın bulunduğu kâinatın esasını teşkil eden robottur. Bulunduğunuz kâinattaki bütün robotlar maddedir ve ufak tefek değişikliklere, maddeyi izaha yarayan mefhumlarla izah olunabilirler.
Onda robot enerji mevcuttur. Gerçi bütün robotlar gibi madde de enerjiyi Tanrının izahı imkânsız değerinden almıştır. Fakat bu enerji şuurlu bir enerji değildir. Fakat şuurlanmış olan tekâmüldeki varlıklar bu enerjiden faydalanabilirler.
Şu halde, gerek tekâmüle sevkolunan varlıkların, gerekse tekâmüle yardımcı robotların menşe’i Tanrıdır. Bu sebeple de Tanrının (hiçbir şekilde izaha imkân olmayan) değeri; “manevî”likle hudutlandırılamaz. Çünkü O, manevî değerler olan tekâmüldeki varlıkları halk ederken, yine kendi kudretinden (icabında madde olarak tezahür edebilen) robotları da var etmiştir.
Gerçi Tanrı, tekâmüle sevk ettiği varlıklara kendi imkân ve liyâkatlerine göre robotlar var etme imkânları da bahsetmiştir. Fakat bunu hiçbir zaman, Tanrının gücü, liyakati ve kudreti ile mukayese etmemek gerekir. Hattâ böyle bir şeyin mevcut olduğunu bilip, az düşünmek daha doğrudur..
İşte madde, tekâmüldeki varlıklara bu imkânları bahşederek tekâmüle yardımcı olmaktadır.
712.
TANRI VE MUTLAK VARLIK
En geniş anlamı ile Mutlak Varlık, Tanrının var etme ve var ettiklerini idare etme gücüdür. Fakat Tanrının yaratıcı gücü Mutlak Varlıkla asla tahdit edilemez. Tanrı, Mutlak Varlığına yaratıcılık imkânını arzusu ile zerk edendir.
Yukardaki ifadeden de anlaşılacağı gibi, Tanrının yaratıcı olarak tezahür edişine ve onları idare edişine Mutlak Varlık denilmektedir. Bu tâbir insanların aczinden hâsıl olan, imkânsızlıklardan doğan bir tâbirdir.
Tanrının Mutlak Varlığı bir bedene, günden güne şuurlanmakta olan bir vücuda benzer. Bu vücut ancak tekâmüldeki varlıkların, tekâmüle yardımcı robotlardan “hak ettikleri” vazifeleri devir almaları ile şuurlanır.
Bedene benzeyen Mutlak Varlık, hudutları içersinde tekâmül edenler için, (Tanrı hariç) her şeydir. Onun üstünde, hem de pek çok üstünde Tanrıyı düşünmek mümkündür. Eserinin çok yükseklerinde bulunan Tanrıyı, eserindeki her zerrede bulmak mümkündür. Var olan her şeyin ise her zerresinde Tanrı mevcuttur. Fakat insanlar, “kendilerinden çok kendilerinde” bulunan Tanrının mevcudiyetini ancak, çok zor ve uzun tekâmül merhalelerinden sonra hissedebilirler.
Mutlâk Varlık robotlardan inşa edilmiş heykele benzer. Tekâmüldeki varlıklar o heykelde liyakatle yükselebildikleri yerin vazifesi ile mükâfatlandırılırlar. Bu heykel bir insan bedenine benzer onda; ayak da, baş da, beyin de mevcuttur.
713.
TEKÂMÜLDE SON
Tekâmülde son yoktur. Her son zannedilen ise, hakikatte bir başlangıçtır. Tekâmül yolu bir zincire benzer. Bu zincirde son sanılan halkaya, bir başlangıç halkası gözüyle bakılabilir.
Hakikatte ise madde tesirleri altında olanların anladıkları şekilde ne baş vardır, ne de son. Olan sadece ilerleme ve tekâmüldür. Tekâmülün asıl yüksek mânasını ise dünyaya izaha imkân yoktur!..
714.
MİKROP VE BENİMSETİCİ METOD
Pastör teorisi ile evvelâ mikropların mevcudiyetinden bahsolundu ve bütün hastalıkların âmili olarak mikrop tanıtıldı. Buna, “evvelâ mikrop benimsetildi” de denilebilir. Sonradan da mikrobun mikrop haline getirildiğini öğreten bilgiler verilmeye başlandı ve mikropları mikrop haline, şuaların getirdikleri açıklandı.
Bunun böyle oluşu ve evvelâ sadece mikrop bildirilip beklendikten sonra mikrobun mikrop haline getirilmesinden bahsedilişi, tekâmül kanununun “benimsetme” prensiplerine uygun olarak cereyan eden bir hâdisedir.
Benimsetmek, öğretmek değildir. Bunun için de bazen bir üstün hakikati açıklamak için asırlarca beklemek gerekmektedir.
715.
TOPLUMDA ÇALIŞMA ZEVKİ, TÜRKİYE VE REALİTELERİN YÜKSELMESİ
İnsan enerjisini işe yarar hale getiremiyen toplumlar, bu halden zarar gören geri toplumlardır. Toplum fertlerinin işe yarar hale gelmeleri için “çalışmak ve bir gayeye şuurla bağlanmak” şarttır ki, bu da ancak mevcut geri realitelerin yükselmesi ile mümkün olur.
Çalışma zevkini tatmamış geri toplumlarda, çalışma zevkini tatmış olanların ve meşru yollardan hayatlarını kazanmak isteyenlerin durumları çok fenadır. Türkiye’de ise halen bu durum mevcuttur.
Çalışma ise şuurla değerlenir. Şuursuz veya az şuurlu emeklerin büyük bir kısmı boşa gider. Bir toplum ancak şuurlu çalışma metodlarına göre çalışırsa yükselebilir. Bunun için de fertlerin bunu idrak edecek seviyeye yükselmeleri gerekir.
Türkiye’nin bütün şehirlerinde iş saatlerinde kahvehaneler, oyun oynayan, gevezelik eden, çalışma zevkinden mahrum insanlarla doludur. Topluma çalışma zevki yayılmadığı için aynı kahvehanelerde, çalışmak istedikleri halde zemin bulamayanlara da tesadüf edilir.
Çalışma zevkini tatmamış bir toplumun fertleri, o toplumda çalışacak zemin mevcutsa bile bunlara rağbet göstermez ve tembelce vakit öldürmeyi veya zahmetsizce günlük ihtiyaçları karşılayacak kazancı temine çalışırlar.
Böyle toplumlar, gayri meşru[27] yollardan, tefecilikten, gelir temin edilebilen bir zemindir ve şayet bir toplum çalışma zevkinden mahrumsa, o toplum sadece geri değil aynı zamanda gayri meşruyu meşru addeden bir hüviyet taşır. Bu hal, adaleti, emniyeti, kısaca her şeyi aksatır ki, buna muhtelif şekillerde tezahür eden “ahlâk krizi” denilir.
İşte bu kriz Türkiye’yi halen kemiren krizdir ki, buna ancak; realitelerin meşruyu meşru tanıyacak seviyeye yükselmesi, çalışma zevkinin, insan haklarına hürmetin benimsenmesi ve “bana ne”ciliğin önlenmesi ile son verilebilir. Bütün bu söylenenler ise realitelerin yükselmesi ile mümkündür ve çözüm de ancak realiteleri yükseltici mahiyetteki bilgilerdedir.
[1] Kül’den veya Küllü oluşturan bilgiden.
[2] tezahür: Ortaya çıkma; belirme; görünüş kazanma.
[5] Ana ve baba bedenlerinin.
[6] aleni: Apaçık ortada olup, gizli olmayan.
[7] aktüel: Güncelliğini ve özelliğini kaybetmemiş olup, kullanılan.
[10] meşakkatli: Güçlük ve sıkıntılara göğüs germek gerektiren.
[11] İnsanlığın “idrak” tarihinde, “Allah” kavramının geçirdiği aşamalar.
[12] medyom; trans: Bedensiz varlıklarla ruhsal alâka kurup, manevî âlemle irtibatı sağlayan ve “medyom” olarak vasıflandırılan, doğuştan bu özel melekeye sahip kimselerin; sözü geçen irtibatı kurabilmeleri için, içinde bulunmaları gereken psikofizyolojik hale “trans” denir. Bedensel gerilimden uzak, pasif ve tesir etmekten çok tesir almaya müsait bir hal olan trans halinin genellikle; şuursuzluk, beden gevşekliği, teneffüs azalması gibi belirtileri vardır. Medyomun trans haline geçmesini, bu işi bilen operatörler sağlayabildiği gibi, tecrübeli medyomlar, bir nev’i kendi kendine telkin yoluyla kendiliklerinden transa girebilirler.
[13] ... ki bunlara dünyada “Melekler” denilmektedir.
[14] Dr. Bedri Ruhselman’ın yaptığı çalışmalarda olduğu gibi.
[15] Bu bilgilerin vazifelisine hitap!.
[16] düalite: İçinde bulunduğumuz ve her türlü kanununa tabî olduğumuz nizamın; değerleri, karşıtları (zıtları) ile belleyebilmemizi sağlayan bir kanunudur. Meselâ bu nizamda güzeli tanıyabilmek için çirkine, iyiyi öğrenebilmek içinse kötüye ihtiyaç vardır. Bizler nisbî (mutlak olmayan, rölâtif) varlıklar olduğumuzdan dolayı maddî, manevî tüm değerleri de ancak, karşıtlarının hüküm sürdüğü bir nizamda öğrenebilmekteyiz. Aydınlığı, karanlığın yardımıyla; sadakati ise ihaneti görerek değerlendiremiyoruz. Düalite kanunu, içinde bulunduğumuz madde kâinatının esas unsuru olan “madde”nin daha temelinde (+) ve (–) değerler ile kendisini göstermektedir.
[17] Artı-eksi alâkası; düaliteyi karakterize etmektedir.
[18] tevekkül: İşi Allaha bırakıp kadere razı olma.
[19] Dr. Bedri Ruhselman hakkında ayrıntılı bilgi için bakınız Ek, sayfa XII.
[20] sentez: Birleştirme; Analiz yoluyla kısım kısım incelenerek tetkik edilmiş olan bölümlerin biraraya getirilmesi ve birarada oluşunun incelenmesi.
[21] irdeleme: Bir sorunun mümkün görülen bütün hallerini birer birer ele alarak incelemek, tetkik etmek.
[23] otomatik olay: Şuurla, neden ve nasıl’ını bilerek yapılan bilinçli işler dışındaki; bilip anlamadan kendi kendine bir oluş şekli.
[25] O varlığın henüz idrak etmediği ve ona göre meçhul değeri.
[26] Bu şuur, robot bir vazife bilgisi olarak düşünülmelidir.
[27] gayri meşru: Kanun ve ahlâk dışı (meşru: Kanuna ve ahlâka uygun).
|