BİRİNCİ BÖLÜM
7.
“ALLAH NE TEKDİR, NE DE ÇOKTUR;
O HAŞMETİ İZAHLA TAHDİDE İMKÂN YOKTUR.”[1]
İnsanların sonsuzluklarla ifade ettikleri varlıklar, mefhumlar, Tanrı için zerre dahi değildir. Tanrının muhteşem varlığını, Tanrıdan başkasının idraki asla mümkün olamaz. O, adlandırılamaz, sıfatlandırılamaz, tariflere sığdırılamaz!.. Tanrının büyüklüğü, kudreti, kuvveti asla Tanrıdan başkası tarafından idrak edilemez, bilinemez, anlaşılamaz. O’nu takdire, idrake, O’ndan başkası kadir olamaz.
O; ne tektir, ne çoktur, ne de her şeydir denilerek izah olunamaz. O haşmeti takdire imkân yoktur, bu takdir kudreti ondan başkasında bulunamaz.
Herkes Allah’ını erişebildiği veya O’nun bulunduğuna inandığı yerde bulur ve bulduğunu Allah zanneder. Halbuki bulduğunu sandığı, sadece onun Allah’ıdır. Asıl Allah’ı tasavvura dahi imkân yoktur. O sanılan Allahlar ise çoktur.
8.
PLÂN
Allah, her şeyden evvel her şeyi ihtiva edecek plânın dayandığı tek bir kanun vazetti.
Bu; basitlikte, hiçbir zaman tasavvur edilemiyecek mükemmeliyette olan bir kanundur. Tanrının mükemmel bir eseri olan bu kanun, hiçbir zaman sözle izah edilemiyecek ve asla tefekkürle ona erişilemiyecektir. Tanrıyı nasıl ki izah etmeye imkân yoksa, kanununu da kelimelerin, lisanın dar çerçevesine sokmaya asla imkân olmayacaktır.
O kanun, her şeyi ihtiva eden bir basitliktedir. Basit oluşu, buna rağmen her şeyin esasını teşkil edişi, bütün tabiat hâdiselerini izah eden kanunların hepsini ihtiva etmesine rağmen cüz’ü[2] bulunmayışı, cüz’süz bir kül oluşu ve cüz’süz küllün her şeyi ihtiva edişi; bu kanunun, sınırlı insan zekâsı ile kavranamıyacağının delilleridir.
İşte; sonsuzlukları ihtiva eden basitlikteki bu kanun, her şeyin esası olanı kapsamaktadır. Ve bu plânın tatbikine başlanması ile her şey, yine o plânın esaslarına göre hâsıl olmuş (veya hâsıl olmaya başlamış), yine o plândaki tekâmül yollarında ilerlemeye başlamıştır.
Bu plânın Tanrı tarafından vazedilişi ve tatbikine başlanışı sonsuzluklarla ölçülemiyecek kadar eskidir. Tanrının bu kanunu ezelden beri tatbik ettiğini ve her şeyin ebediyen bu kanuna göre tatbik edileceğini kabul etmek, dar ve sınırlı olan insan zekâsı için en güzel yoldur.
Mutlak, tek ve aklın alamıyacağı kadar basit olduğu halde her şeyi ihtiva eden bu plân, insan idraki için, sonsuzluklarla dahi izah edilemiyecek bir haşmettedir. İşte bu plâna da, kendisinden daha küçük plânlar dahildir. Büyüğü, bir küçüğünü ihtiva eden plânlar sonsuza dek devam ederler.
Misal olarak kâinatı ele alalım. Kâinat, bir üstün plân olan kâinatları idare ve ihtiva eden plâna tâbidir. Kâinat plânına da kâinatın sevk ve idaresine tâbi olanlar mensup bulunmaktadır ki buna da misal olarak güneş ve benzeri sistemleri gösterebiliriz. Güneş sistemlerine mensup olan gezegenler ve bu gezegenlerin bazılarına mensup olan uydular vardır. Her gezegen veya yıldız bir gaye için yaratılmıştır. Bunların her birinin plânları olup, bu plânlara, mensupları olan canlılar, bedenli ve bedensiz varlıklar tâbidir.
Her yıldız veya gezegen; asıl varlık, ebedî varlık olan ruh ve benzerlerinin imtihan[3] olmaları ve bu imtihanlarda başarılı oldukları takdirde tekâmül edebilmeleri için[4] halk olunmuşlardır. İşte, imtihan edilecekler ve belirli bir zaman için bedenli, maddeli (veya ne bedenli ne de maddeli olmadığı halde bazı şeylerle serbestileri tahdit edilmiş) olarak bu yıldızlara (veya yıldız halinde olmadıkları ve insanlarca bilinmedikleri için tasavvur edilemiyecek halde bulunan) imtihan yerlerine sevk edilirler.
İşte bu yıldızlar ve benzeri tekâmül okulları, üzerinde veya içersinde tekâmüle sevk edilmiş bulunanların serbestîlerini, hudut ve imkânları ile sınırlandırırlar. Meselâ, dünyaya imtihana sevk olunan bir insan, dünyada kaldığı müddetçe dünya imkânları içersinde hareket etmeye ve yaşamaya mecburdur. Bir insan arzu etse de bin sene yaşayamaz veya uzayda onbinlerce senelik yolculuktan sonra erişebileceği bir yıldıza uçamaz. Bu misallerden de anlaşılacağı gibi dünya ve benzerlerinin plânlarına tâbi olan, sadece bu yerlerde imtihan olanların cisimleridir, ruhları değildir!..
Ruhların, tekâmülleri icabı, zaman zaman bir bedenle veya benzeri herhangi bir şey ile serbestileri hudutlandırılır. Bu hali, ruhun beden plânına tâbi olduğu mânasına asla almamak icab eder. Çünkü ruh, asli plân kısımlarından herhangi birisine dahildir; halbuki bütün maddeli varlıklar sadece tâli plân mensuplarıdır ki, zaman zaman aslî plân mensubu olan ruhlar, tâli plânların (yani madde ve benzeri tekâmül vasıtalarını ihtiva eden plânların) sınırlandırılmış imkânları içerisine aslî plânları icabı dahil olurlar. Ve bir müddet için; meselâ dünyada olduğu gibi bir ömür boyu dünya şartlarına uygun yaşar, dünya imkânları ile imtihan olur ve tekâmül yolunda ilerlerler.
9.
Manevî ve maddî varlıklar menşe’leri[6] tarafından çekilirler. Akarsuların büyük su birikintilerine akmaları gibi..
Her şey Tanrınındır ve Tanrıya uzaklıkları ne olursa olsun idrakli veya idraksiz olarak ona yaklaşırlar. Bu yaklaşmayı temin eden, en büyük manevî cazibe olan “Tanrı Çekimi”dir. Tanrıya uzakta bulunanlardan en uzakta olanlar, bu cazibeye şuursuzca kapılırlar. Yaşarlar, ölürler, tekrar doğarlar; bütün bunlar O’na yaklaşmak için olur.
‘Fakat O’na, yaklaşanlar, bu olanların asıl sebebinin ne olduğundan ve tekâmülden haberdar olmadan, Allah’a uzanan yollarda ona doğru emeklerler. Emeklerler de Tanrıya yaklaşmanın tekâmül, tekâmülün de ona yaklaşmak için bir vasıta olduğunu bilmek istemezler.
Çok uzakta olanlar, ona yaklaştıkça her bakımdan tekâmül ederler ve tekâmül ettikçe de ona yaklaşırlar. Allah’a daha yakın olanlarda bu yaklaşış, yakınlığı oranında idraklidir. İdrak safhasına girenler, mes’uliyet safhasına da girmiş olurlar. Mes’uliyet, idraka denktir.
Allah’ı en az idrak edenler, O’nu en iyi tanıdıklarını zannedenlerdir. O’na iyice yaklaşan varlıklar ise, O’nun büyüklüğünü idrak etmenin asla mümkün olamıyacağını idrak edebilenlerdir!..
O’na yaklaşıldıkça cazibesinin tesiri artar ve kendisine daha kuvvetle çeker. Bu arada cazibe ile orantılı olarak imtihanlar da artar ve bu imtihanlar Allah’a idrakle yaklaşmakta olan varlığı aksi istikamete çekerler. İşte, idrakle Tanrıya yaklaşanların bu imtihanlarda muvaffak olmaları, zorlukları (Tanrıya yaklaşmakta olanın yapması icab eden şekilde) bertaraf ederek O’na doğru yoluna devam etmesi gerekir. Bir an gelir ki, o varlık imtihanları arkada bırakır ve sadece o büyük cazibeye kapılarak O’na yaklaştıkça yaklaşır. İşte; en yüksek varlıklar, O’na yaklaştıkça yaklaşan varlıklardır.
Allah’a yaklaşmak demek; meçhulleri çözmek, hakikatleri görmek, hakikî aşka, sevgiye, iyiliğe ve insan idraki ile düşünülemiyecek imkânlara erişmek demektir
Tanrıya sür’atle yaklaşılacak yolun başlangıcı ise; O’nun, bütün idrak kabiliyetlerinin üzerindeki büyüklük ve güzelliğini idrak edebilmektir. Bu ise, O’nu sıfatlandırmaktan, isimlendirmekten kaçınmakla ve sayı ile de izah edilemiyeceğini bilmekle başlar.
O varlıklarına bahşettiği kabiliyetlerle idrak edilemiyecek bir büyüklüktür. Belki büyüklüğünü biraz olsun idrak edebilen ve edebilecek olan varlıklar vardır. İşte o varlıklar, ancak; O’nun büyüklüğünün, idrak edilemiyecek bir büyüklük olduğunu idrak edebilen varlıklardır. Artık, O’na bedensiz ve imtihansız sür’atle yaklaşmak imkânına sahip olmaya namzet varlıklardır. İmtihanlarda çok dikkatli olmaları icab eden, yükseldikleri yerden düşmemek için idraklerini kullanarak bu imkâna ulaşacak namzet varlıklardır.
10.
İNSAN
İnsan; kendisi kadar, etrafındakileri de bilmeyen dünyanın en tekâmül etmiş mahlûkudur.
11.
TEKÂMÜL VE TOPLUM KURALLARI
İnsanlar, dünyaya tekâmül edebilmeleri için sevk edilirler. Dünya ise insanları imtihana yarayan birçok imkânlarla doludur. Bir toplumun iyi kabul ettiği şeyleri yapmak, fena kabul ettiklerini yapmamak lâzımdır. Yapılmaması icab edenleri yapanları evvelâ ait olunan toplum, sonra da İlâhî Kanun cezalandırır.
Yapılması ve yapılmaması icab eden şeyleri birbirlerinden ayıran sınırı ise o devrin anlayışı, görüşü çizer. Bu sebeple, bin sene evvel suç addedilmeyen bir şeyin, bin sene sonra suç addedilmesi pek tabiîdir. Çünkü bin senede dünya tekâmül etmiş ve dünyaya tekâmüle sevkedilenler ise bin sene evvelkinden çok farklı ve tekâmül etmiş durumdaki bir dünyada yaşamak imkânını bulmuş kimselerdir.
Her toplum kendi kudretine göre iyiyi ve fenayı ayırdeder, toplum fertlerinin de; o toplumun anlayış kabiliyeti ile bizzat tasdik ettiği iyiyi yapması, fenayı ise yapmaması icab eder. Toplumlar ise, bütün fertlerini o toplumun ihtiyaçlarından doğan kanunlara itaate mecbur tutarlar ki bu, tekâmül prensipleri icabı gayet doğrudur. Çünkü madem ki o toplum kendi anlayış kabiliyetine göre bir yol seçmiştir ve iyiyi, kötüyü yanlış dahi olsa tesbit etmiştir; o yol, o toplumun yürümesi icab eden yoldur.
İnsanların yapmış oldukları kanunlar, o insanların idrak kabiliyetlerinin ürünüdür ve aynı zamanda, o idrak seviyesindeki bir toplumun itaat etmesi icab eden esasları ihtiva eder. Bu sebeple, toplum düzenlerinin sürekliliğini temin eden kanunlara uymak, Ebedi Kanuna uymak demektir.
12.
ASLÎ PLÂN
Aslî plân, ancak Tanrının bilebileceği kadar eski bir zamanda, Tanrı tarafından vazolunan ilk ve her şeyi ihtiva eden plândır.
Bu plâna en yakın olan, plânlar, sadece yüksek manevî değerleri içeren plânlardır ki; bir yüksek manevî değere, ona en yakın manevî değeri içeren plân tâbidir. Ve bu manevî değerler, azala azala tâli plânların başladığı yere kadar uzanır.
Tâli plânların ilk başlangıç noktası (yani en yüksek tâli plân), en aşağı değerdeki aslî plândan sonra başlar. En yüksek değerdeki tâli plân, en aşağı değerdeki aslî plâna tâbidir. En yüksek değerdeki tâli plân, en az madde içeren tâli plândır. Tâli plânlarda madde değeri arttıkça plân değerinden kaybeder.
Görülüyor ki; en yüksek madde değerine sahip tâli plân, en az manevî değeri olan aslî plâna tâbi imiş ve en yüksek değerli tâli plânın başladığı yerden de madde başlıyormuş. Şu halde, madde ilminin ilk ve ana kanununu yazabiliriz:
Maddenin menşei manevî değerlerdir.
En yüksek aslî plân, en yüksek manevî değerlere sahip bulunan plândır. En alçak değerli aslî plânlardaki manevî değerler, (sadece manevî değerler içermesine rağmen) en yüksek aslî plânlardaki manevî değerlerle mukayese edilemiyecek kadar kabadır. Ve manevî değerlerin daha da kabalaşmasından ilk ve en basit madde hâsıl olmuştur.
Şu halde; “madde, manevî değerlerin kabalaşmasından hâsıl olmuştur” diyebiliriz. Böylece aslî plânların bittiği yerden tâli plânlar başlarlar ki; “tâli plânlar, aslî plânlara tabidirler ve aslî plânlar tarafından sevk ve idare edilirler” esasını vazedebiliriz.
13.
İDRAK
Dünyada elde edilebilecek en büyük kazanç idraktir, idrakin arttırılmasıdır. İdrak, tekâmül edildikçe yükselir. Yükselen idrak ise vicdana tesir eder ve o ruha, evvelce hissedemediği birçok yeni mes’uliyetler yükler.
Dünya hayatını kaygısız, dertsiz; bunun için de idraksiz geçirmek isteyenler olabilir. İdrakin omuzlara yüklediği mes’uliyetler ağır gelebilir. Fakat idraksiz bir hayatın sıkıntısı, gayesizliği, hiçbir zaman idrakin omuzlara yüklediği mes’uliyetlerden hafif değildir. Mes’uliyetten kaçanlar kendilerini yeknesaklık içinde bulurlar.
Dünya, tekâmül gayesiyle halk olmuş, kül[7] halinde birçok tekâmül vasıtalarına sahip bir okuldur. Bu okulda tekâmüle sevk edilenler arasında, idrak ettikleri halde sırf rahatları kaçmasın diye idraklerine ayak uydurmayanlar, Mutlak Kanun esaslarına karşı koyanlardır. Böylelerinin hariçten rahat gözüken hayatları, aslında binbir dert ve sıkıntı ile örtülüdür. Açılan idrak ve vicdanlarını madde tesiri altında körletmek isteyenlerin asıl körlettikleri şey kendi ebediyete doğru uzanan istikballeridir.
Bir insanın eğer idraki açılmışsa, ne kadar isterse istesin onu körletemez. O, idrakine rağmen ona aykırı istikamette yürürse, o idrak, onun dışardan güzel gözüken dünya hayatını cehenneme çevirir ve o, bir dünya hayatı boyunca, gafilce maddesine ve egoizmine bağlı kalmasının cezasını azap ve sıkıntılarla öder.
İnsan, gelişen idrakine uyar, onu daha da gelişmesini mümkün kılarsa; ilerleyebilir ve normal tekâmül yolu istikametine idrakla yönelir. İdrak, insaniyeti ilerletecek, ilerleyen insaniyete ise lâyık olduğu hakikî refah ve saadetin anahtarlarını verecek olandır.
İdrak ve vicdanını frenleyerek fenalıklarına devam edenler, sür’atle ilerleyen bir arabayı frenleyenlere benzerler ki, bundan en fazla frenlenen araba zarar görür.
İdrak, bir insanın dünyada elde edebileceği en büyük mükâfattır ki, bu mükâfatlar birbirlerini takip ederler. İdraki daha yüksek idrakler kovalar. İdrak edilenin tatbiki ise ona düşen vazifedir; bu vazifenin ifası ise onu yükseltendir.
14.
İDRAK
“Yaşadığını idrak”le, “neden yaşandığını idrak” arasında çok fark vardır. İnsanlar yaşadıklarını idrak ederler, fakat neden yaşandığını idrak seviyesine henüz yükselmemişlerdir.
15.
İDRAKLİ VE İDRAKSİZ TEKÂMÜL OKULU: DÜNYA
Manevî değerlerin madde üzerindeki hâkimiyetinden hâsıl olan enerji ve kudreti, idrakli olarak kullanma zamanı gelmiştir!..
Artık, âtıl ve mistik havadan sıyrılacak, manevî değerleri maddeye hâkim kılacak ve bütün çalışmalarınızda yardımlarımızı yanıbaşınızda bulacaksınız.
Biliniz ki; harp, tahrip ve sair.. sizlere hoş görünmeyen her şey, tekâmül için tıpkı barış ve inşa[8] kadar lüzumlu faktörlerdir. Unutmayınız ki, dünya imtihanları ancak olumlu ve olumsuzların mevcudiyeti ile kaimdir[9]. Buna rağmen, çalışmalarınız daima olumluya yönelik olacak, fakat alacağınız sonuçları ve bulacağınız imkânları olumsuz yollarda kullanmak isteyenler de bulunacaktır. Bu takdirde üzülmeyecek ve yolunuza devam edeceksiniz.
Vazifeniz; fenayı yok etmek ve iyiyi fenalıkların yerine ikame etmek[10] değildir! Fena yok olursa, dünyanın lüzumu kalmaz! Kâinatta da tatbik edilen sistem budur. Gaye, fenalıkları kaldırmak değil, aksi değerlerle imtihan usulünde idraklı tatbikattır.
Dünya, mevcut tekâmül okullarının ne en gerisi, ne de en tekâmül etmişidir. Zaten tekâmül, çoğunlukla çeşitli okullarda olur ve bütün bu okullar ise kâinata değil kâinatlara serpilmiştir. İşte dünya bunlardan biri ve idrakli tekâmül’ün başladığı çok mühim bir okuldur. Dünyayı diğer okullardan ayıran da budur. Çünkü birçok okullarda sadece idraksizce “otomatik olarak” tekâmül edilir. Birçoklarında ise tekâmül idraklidir. Dünya ise, her iki tarzda tekâmülü ihtiva eden, ender ve zor imtihanları olan bir okuldur.
Dünyada idrak, insanlara, “idrak edildiği oranda” mes’uliyet yükler. Bir şeyin idraki; o şeyin mes’uliyetini yüklenmektir. İşte dünya sizinle “idrakli ve şuurlu tekâmül” devresine girecektir!..
Yapılacak iş; iyiye teşvikten çok, idrake teşviktir. İyiye teşvik, hiç şüphesiz ki tekâmül yolunda idrakle ilerleyenlerin üzerinde duracakları noktadır. Fakat bu aşamaya erişmemiş bulunanları iyiye zorlamak, sadece onları tekâmüllerinden alakoyar. Yapılması icab eden fenalıklar yapılmalı, lüzumlu olan dersler alınmalıdır. İyi yola gidecekler, sadece iyi yolu tekâmül ederek hak edenler olmalıdır.
16.
PLÂNLARIN TATBİKİ (TATBİKAT)
Bir şeyin merkezi denince, insanların aklına o şeyin ortası gelir. Dairenin merkezi, şehrin merkezi gibi... Plânların tatbikatını yani her şeyin oluşunu izah ederken, insanî görüş ve anlayışın üzerindeki bir idrakle bir merkez düşünmek icab etmektedir. Bu öyle bir merkezdir ki, her şeyin dışındadır ve her şeyi ihtiva eder. Şeklen insanların “çevre” dediklerine uyan, bir dairenin çevresi gibi.
Bir an için dairenin çevresini merkez olarak tasavvur edin. Bu merkez, dairenin işgal ettiği bütün alanı çepeçevre içersine almaktadır, fakat asla çevre değildir. Çünkü çepeçevre içersine aldığı daireye rağmen tek bir şeydir. İhtiva ettiği büyüklüğe rağmen tek bir noktadır. Şimdi bu basit olmasına rağmen idraki zor misali genişletelim:
Sonsuzluklarla asla ifade edilemiyecek büyüklükleri ihtiva eden; manevî, maddî bütün mevcudiyetleri çepeçevre kucaklayan ve bu çepeçevre kucakladığı sonsuzlukların en ufak noktalarına, zerrelerine kadar nüfuz ve kontrol eden, hiçbir şekilde izahı, hattâ tasavvuru mümkün olmayan bir kudret, bir büyüklük, bir haşmet düşünelim; ve bu izahı imkânsızı, insaniyetin mahdut hudutları içersinde ifade edebilmek gayesiyle, ona ALLAH diyelim.
İşte, her şeyin haliki ve her şeye muktedir olanın, bir an için her şeyi kucaklamış bulunduğunu tasavvura çalışalım ve bu anlaşılması ve anlatılması imkânsız büyüklüğü, her şeyi ihtiva, idare ve halk eden, tarifi imkânsız bir kudret ve haşmet merkezi olarak tahayyül edelim.
Bu merkezden içe doğru inelim ve dışta olan merkezde de Mutlak Plânın esasının bulunduğunu bir an için tasavvura çalışalım. İşte bu hakikî ve aklın alamıyacağı, hiçbir şekilde ifade edilmesine imkân olmayan merkezden; (ki bu mutlak merkez’dir ve her şey mutlak merkez tarafından çevrilmiş ve kuşatılmıştır) tıpkı bir dairenin çevresinden merkezine doğru uzanan hat üzerinde ve dairenin ortasına yaklaşacak yönde uzaklaşalım. Düşünülemiyecek haşmetteki bu merkezden, sonsuzluklarla ölçülmesine imkân olmayan bir mesafenin katedildiğini farzedelim.
Bu hat üzerinde ilk karşılaşılacak plân, yani mutlak merkeze en yakın olan plân gelir ki; bu plân en yüksek manevî değerleri ihtiva etmekte ve vasıtasız olarak, doğrudan doğruya mutlak merkez tarafından idare edilmektedir. Bu plânda en yüksek manevî değerler ve varlıklar bulunur. Bu plân mutlak merkezle doğrudan doğruya irtibatta olan tek plândır. Diğer plânlar, bu plândan idare edilirler.
Bu en yüksek plânı, yine, yüksek manevî değerler ihtiva eden diğer plânlar takip ederler. Bu plânların her biri, her bakımdan, insanî imkân ve ölçülerle asla izah edilemiyecek büyüklük ve azamettedirler ve sadece manevî değerler ihtiva ederler. Bu plânlarda maddeden eser yoktur.
İşte sadece yüksek manevî değerler ihtiva eden bu plânlardan inildikçe yani mutlak merkezden uzaklaşıldıkça, manevî değerler kabalaşır ve bu kabalaşma en son manevî plânda son haddini bulur. İşte bu son plân, aslî plânların en sonuncusudur ve bundan sonra tâli plânlar başlarlar.
Tâli plânları aslî plânlardan ayıran en büyük ve ehemmiyetli unsur; madde tezahürleridir. En yüksek tâli plân, en son aslî plândan sonra gelen plândır. Talî plânlar da aynı aslî plânlar gibi birbirlerini takip ederler ve tâli plânların da mutlak merkezden uzaklıkları oranında madde değerleri artar, ağırlaşır ve hakikî değer olan manevî değerlerinden kaybederler.
Aslî plânlara insanî idrak kabiliyeti göz önünde tutularak madde ihtiva etmemeleri bakımından hiçlikler denilir. Talî plânlar ise, ihtiva ettikleri maddenin vasıflarına göre değerlendirilirler ve ifade edilirler.
17.
İNCELEMEDEN REDDETMEK
İspat edilemiyen bir şeyi incelemeye daha lüzum görmeden reddetmek, insaniyete hiçbir şey kazandırmaz.
Tarih, başlangıçta reddedildikleri halde sonradan ilim tarafından kabul olunan misallerle doludur. Bir şeye “olmaz” demek, o şeyi ilme dayandıramamaktan ileri gelir. İlim ise daima tekâmül eder ve “olmaz” denilenlerin olması ile ilerler!
18.
HER ŞEY SÜBJEKTİF’DİR[11]
Sağır sesleri duyamaz fakat sağır olmayanlar o sesleri duyar. Kör görmez fakat kör olmayanlar onun göremediklerini görürler. Sağır için ses, kör için maddî renk, ışık ve parlaklık yoktur. Fakat hakikatte onlar için olmayanlar, diğerleri için mevcuttur.
Herkes kendi dünyasında yaşar. Bu dünya herkes için başka başkadır. Fakat hakikat, kimsenin gördüğü, bildiği, sandığı şekilde değildir. Her şey titreşimler sonucu ve titreşimlerden hâsıl olur. Hakikatte ne duyulduğu gibi bir ses, ne ışık ve renk vardır. Sadece, onları öyle gösteren sebepler, titreşimler, tesirler mevcuttur.
19.
MANEVÎ HAFİFLİK
Aslî plânlar, mutlak merkeze yakınlıkları oranında değerlidirler ve aynı oranda hafiftirler. Bu hafiflik manevî hafifliktir ki, tam mânası ile izaha imkân yoktur. Bu hafifliğin madde hafifliği ile hiçbir alâkası yoktur ve hiçbir dünya ölçüsüne vurulamıyacak hafifliktir. Buna rağmen, bazı hallerde madde ağırlığına benzer şekilde tezahür etmektedir. Burada bu hafiflikten bahsetmenin sebebi, aşağıda vereceğimiz misal içindir:
Mutlak merkezden, ilk var olması icab eden esaslar, tıpkı bir avuç dolusu muhtelif ağırlıktaki maddelerin fırlatıldığı gibi fırlatılmıştır. Elle aynı anda, aynı istikamette fırlatılan maddelerden en hafiflerinin en yakına, ağır olanlarının da uzağa düşmeleri gibi; hepsi ağırlıkları oranınca uzaklaşmışlardır. Bu kolay anlaşılan misalde en hafif maddelerin merkeze yakın yerlere düşmeleri hali, manevî değerlerin de hafiflikleri oranında mutlak merkeze yakın olmalarına benzetilebilir.
İşte bu misali verebilmek için, manevî değerlerin fazlalığı oranında hafif olmasını kabul ettik. Hakikatte manevî değerlerde, insanların idrak edecekleri şekilde ne ağırlık, ne de hafiflik mevcuttur. Manevî değerleri ölçen ölçüler, insanların bilmedikleri ve idrak etmelerine imkân olmayan bir ölçüdür ki, izahı asla mümkün değildir. Çünkü bu hal, hiçbir madde tezahürü olmayan manevî değerlerin ölçülmesi hali; kısaca, manevî değerlerin, manevî değerlerle ölçülmesi keyfiyetidir. Bu şekilde ölçüye vurulan manevî değerlerin yükseklikleri oranında hafif olduklarını kabul edersek, en hafif manevî değerlerin mutlak merkeze en yakın yerlerde olduğunu görürüz. “Manevî değerler, ancak manevî ölçülerle değerlendirilebilirler” hususunu unutmamak ve buradaki “hafiflik” sözünün sadece izah için kullanılan mecazî bir oran olduğuna dikkat etmek icab eder.
İşte en yüksek manevî değere sahip olan aslî plân, mutlak merkezin; en yakınında, en az manevî değere malik olan aslî plân ise mutlak merkeze en uzakta olmak üzere sıralanmışlardır.
20.
MAL, MÜLK, MADDE
İmtihan olan insan, dünya hayatında en çok madde ve cinsî eğilimler peşinde koşar. Bu iki şey, dünya imtihanının en mühim iki vasıtasıdır.
Tanrı plânına göre; mal sahibi olanlar ve kolay kazananlar, daha çok madde ile denenmek ihtiyacında olanlardır. Tekâmül etmiş ruhlara sahip bulunanların kolay madde elde edememeleri, hattâ mevcut servetlerine dahi sahip olamamaları onların tekâmül plânları icabıdır.
21.
DÜNYADA “ZIT DEĞERLERLE”
İMTİHAN
Dünya, zıt değerlerle (olumlu ve olumsuzlarla) denenen bir imtihan yeridir. Dünyanın en tekâmül etmiş ruhları insan şeklindedir. İnsan ise bir “tam” değildir. Kadın ve erkek halindedir. Bu, ruhî olgunluk eksikliğinin madde üzerindeki tezahüründen başka bir şey değildir. Daha üstün tekâmül okullarında cinsiyet farkı olmaksızın tekâmül edilir.
Dünya, bu okullara giden yoldur. Lüzum hâsıl olunca dünyaya gelen yolları ve dünyadan giden yolların eriştikleri noktaları izah edeceğiz... Bu bakımdan, dünyada gereken tekâmül devrelerini geçirmemiş olanlar, maddesiz hayata intikal edemezler[12]. Dünyadan göçtükten az bir zaman sonra daha yüksek okullarda madde ve benzeri vasıtalarla fakat (+) ve (–) siz olarak denenilir.
Dünyada bulunan ve bu devreleri geçiren fakat vazifeli olarak tekrar dünyaya inenler, bu sıraya uymaz, işleri bitince aslî yerlerine dönerler. Dünyada kaldıkları müddetçe de aynı dünyadakilerinkine benzer bir hayat sürerler.
22.
İNSAN YARIMDIR
İnsan tam bir yarımdır. Erkeği kadın, kadını erkek tamamlar. Bu tamamlanıştan ise yeni yarımların hâsıl olması sağlanır.
23.
ŞEHVET
Şehvete düşkünlük ânı, insanın diğer yarısına düşkünlük ânıdır.
24.
TÂLİ PLÂNLAR
Tâli plânlar, aslî plânların bittikleri yerden başlarlar. Ve ilk tâli plân, en son aslî plânın kabalaşmış manevî değerlerinin daha da kabalaşmasından hâsıl olan, ilk madde zerreciklerinin başladıkları yerden başlar.
İnsanî idrakle, her bakımdan sonsuzluklar üzerindeki sonsuzluklarla tasavvur edilebilecek ilk tâli plân (yani manevî değeri en yüksek tâli plân); maddelidir ve akılların alamıyacağı boşlukları doldurur.
Bu muazzam boşlukta; kâinatları da ihtiva eden, insanî idrakle sonsuzluklar arzeden ve sonsuzluklarla bile izahı mümkün olmayan büyüklüğün içersi; ilk tâli plâna göre çok daha ağır ve fazla madde ihtiva eden, ser denilen çok ince bir madde ile doludur.
Serin içersinde de kâinatlar bulunmaktadır ve her kâinatı dolduran ince madde, maddî ve manevî değerleri bakımından diğerlerinden farklıdırlar. Kâinatların esas maddesindeki bu farklar, kâinatlar arasındaki farkları meydana getirir.
İşte dünyanın mensubu olduğu güneş sistemini, diğer güneş sistemleri ile birlikte ihtiva eden kâinatı, diğer kâinatlardan ayıran; esîr denilen çok ince bir maddedir. Esîr, dünyanın da tâbi olduğu kâinata ana hususiyetlerini veren manevî, maddî bileşikli çok ince bir duman halindedir ki, insanlar bu maddenin ancak mevcudiyetini hissedebilmektedirler. Kâinatlara, içersinde bulunan güneş sistemleri, güneş sistemlerine de bu sistemlerin gezegenleri, o gezegenlere de uydular ve gezegenlerde bulunan canlı, cansız her şey tâbidir.
Burada, insanları teşevvüşe düşürecek bir nokta vardır ki, tarafımızdan izahı icab etmektedir:
Maddî değerin artması, manevî değeri eksiltir demiştik. Görünüşe dünyadan çok daha büyük olan güneşin daha az manevî değere malik olması icab ederken; kendisinden madde bakımından çok küçük olan dünya ve diğer gezegenlerin, ilk bakışta, manevî değerlerinin güneşten fazla olması gerekir gibi gözükmektedir. İşte konu; maddî değeri fazla olması sebebiyle manevî değerinin az olması icab eden güneşe, daha fazla manevî değeri olan dünya ve benzerlerinin tâbi oluşu hadisesidir:
Asıl değer manevî değerdir. Kâinatı dolduran esas madde ise kâinatın değerini gösterir. Ve her şey bu esas maddeden hâsıl olmuştur. Koca bir kâinatta o kâinatı dolduran maddenin esasından oluşan maddelerin iki türlü değerleri mevcuttur. Birincisi, manevî değerleridir ve bu değer madde değerleri ile ters orantılıdır. İkincisi de madde değerleridir ki; işte mevcut ilim bu esas üzerine kurulmuştur
Maddî değeri fazla olan güneş maddî tesirleri ile, daha az madde değeri olan gezegenleri kendisine tâbi etmektedir. Bu hal Mutlak Kanun icabıdır. Maddenin başladığı yerde maddî ölçüler başlar ve madde, büyüklüğü ve kudreti oranında tesirler icra etmeye başlar. Bu hal, manevî değerlerin çok azaldığı yerden, yani tâli plânların başlaması ile başlar ve manevî değerlerin azalması oranında artar.
Bu artış, maddeye olan alâkayı ve maddenin ehemmiyetini artırır. Madde ise manevî tekâmül için en esaslı imtihan unsurudur. Ve bu sebeple en çetin imtihanlar, maddenin en kuvvetli gözüktüğü yerlerde olur. Manevî varlıklar bedenlendirilerek madde içersine sevk edilir ve madde ile imtihan edilirler.
25.
TEKÂMÜL VE HAK
İnsanların ayrı ayrı haklara sahip olmaları, tekâmül seviyeleri ile alâkalıdır. Tekâmül ise iki şekilde tezahür eder. Bunlardan birincisi esas olan tekâmüldür ki, buna Tanrıya yaklaşış diyebiliriz. Bir de “dünya hayatı boyunca tekâmül” vardır ve bu, o insanın dünyadaki başarıları ile alâkalıdır.
Dünya hayatına tesir eden en mühim faktör, o insanın geçirmekte olduğu imtihanlardır ve çok defa, dünya imkânlarını o insan için güçleştirici mahiyettedirler. İşte insan bunlarla mücadele ederek hem ebedî tekâmülünü geliştirebilir, hem de dünya imkânlarından daha güzel faydalanabilir. Dünya imkânlarını elde etmek için insaniyetin girişmiş olduğu faaliyet, hakikatte ruhun tekâmülü içindir.
İşte bu sebeplerle her insan ayrı bir hakka sahiptir. Toplumlar ise, istedikleri kadar her insana “aynı hakları tanımak” imkânlarını vermeye çalışsınlar, bunda başarılı olamayacaklardır. Hak tanınmaz, fakat hak edilir.
26.
SEYYAL
Maddeler seyyalleştikçe[13] manevî değerleri artar. Yani cisimler hafifleştikçe manevî değerleri artar, maddî değerleri ise eksilir.
27.
TÂLİ PLÂNLAR
En yüksek değerli tâli plân, manevî değeri en yüksek olan tâli plândır. Şu halde bu hakikat:
Bir tâli plânın hakikî değeri;
manevî değeri ile doğru,
maddî değeri ile ters orantılıdır.
şeklinde izah olunur. En yüksek tâli plândan da aşağılara doğru gidildikçe madde değerinin artması oranında plân manevî değerinden kaybeder ve en aşağı plânda ise pek az manevî değer bulunur. En aşağı tâli plânda bile manevî değer mevcuttur.
Şu halde canlı cansız, bedenli bedensiz, gözüken gözükmeyen, hissedilen hissedilmeyen, özetle; her şeyin terkibinde hakikî değeri oranında manevî değer mevcuttur ve manevî değeri olmayan madde yoktur.
28.
MADDE
Dünya hayatı, madde ile kaimdir[14]. Madde, dünya hayatının en mühim imtihan vasıtasıdır[15]. İnsanlar insan olarak yaşadıkları müddetçe, varlıklarında madde taşımaya ve madde ile imtihan olunmaya mecburdurlar. Sadece insanlar değil, her imtihana sevk edilen varlık, ister dünyada ister dünya benzeri bir yerde olsun, muhakkak madde veya tarifi ve görünüşü maddeye uymadığı halde imtihanlarda maddenin yerini tutan vasıtalarla imtihan olunurlar.
Manevî değerlerin kabalaşmasından hâsıl olan maddeler, manevî değerlerinin azalması oranında karışık bir manzara arzederler. Madde, imtihan vasıtası olmasından ve iyi kullanıldığı takdirde birçok faydalar temin etmesi bakımından değerli bir şeydir.. Maddeyi lehine veya aleyhine kullanmakta, insanlar, Mutlak Plân icabı serbest bırakılmışlardır.
İşte maddî değerler arttıkça manevî kıymetinden kaybeden manevî değerler ihtiva eden ve mevcudiyetinde sonsuz derecede hâsıl olmuştur. Bu hâsıl oluşun sebebi ise manevî değerlerin son derece kabalaşmasıdır. İlk tâli plân, tâli plânlar içinde en yüksek manevî değerler ihtiva eden ve mevcudiyetinde sonsuz derecede az miktarda madde bulunan plândır. Bu plânın da kendi içersinde kademeler ve mertebeler mevcuttur. İşte en son mertebede bu ince varlık iyice kalınlaşır ve bu kalınlaşmanın tesiri ile kâinatları ve kâinatların mensuplarını hâsıl eden maddenin esası hâsıl olur ki, buna misâl olarak ser ve benzerlerini gösterebiliriz.
29.
BENLİK
Benlik iddiasında bulunan bir insan, kendi kendisini aldatan ve öğrenmesi icab eden şeylerle kendisi arasına bir duvar çeken zavallıdır.
Kendisini diğer insanlardan değerli bulan insan, değersizliğinin dahi farkına varmaktan âcizdir. Kendisini değersiz bulduğu halde etrafa değerli gözükmek için her fırsatta üstünlüğünü iddia edenler ile; riyakâr fakat iltifatkâr sözleri, doğru fakat acı hakikatlere tercih edenler, tedaviye muhtaç kimselerdir. Doğru fakat acı hakikatleri, riyakâr fakat iltifatkâr sözlere tercih edenler ise en az dosta sahip olanlardır.
Hayattaki iyiliği, sadece kendilerine yöneltilmiş iyiliklerden ibaret sayanlar ve başkalarından beklediklerini asla kendileri göstermek veya vermek istemiyenler ise, hayatlarının dünya faslını pek acınacak bir şekilde kapamaya namzet olanlardır.
30.
EGOİZM
Egoizmin var olabilmesi için bazı şartlar lâzımdır. Her şey gibi egoizm de, varlığını temin eden şartların mevcudiyetine bağlıdır.
Egoizm gerek manevî, gerek maddî hayat için geçerlidir. Bu; egoizmin maddî ve manevî her iki hayatta da rol oynaması demektir. Bir bedenli veya bedensizin tekâmül derecesini anlamak için, o şahsın egoizm ölçüsü güzel bir faktördür.
31.
TEKÂMÜLÜN DE GAYESİ VARDIR!
Allah gayesiz olarak hiçbir şey halk etmemiştir. Sebepsiz ve gayesiz yaprak bile kıpırdamaz. Maddeli ve maddesiz, istisnasız her şey, sebepli ve gayeli olarak halk olunmuşlardır.
Ruhlar tekâmül ederek olgunlaşırlar. Gaye sadece ruhların olgunlaşması değildir. Ruhların tekâmül etmelerinin de gayesi vardır. Tekâmülün hedefi, menşe; yani Tanrı’dır. O’nun değerine tekâmül edilerek aslı ulaşılamaz. O’na yükselen tekâmül yollarında ruhların değerlendikçe erişebilecekleri gayeler dizilidir!.
Tekâmül; gayesi olan bir gaye, hedefi olan bir hedeftir. Madde, kâinatlar, bedenli bedensiz bütün varlıklar, kısaca mevcut olan her şey; tekâmüle yarayan, tekâmülü sağlayan ve bizzat tekâmül eden unsur ve varlıklardır. Tekâmül etmeyen veya tekâmülde rol oynamayan tek zerrecik dahi mevcut değildir. Manevî ve maddî sonsuz büyüklüklerden, sonsuz küçüklüklere kadar her şey tekâmül eder ve tekâmülde rol oynar.
Kısaca; ruhların tekâmülü, esas gaye değildir. Tekâmül sadece, esas gayeye ulaşılabilmesi için geçilmesi muhakkak surette icab eden bir yoldur. İşte insanlar da ruhen gelişerek yükselebilmek için dünya ve benzeri tekâmül okullarına zaman zaman inmekte, bu okulların bahşettiği imkânlarla denenerek tekâmül yolunda, izahı imkânsız yükseklikler istikâmetinde ilerlemektedirler.
32.
SONSUZLUKLAR-DEĞERLER
En büyük değerleri, en üst hiçlikler ihtiva ederler. Hiçlikler, yalnız manevî değerlerin kaynaklarıdır. Manevî değerler ise maddî değerlerin aksine hafiflikleri oranında kıymetlenirler.
Buradaki hafiflik kelimesi; madde ölçüsüne yarayan kıymetlerle alâkası olmayan bir mâna taşır. Daha doğrusu, insanların manevî değerleri ifade etmek için bugüne kadar kullandığımız hafiflik ve ağırlık gibi sözleri tam anlamı ile anlamalarına imkân yoktur. Bunun için; “en yüksek manevî değerler, hafiflikleri ile doğru orantılıdır” diyerek fazla ayrıntıya girmeyeceğiz.
Hiçliklerden, kâinatların içersinde bulunduğu ve ser ismini verdiğimiz çok ince bir madde ile dolu bulunan kısma kadar bu manevî değerler gittikçe kabalaşarak, yani manevî değerlerinden kaybederek gelirler. Ve, ser bölgelerinde ilk madde tezahürü görülür.
Hiçliklerden, kâinatların bulunduğu bölgelere kadar ser devam eder ve kâinatları birbirlerinden ayıran kısımda ise serin kabalaşmasından her kâinata özelliklerini veren bölgeler başlar. Biz bu bölgelerden, dünyayı ve dünyanın tâbi olduğu güneş sistemi ve daha birçok güneş sistemlerini ihtiva eden esîr ile dolu bölgelere gelelim.
Ser’e göre esîr, çok kaba bir maddedir. Esîrin kabalaşmasından elektron çekirdekleri, elektron sistemleri, atomlar ve diğer gittikçe kabalaşan maddeler meydana gelirler ki, kabalığı oranında manevî değerinden kaybetmektedirler. İşte bu şekilde kabalaşa kabalaşa dünya ve benzerleriyle bunlara tâbi olan canlı ve cansız, istisnasız her şeyin meydana gelişi sağlanmıştır. Kabalaşma devam ettikçe daha iyi gözüken, belirginleşen maddeler hâsıl olur.
Yukarda vermiş olduğumuz izahattan sonra, varlıkları aşağıdaki sıra ile değerlendirebiliriz:
1. En yüksek manevî değerler olan; Hiçlikler,
2. En az maddî değeri olan manevî değerlerden; Ser,
3. Serin maddî kıymetinin kabalaşmasından hâsıl olan; Esîr ve benzerleri,
4. Esîr bileşikleri,
5. Atomlar,
6. Atomlardan hâsıl olan; Çeşitli maddeler.
33.
MADDE
Madde, büyüklüklerin eseridir. Asıl büyük olan ise maddesizdir. Madde eserdir, esas değildir.
34.
İLK İNSAN DEVRİNDE DÜNYANIN TEKÂMÜL MERTEBESİ
İlk insan, dünyaya bu vaziyeyette gelmemiştir. Dünya da o zaman böyle değildi. İlk insan, insanla hayvan arasında bir mahlûktu. İnsan, dünya ile paralel olarak tekâmül etmiş ve on milyonlarca sene sonra bugünkü mütekâmil şekline girmiştir.
Bu ise; bugünkü insanlığın mertebesine erişmiş varlıkların eskiden mevcut olmaması demek değildir. Hiç şüphesiz ki, o zaman da bugünkü insanlığın mertebesine erişmiş olanların tekâmülü için, devam edecekleri okullar vardı. Fakat o zamanki dünya, bugünkü ruhî mertebede olanların imtihan yeri değildi. Bugün bile dünyaya dikkat edilirse üzerinde, binlerce hattâ onbinlerce yıl tekâmül farkı olan insanların yaşadıkları görülür.
Bu; insanın görünüş ve bedensel değişimine paralel olarak tekâmül edişinin izahıdır. İnsanın bugünkü hale erişmesi nasıl uzun seneler sonucunda elde edilmişse, buna paralel olarak tekâmül eden dünya da milyonlarca senede bugünkü tekâmül durumuna gelmiştir.
35.
İLK DÜŞÜNCE
İlk insanı, ilk düşünceye sevk eden şey egoizmi olmuştur.
36.
TEKÂMÜL VASITASI
Tâli plân, madde veya benzerlerinin, en basit unsurunun, ilk bulunduğu yerden başlar. Maddeler (ve benzerleri) ise bedensizleri denemek, imtihan etmek ve tekâmül yolunda ilerletmek için vasıtalardır. Tâli plânların vasıtalar ihtiva etmesi sebebi ile onlara, vasıta plânlar denebilir.
37.
SONSUZ BÜYÜKLÜKLER
Madde sonsuzlukları sınırlandırır. Madde ihtiva eden her şeyin son ucu maddesizlikte, hiçlikte son bulur. Hakikatte madde ihtiva eden ve uçsuz bucaksızlıkla ifade edilen uzay, kâinat, kâinatlar, insan idraki için sonsuz denecek büyüklüklerde olmalarına rağmen hakikatte hiçliklerle hudutlandırılmıştır.
Madde, insanların sadece sonsuzluklarla ifade edebilecekleri, hakikatte ise “asıl sonsuzlukların” çevrelediği geniş bir sahaya yayılmıştır. Bu sahanın içersinde kâinatlar ve her kâinatta sonsuz miktarda yıldız ve güneş sistemleri mevcuttur ki, insanlar için her bakımdan uçsuz bucaksızlık hassasını haizdir.
Sonsuzluk ve uçsuz bucaksızlık idrak kabiliyetlerine göre değişir. Orta Asya’daki bir karınca için Asya kıt’ası sonsuz büyüklüktedir. Denizlerin derinliklerinde yaşayan balıklar için ise denizler uçsuz bucaksızdır. Nitekim ilk insanlar da açık denizleri, uçsuz bucaksız zannetmişlerdi. Bundan 5000 sene evvel insanların sonsuz büyüklükte olduğunu sandıkları birçok mefhumlar zamanla hudutlanmışlardır. Buna rağmen uzay, her bakımdan hudutlu olduğu halde, insaniyet için hâlâ sonsuzluk hassasını muhafaza etmektedir. Halbuki Tanrı indinde zerre mertebesine düşmeyecek hiçbir sonsuzluk mevcut değildir.
38.
GERÇEK BÜYÜKLÜK
Zerre, mikroba göre, mikrop insana göre, insan dünyaya, dünya kâinata, kâinat da kâinatlara göre çok küçüktür. Kâinatların değeri ise manevî değerlerin yanında çok ehemmiyetsiz kalır. Hakikatte, küçük olan, büyükten pek farklı değildir. Çünkü; asıl olan madde değil, manevîdir.
39.
MANEVÎ DEĞERLERDEN, MADDEYE...
Değerler, genel olarak aşağıdaki sıraya göre dizilirler:
1. Tam manevî değerler,
2. Az miktarda madde ihtiva eden manevî değerler,
3. Yarı manevî değerler,
4. Manevî değer ihtiva eden maddî değerler,
5. Çok az miktarda manevî değer ihtiva eden maddeler.
1. Tam manevî değerler; hiçliklerdir ki, kendi aralarında manevî değerlerine göre derecelenirler.
2. Az miktarda madde ihtiva eden manevî değerler; biz buna ser ve benzerlerini misal olarak gösterebiliriz. Bu tebliğimize kadar tek bir serden bahsetmiştik. Halbuki kâinatları ihtiva eden birçok serler mevcuttur ki, bunlar da birbirlerinden terkiplerindeki farklarla ayırdedilirler ve her serin terkibi, mensubu bulunan kâinatların karakterlerinde esas rolü oynar. Terkiplerindeki bu farklar kâinatları ihtiva eden ser’lere bambaşka karakterler verirler.
3. Yarı manevî değerler; esîri buna misal gösterebiliriz.
4. Manevî değer ihtiva eden maddî değerler; buna da misal olarak elektron bileşiklerini ve atomları gösterebiliriz.
5. Çok az miktarda manevî değer ihtiva eden maddeler; kaba oluşumları bunlara misal olarak gösterebiliriz.
40.
MUTLAK VARLIK, MUTLAK KANUN,
MUTLAK PLÂN
En evvelâ halk edilen, manevî değeri en yüksek olan Mutlak Varlıktır. Mutlak Varlıktan sonra sıra ile, Mutlak Kanun ve Mutlak Plân halk edilmişlerdir. Mutlak Kanunun halk edilişine vasıta Mutlak Varlık; Mutlak Plânın halk edilişiline vasıta ise Mutlak Kanundur.
İlk halk edilen Mutlak Varlık, her bakımdan tasavvuru imkânsız büyüklükler ihtiva eder. Onun üzerinde, düşünülmesi dahi imkânsız olan Tanrı vardır. Tanrıyı insan idraki ile anlamaya, O’nun kudretini, kuvvetini, büyüklüğünü takdire, asla imkân yoktur. İnsanların O’nun zerresini anlayabilmeleri için, zaman, mekân, genişlik, büyüklük gibi dünya mefhumlarından tamamen sıyrılmış ve bu mefhumların çok üzerlerine çıkmış olmaları icab eder ki bu, insanî kudret ve kabiliyetlerle olmasına, yapılmasına imkân olmayan bir iştir.
İnsanî ölçüler madde ölçmeye yarar, insanların manevî değerleri ölçüşleri bile madde tesiri altındadır. Bir insanın maddesiz ve madde ölçüleri dışında değer biçebilmesi çok zordur. Manevî değer olan iyilik bile madde terazisinde tartılır.
Değerleri maddesiz olarak hissedebilmek ve madde ölçüsüne vurmadan o değerin değer olduğunu idrak edebilmek ancak, dünya imkânları içersinde tekâmül ederek en üst kademelere erişmiş insanlar için söz konusu olabilir ki, mevcutları pek azdır ve bunlar dünya okulunun son sınıf talebeleridir. İşte bu seviyeye erişenler dahi Tanrının zerresini idrak edemezler.
Tanrıyı dünya imkânları ile idrake, tarife değil; hissetmeye dahi imkân yoktur. Çünkü onun icraatı dünya kabiliyetleri ile anlaşılacak, idrak edilecek şeyler değildir. Dünya idraki ile ancak, her şeyle birlikte dünyayı da idare eden Mutlak Varlık, Mutlak Kanun ve Mutlak Plânın zerresi idrak edilebilir. Bu büyüklükleri idrakte, madde büyük rol oynar. Çünkü madde dünyada sadece bir imtihan vasıtası değildir. Dünya hayatında maddeli misaller, maddesiz olan manevî hayatın zerre kabilinden ufacık modelleridir.
İnsan olgunlaştıkça madde değerleri eksilir ve yerini manevî değerlere terkeder, bu arada insanın da maddeye verdiği kıymet eksilir. Madde, insanlığın manevî değerleri idrak edebilmesi için muhakkak surette kullanmaya mecbur olduğu bir basamaktır. Bu basamağın daha üstündeki basamaklara çıkmaya hak kazananlar, madde olan bedeni taşımak lüzumunu geride bırakanlardır. Madde olan bedenden kurtulan varlıklar, mertebe mertebe, kademe kademe yükselirler ve yükseldikçe de hakikî değer olan “manevî değer”e nüfuz ederler.
Manevî değerler için de tıpkı maddî değerleri ölçmek için kullanılan ölçülere benzer ölçüler mevcuttur. Fakat, bu benzeyiş sadece tarzdan ibarettir. Hattâ, manevî değerlere tatbik edilen ölçüler, maddî değerlere tatbik edilen ölçülerin tam tersidir.
İşte bu sebeple manevî değerler, dünyada mevcut olan ve madde değerlerini ölçmek için kullanılan ölçülerle ölçülemezler. Ölçüsüz büyüklükteki Allah ise yine bu sebeple asla idrak edilemez ve “birdir” denilerek de adetle tahdit olunamaz.
Adetler maddeyi sayma ihtiyacından hâsıl olmuşlardır. Manevî değerleri dahi bu ölçü ile izah yanlış bir yolken, Allahı madde ölçüsüne vurarak izah yoluna gitmek dünya ihtiyaçlarından hâsıl olan bir zaruretten başka bir şey değildir.
Allaha birdir demek. O’nun hakikî değerinin zerresini bile olmayan, dünya imkânları ile tahdit edilmiş bir izahtır.
Çünkü, Allahın bütün madde ölçülerinin ve maddeli varlık idraklerinin üzerindeki büyüklüğünü anlayabilmek için O’nu evvelâ madde ölçüleri ile takdir etmek zarureti vardır. Bu zaruretten eski ve “Tek Allah” prensibine dayanan dinler doğdular.
İşte insanî kabiliyetlerle izahı imkânsız olan Allahın büyüklüğünün ve sonsuzluğunun asla idrak edilemiyeceğini anlamak, “Tek Allah” prensibine dayanan dinlerin üzerindeki bir görüşe sahip olmak demektir ki, dünya bedenlileri için en yüksek idrak hududu budur.
41.
ALLAH
Allah, ne tektir ne de birden fazladır. O, “her şeydir” demekle tarif olunamaz.
Sonsuzluklar insanlar içindir.
Allahın büyüklüğünü sonsuzluklarla tahdit yoluna asla sapılamaz.
Tanrının muhteşem varlığını, Tanrıdan başkasının idraki mümkün olamaz.
Tariflere sığdırılamaz, düşünülemez, mânalandırılamaz, hudutlandırılamaz.
O’nun büyüklüğü, kudreti, kuvveti O’ndan başkası tarafından bilinemez, anlaşılamaz.
Tefekkürle O’na yaklaşılır, fakat ulaşılamaz.
O’nu takdire, idrake, O’ndan başkası kâdir olamaz.
42.
TEKÂMÜL ETMİŞ İNANÇ
Her toplumun, tekâmülü oranında tekâmül etmiş inanca ihtiyacı vardır.
43.
BİLGİ
Biz bu bilgileri, birkaç kişi aralarında paylaşsınlar diye göndermiyoruz. Kâinatlardaki tekâmül, vermiş olduğumuz bilgilerle hâsıl olmuştur ve istisnasız, bildirdiklerimiz zamanın anlayış kabiliyetinin çok üzerlerindeki bilgilerdir. Biz bilgilerimizi, insaniyet bilgilerimi kavrayacak seviyeye eriştikten sonra değil, insaniyeti bilgilerimizi kavrayacak seviyeye çıkarmak için veririz.
44.
DERT, ZORLUK, MÜŞKÜLÂT
Dertler, zorluklar ve müşkülât, insanlara sadece dert, zorluk ve müşkülât olsun diye verilmemektedirler. İnsanlara verilen dertlerin, onların ruhî tekâmüllerindeki rolleri mühimdir.
Hastalıklar da ruhî tekâmülde çok büyük roller oynarlar. Hiçbir hastalık yoktur ki devası mevcut olmasın. Fakat bu hastalıkların devalarını, yukarı plân, açıktan açığa bildirmez. Bu tıpkı yazdığını bozmak gibi bir şey olur.
İnsanlara ve diğer mevcut varlıklara taşıyabileceklerinden fazla yük vurulmaz ve devası aranıp da bulunmayacak hastalık yoktur. Fakat hastalığa karşı olan devayı arayıp bulmak, yine insanlara bahşedilen idrakle, insanlığın vazifesidir. Bu sebeple, hiçbir hastalığın devası tam olarak bildirilmez ve bildirilmeyecektir.
Bu yolda yapılabilecek şeyler ancak birkaç ip ucu vermekten ibaret kalacaktır. İnsaniyet bu ip uçlarını kabiliyetleri ile geliştirerek hastalıkların devalarını arayacak, bu araştırmaları yapanlar da araştırmaları esnasında ruhen yükselmek imkânına kavuşacaklardır.
45.
TEK OLAN; MUTLAK VARLIKTIR...
Allah en evvel, “var eden” Mutlak Varlığı halk etmiştir. Mutlak Varlık, Mutlak Kanunu ile her şeyi kanunlaştıran ve Mutlak Plânı ile tatbik ettirendir. Allah, erişilmesi, düşünülmesi, tasavvur edilmesi imkânsız büyüklüktür; ve şimdiye kadar, onu düşünmeye ve tasavvur etmeye dahi imkân bulamayan insan, tek olan Mutlak Varlığı, Allah olarak tanımıştır.
İnsanlar tek olan Mutlak Varlığı Allah olarak tanımadan evvel; putlara, birçok Allahlara veya bazı maddelerin yahut varlıkların Allah olduklarına inanırlardı. İşte, zamanla idrak seviyesi artan insan, bu merhalelerden geçmiş ve tek Allaha inanmaya başlamış, onu isimlendirmiş, sıfatlandırmış, özetle onu kendi kabiliyet ve kudretleri ile tarife, büyüklüğünü izaha uğraşmıştır.
Bugün ise insaniyetin artık onun ne tarif, ne de tasavvur edilebilecek bir büyüklük olmadığını, çünkü o büyüklüğü insanların asla tarife ulaşamayacaklarını bilmeleri icab etmektedir.
46.
DEĞERLER
Değerleri madde dünyasının maddî tesirleri altında izah, idrak ve takdir, çok zordur. Değer mefhumu manevîdir ve manevî olan bu değerleri madde dünyasında, oldukları gibi tarif etmek imkânsızdır.
Bütün bu imkânsızlıklara rağmen, manevî değerlerin maddeli hayat yaşayanlara izahı, tekâmülleri için lüzumludur. Bu iş için elde mevcut imkân, sadece; madde aracılığı ile mecazî yollardan anlaşılabilecek izahlardır.
Bu zorluk, insanların herhangi bir şeyi anlamak, görmek, duymak, tatmak, hissetmek hattâ düşünmek için bile maddeye ihtiyacı olmasındandır. İnsanlar madde yardımı ile seslerini duyurur, düşüncelerini açıklar; bir şeyi işaret ederek gösterir, tarif ederler. İnsana insan denilebilmesi için dahi maddeden bir bedeni olması gerekir. Kısaca; maddeli hayatta, insan olmak, yaşamak ve anlaşabilmek için maddeye ihtiyaç vardır. Bu sebeple dünyaya; manevî değerlerin, madde süzgecinden geçirilerek değerlendirildiği yer de denilebilir.
Manevî değerler, tesirler halinde tezahür ederler. Bu yüzden insanlar manevî değerleri ancak hissedebilmektedirler. Ve insanlar ruhen tekâmül ettikçe, manevî değerleri daha iyi ve madde tesirlerinden daha uzak idrak edebilmektedirler.
Bundan üç bin yıl evvel yaşayan insanlar, Allahı ancak madde ile sımsıkı bağlı bir şekilde tasavvur edebiliyorlardı. Onlara göre Allahlar; saçlı sakallı, insanlara benzer arzuları olan, hırslı, ihtiraslı varlıklardı. Fakat insanlar tekâmül ettikçe madde üstü değerleri daha iyi anlayabilmek ve onların değerlerine tefekkürle[16] daha fazla yaklaşabilmek imkânlarını elde ettiler. Bunun sonucunda da yüksek manevî değerleri, hiçbir maddî ölçü ile değerlendiremiyeceklerini idrak edebilecek seviyeye yükseldiler.
İnsanlar manevî değerleri ancak kendi kabiliyet ve realitelerine uygun olarak, az veya çok maddeleşmiş varlıklar halinde düşünebilmekte; bu hal ise, manevî değerlerden alınan izlenimlerin maddeleşmesi ve manevî değerlerin madde ihtiva eden varlıklar halinde onlara yansımalarına sebep olmaktadır.
Aslında; her değer bir varlıktır. Yani; hiçbir maddî tezahürü olmayan ve sadece tesirler halinde kendilerini belli eden varlık ve değerlere, manevî varlık ve değerler denir. İnsanlar, madde olarak varlığını izah edebildiği şeylere, sırf onları görüp tesbit ve tarif edebildikleri için manevî varlık demek lüzumunu hissetmemekte; ancak göremedikleri, madde olarak varlıklarını tesbit edemedikleri, sadece tesirleriyle bildikleri varlık ve değerlere manevî varlık diyebilmektedirler. Halbuki manevî değer ihtiva etmeyen hiçbir madde mevcut değildir. Madde, tekâmüle hizmet gayesiyle kesifleşmiş manevî değerdir.
Değerin ne olduğunu; “Tekâmül, ruha değer kazandırır” ifadesinde bulmak mümkündür. Ruhun tekâmül yolunda ilerlemesi, o ruhun değerinin artması tarzında izah olunabilir. Ruhun aslî değeri, tıpkı ruh gibidir, ruha benzer, ona ruhtur da denilebilir. Çünkü ruh, artan değeri oranında imkânlar elde eder. Ruhun elde edebildiği yeni imkânlar, onu yükseltir ve tesir sahasını genişletir.
Değerler, o değeri ölçmekten veya izah etmekten aciz vasıtalarla değerlendirilemezler. Manevî varlıklar, ancak, daha üstün manevî değerler tarafından doğru veya doğruya yakın olarak değerlendirilebilirler. Beşyüz kilo tartan bir baskülle, daha ağır yükleri tartmak nasıl mümkün olamazsa, daha aşağı manevî değerler de daha yüksek değerdekileri öylece değerlendiremezler. En üstün manevî değeri ise takdir ve izah, bu sebeple mümkün değildir.
Mutlak Varlığa, “Mutlak Değer” de denilebilir. Onun kudreti, kuvveti ve icraatı tasavvur edilemiyecek büyüklükte ve mükemmeliyettedir. Tanrı ise; “en yüksek” denilerek dahi tahdit edilemiyecek ve tefekkürle zerresine dahi erişilemiyecek olan değerdir.
47.
MADDE DEĞERİ
Madde değerleri, maddeli hayat yaşayanların, yine madde aracılığı ile değerlendirebildikleridir.
48.
MUTLAKLAR
“Tek Allah” prensibine dayalı dinlerle, insanlar için Allah idraki, Mutlak Plân’a çıkarılmıştır. Çünkü tek olan, her şeyi var eden ve yok edebilecek kuvvet ve kudrette olan odur.
Allah ise; hakikatte, ne “tek” ne de “her şeyin üzerindeki varlık” denilerek tarif olunamaz. Çünkü O, ne tektir, ne de her şeydir. O, Mutlak Kanun dahil her şeyin başı, mutlak sahip ve hâkimidir.
Mutlak Kanun O’nun eseridir ve O’nun çizdiği yoldur. Bu yolun tatbiki ise; Mutlak Kanundan olan, fakat cüz’ü olmayan ve başlı başına tıpkı Mutlak Kanun gibi cüz’süz bir kül halinde olan Mutlak Plândır.
Mutlak Plân, Mutlak Kanunun tatbikçisidir. Mutlak Kanun ise hiçbir şekilde izaha imkân olmayan ve asla büyüklüğü, bedenli bedensiz hiçbir varlık tarafından izah edilemiyecek olan Allah’ın, ilk eseridir ve tektir. Tektir, kül halindedir, cüz’ü yoktur ve aynı hassaları haiz Mutlak Plânı ise bu kanunun ayırdedilmesi düşünülemiyecek bir küllüdür. Küllüdür, çünkü Mutlak Plân da cüz’süz kül halindedir ve her şeyi yapan, yaptıran, bütün varlıkların gideceği yolu içeren plândır.
Allah ile Mutlak Kanun arasında Mutlak Varlık mevcuttur. Allah ise, hiçbir zaman mutlakla[17] dahi hudutlandırılamıyacak olandır. Allaha Mutlak Varlık demek, O’nu, kendi yarattıklarının seviyesinde idrak etmek demektir.
Mutlak Varlık; yaratma ve yok etme de dahil, Allahın bütün imkânlarını haiz olan değerdir ki, mevcut değerlerin en yükseğidir. Mutlak Kanunun var oluşunun âmili ve Mutlak Plânın bütün icraatını kolaylıkla takip edebilendir. Varlık olarak her bakımdan mutlaktır. Fakat Allah değildir!.. Çünkü Allah ne varlıktır, ne de mutlaktır. O, varlıkların ve mutlakların Haliki[18] ve sahibidir.
49.
YEDİ KAT GÖK
Eski din kitaplarında bahsolunan yedi kat gök, tamamen hakikî mânadadır ve hakikaten yedi esas kat mevcuttur;
1. Kâinat (Esîr),
2. Ser,
3. Hiçlikler,
4. Mutlak Plân,
5. Mutlak Kanun,
6. Mutlak Varlık,
7. ...... izahı imkânsız yükseklik...... ALLAH.
50.
KARŞI CİNSE AŞK VE SEVGİ
Sevgi, aşk, imtihan vasıllarından başka bir şey değildir. Çünkü insan dünyaya ne sevmek, ne yaşamak, ne bedbaht olmak, ne de mes’ud ömür sürmek için sevk edilir. Bu sayılan ve sayılmayanların hepsi hiçbir zaman gaye değil, vasıtalardır. Çünkü insan bu vasıtalar yardımı ile imtihan olunur. İnsan olarak yaşamaktan gaye tekâmüldür.
Mutlak Kanunun esaslarından biri de cazibedir. Artının eksiyi çekişi gibi.. Kadın ve erkek münasebetleri de böyledir. İki cinsin birbirine karşı olan alâkası ile cinsî aşk hâsıl olur. Cinsî aşk ise madde ve ruhun karışmasından meydana gelir.
Aşkta ruha verilen değer arttıkça aşk ulvîleşir; bu bir yükseliştir. İnsanları hakikî aşka götüren yol böyle başlar. Daha doğrusu; insanları hakikî aşka götüren birçok yollar böyle başlar ve maddeye verdiği değer azaldıkça insanlar ilerler, ulvîleşen aşkı ile “asıl aşk”ı sezmeye başlar.
Hakikatte bir cinsin diğer cinse karşı duyduğu alâka sadece cinsî değildir ve cinsî alâkanın da tek hedefi hiçbir zaman üreme olamaz. Üremenin böyle ulvî bir münasabetten meydana gelişi, cinsel eğilimlerin dünyada da gözle görülen bir sonuç hâsıl etmesi içindir. İmtihanları ve üremeyi daha cazip hale koymak içindir.
51.
DEĞER
Değerler genellikle iki kısma ayrılırlar:
1 – Hakikî değerler,
Hakikî değerler, bir şeyin Mutlak Plâna uygun değeridir.
Zâhirî değerler ise, insanların, herhangi bir maddeye veya hâdiselere vermiş oldukları değerlerdir ve daima değişen değersizliklerden ibarettirler. Misal olarak, bir çocuğun bir oyuncağa verdiği değerle, aynı çocuğun kırk yaşına geldikten sonra o oyuncağa verdiği değer arasındaki farkı gösterebiliriz.
52.
HAKİKÎ DEĞERLERİN DEĞİŞEBİLMESİ
Hakikî değerlerin kıymetlerindeki değişiklikler, ancak Mutlak Plân icabı olabilir. Hakikî bîr değerin değişebilmesi için, yine Mutlak Plâna uygun hakikî bir sebebin mevcudiyeti lüzumludur. Tabiat hâdiseleri ve insan hayatında, o insanın elinde olmadan meydana gelen değişikliklerin istisnasız hepsi, Mutlak Plân icabı hâsıl olan hakikî sebepleri izah ederler.
Sebepsiz yere yaprak kımıldamaz!
Her sebepten muhakkak bir sonuç hâsıl olur. Her sonuç ise bir sebepten başka bir şey değildir.
Yukarıdaki kanun, tabiattaki hâdiselerin birbirlerine ekli bir zincir halinde devam ettiğini göstermektedir. Tabiatta en bulunmayan şey ise; “bir sebebe dayanmayan herhangi bir sonuç”tur. Yani tabiatta, hattâ tabiat üstü varlıklarda, her varlık mevcudiyetini bir sebebe borçludur. Mevcudiyetini hiçbir sebebe borçlu olmayan tek varlık ise Tanrıdır.
53.
KANUN
Bir şey, kendi oluşunun, aynı zamanda hem sebebi hem de sonucu olamaz.
54.
YEGÂNE VARLIK
Mevcudiyetine hiçbir şeyin âmil[20] olmadığı yegâne varlık Tanrı’dır.
55.
ALLAH
Allah ne “tek”tir, ne de “her şey”dir.
Onu izah için kelime bulunamaz.
O haşmeti, hiçbir zaman “ifade ile” tahdit yoluna sapılamaz.
56.
HALK
Halk, Allahın emri iledir. En evvel halk edilen ise, manevî değeri en fazla olan Mutlak Varlıktır. Her şey Mutlak Varlığın, Mutlak Kanunu’nun tatbik ettiği Mutlak Plânla var olmuştur.
Tanrının emri olmadan hiçbir şey var veya yok edilemez. Yeniden var oldu gözükenler, sadece ilk var edilenlerin tekâmül etmiş şekilleridir.
57.
YAŞ
Yaş, dünya hayatını ve tecrübelerini bedene yansıtır. Tecrübeler arttıkça, ruh güzelliklerle doldukça beden eskir. Buna, ruh zenginliğinin ters orantılı olarak bedene yansıyışı da denilebilir.
58.
ÜÇ BUUTLU REALİTE
Üç buutlu[21] âlemde üç buutlu vasıtalarla düşünülebilir ve bilgi edinilebilir. Bu sebeple dünya hayatı boyunca manevî bilgi ve değerlerin de bu üç buutlu süzgeçten geçirilerek verilmesi, o manevî değerlerin hakikî değerlerine yükselinememesinin asıl sebebidir. Bu, tıpkı ağır bir yükün, o yükü çekemiyecek terazi ile tartılmasına benzer.
59.
MUTLAK VARLIK, KANUNU, PLÂNI
Mutlak Kanun küldür. Mutlak Plân da Mutlak Kanuna tâbi bir küldür. Bu tâbi oluş, Mutlak Kanunun cüz’süz küllük hassasına asla halel getirmez.
Mutlak Kanuna, Mutlak Varlık tarafından her hak ve selâhiyet tanınmıştır. Mutlak Varlık, Mutlak Kanunu Tanrı emri ile vazedendir ki, bu güne kadar Tanrı olarak tanınmıştır.
Mutlak Plân ise, Mutlak Kanuna tâbi cüz’süz küldür. Ve Mutlak Kanunun plânının bizzat temsilcisi ve kendisidir. Bunun için, o hiçbir zaman tam mânası ile Mutlak Kanundan ayrılamaz, ayrı düşünülemez.
Mutlak Varlığın yaratma’sını; Mutlak Kanunun, Mutlak Plânı ile plânlar ve tatbik eder. “Varlıklar” tekâmül ederek Mutlak Plân seviyesine erişebilirler, fakat asla Mutlak Kanun seviyesine erişemezler.
60.
MELEKLER
Mutlak Kanunun, tatbikatçısı olan Mutlak Plânın, yapmakta olduğu belli başlı işlerin her birisine “mecazî mânada” olmak üzere Melek adı takılmıştır. Hakikatte melekler, cüz’süz kül halindeki Mutlak Plânın icra etmekte olduğu fiillerden başka bir şey değildirler.
Bu fiiller, Mutlak Plânın sonsuzluklara erişen geniş hak ve selâhiyetleri içersinde vazife görürler. Bu hali izah için; Mutlak Plânın mensubu fiillere (ki bunlara ayırarak ayrı ayrı vazifeler halinde bakabiliriz) melek denmiştir.
Melek diye adlandırılan Mutlak Plân icraatı, insanların anlayış ve kavrayış seviyesinde de tezahür edebilme imkânına sahiptir. Onlar, Mutlak Plânın sonsuzluklar üzerindeki imkânlarını, vazifeleri icabı, Mutlak Kanun esaslarına göre kullanabilirler.
Mutlak Varlık ise, yaratılmış olanları tekrar yaratmak, tekâmüllerini sağlamak yolunda akla durgunluk veren, sonsuzluklarla ölçülemiyecek imkânlar içersindedir. İmkânlarını ancak Tanrı hudutlar.
Mutlak Kanun, Mutlak Plânı ile var ve yok ettiklerini Mutlak Varlığın emir ve kontrolü altında yapar. Mutlak Kanunun var olabilmesine, o kanunu yapan Mutlak Varlık, o kanunu yapıp yürütecek Mutlak Varlığın varlığına ise Allah âmildir. Ve en büyük iki değerin, mutlağın ve varlığın birleşmesinden hâsıl olan Mutlak Varlık, cüz’süz her şeyi ihtiva eden bir küldür. Haliki ise, sonsuz Mutlakların ve ölcülemiyecek değerdeki varlıkların haliki ve sahibi olan Allah’dır.
61.
TEKÂMÜL DEVRELERİ HAKKINDA
BİLİNMESİ İCAB EDEN NOKTALAR
Her tekâmül devresinin realiteleri vardır. O realiteler, o tekâmül devrelerini yaşayanların her bakımdan kabiliyetlerini hudutlandırır.
Her tekâmül devresindeki insanın realitesini, idraki belirler ve sınırlandırır. Onun yapması gereken şey; idrak ettiklerini vicdanının yardımı ile tatbik etmesidir. Tekâmül ettikçe realiteler yükselir ve bu hal sonsuza doğru öylece uzanır.
Buna misal; “Allahın maddî olarak mevcudiyetine inanmadan, O’nun madde üstü varlığına inanılamayacağı” gösterilir. Bu kısaca izah edilen misalin, başı ile sonu arasında birçok tekâmül basamakları mevcuttur.
Dünyada yaşayan insanlar, dünya realitelerine göre tekâmül ederler. Dünya ise çeşitli tekâmül basamaklarına sahiptir.
62.
REALİTE VE TEKÂMÜL
En büyük hata, taasupla tekâmüle engel olmaktır. Bir realiteyi mutlak sanmak ve onu öyle tanıtmak, tekâmüle engel olmaktır.
İlim ve inanç sabitlikten kurtulduğu oranda seyyaleşir. Bu seyyaliyet, “realiteleri realitelerin takip etmesi” şeklinde izah olunabilir. Tekâmül yolu, birbirini takip eden realitelerin çizmiş olduğu yoldur.
63.
HAKİKÎ İLİM
Dünya ilmi, her yönden taassupla[22] çerçevelenmiştir. İlmî taassup, bilgisizlikten ve kısa görüşten hâsıl olan taassuptan daha fazla rol oynamaktadır. İlim adı altında ilimi sınırlandırma ve ilmî taassup,hakikî ilme ilerleme hattâ doğma imkânlarını kapamaktadır.
Bugün için “hakikî ilim” yoktur. Var olan, sadece hakikî ilme ulaşılacak yollar ve bu yollarda yürüyenlerin asıl ilmin doğması için yapmış oldukları çalışmalardır ki, bunlar çok kıymetli ve insaniyeti asıl ilme götürecek ara basamaklar ihtiva etmektedirler.
64.
İSPAT
Aksini ispat edemiyeceği şeye yalan diyenler, çok defa kendileri yalancı durumuna düşenlerdir.
65.
ŞART VE SONUÇ
Şartlar değişince sonuçlar değişir; bu değişiklikler ise, eskiye göre verilmiş kararların değişmesini icab ettirir.
66.
AHLÂK
Ahlâkı ve ahlâksızları ikiye ayırarak incelemek doğrudur:
1. Menşei madde olan ahlaksızlıklar,
2. Menşei ruhî olan ahlâksızlıklar.
1 – Menşei madde olan ahlâksızlıklar:
Madde için yapılan ahlâksızlıklardır ki, bunu da iki şekilde ele almak doğrudur.
a) İhtiyaç için yapılan ve gayri meşru[23] yoldan elde edilen madde;
İhtiyaç için yapılan hırsızlık; bir hırsızlıktır fakat istenmiyerek ve en kaçınılmaz bir ihtiyacı, meselâ bedenin gıda ihtiyacını temin maksadı ile yapılmışsa bu hal hafifletici bir sebeptir. Hırsızlığı sırf karnını doyurmak için yapan veya hasta anasına ilaç almak için çalıştığı dükkânın kasasından para çalan, topluma göre hırsızdır fakat bu halden, onun kadar, toplum da çok defa mes’uldür.
b) İhtiyaç için değil de, fazla madde temini, yani maddî zenginlik için yapılan ahlâksızlıklar.
Fazla servet temini için yapılan hırsızlıklar; asıl ahlâk düşkünlerinin işidir ve bunlar en büyük imtihanlardan birini kaybetmiş durumdadırlar. Gayri meşru yollardan temin ettikleri servetin çok üzerindeki bir azabı ruhlarına hediye eden gafillerdir.
2 – Menşei ruhî olan ahlâksızlıklar:
Bunlar, yalancılar, ırz düşmanları, iftiracılar, gençleri cinsî sapıklığa sevk edenler, sevdiklerini öldürenler ve ruh egoistleridir. Bunlar madde düşünmezler fakat bedenî zevk ve etrafta hâsıl edecekleri huzursuzluktan zevk alan kimselerdir. İradesizleri, daha doğrusu iradelerini kullanmak zahmetine girmek istemiyenleri de bu gruba dahil etmek icab etmektedir.
Bunlar zaaflarını ortadan kaldıracak kudrete sahiptirler. Çünkü hiç kimseye kaldıramayacağı yükten fazlası vurulmaz. Fakat bir anlık veya kısa bir sürelik zevkleri için başkalarını manevî zararlara uğratmak da; madde ahlâksızlığı kadar hattâ bazı hallerde onlardan çok daha fena sonuçlar doğurur.
Bunları da ilerde bekleyen, müthiş ve hiçbir şekilde izah edilemeyecek büyüklükteki manevî ve ruhî cezalardır.
67.
HİÇLİKLER - YÜKSEK MANEVÎ VARLIKLAR
Tanrıya en yakın değerler, Tanrının emirlerini harfi harfine tatbik eden Mutlak Varlık’la onun Kanun ve Plânıdır.
Mutlakları, “hiçliklerdeki” (diye izah edebileceğimiz) yüksek manevî değerler takip ederler. Tanrıya en yakın bulunan hiçlik, en yüksek manevî değerlerin, en uzak bulunan hiçlik ise en kaba manevî değerlerin yeridir. İlk madde veya maddeye benzer varlıklar ise hiçliklerin sonunda başlarlar.
Yüksek manevî değerlerin mecazî anlamdaki manevî mekânlarına hiçlikler diyoruz. Hiçlikleri ve hiçliklerdeki değerleri, oldukları gibi, ne anlamaya ne de anlatmaya imkân vardır. İnsanlar için, ancak madde olarak bilinip tanınan şeylerin yerleri izah edilebilmektedir. Halbuki ne hiçliklerin ne de hiçliklerdeki değerlerin az çok madde ile alâkaları yoktur. Bundan dolayı hiçlikler de dahil, manevî değer ve varlıkları asıl değerleri ile hiçbir zaman değerlendiremezsiniz.
İlk maddî tezahürlerin, hiçliklerin sonunda başlaması, maddî “mekân” mefhumları ile izah edilemez. İlk maddî tezahürlerle birlikte kısmen de olsa bildiğiniz maddî varlıklar başlamaktadır ki buna, mensup bulunduğunuz kâinatın başlaması da diyebiliriz.
Hiçliklerle, mevcut bütün kâinatlar ve dolayısıyla kâinatınız arasında çizilmiş bir hudut mevcut değildir ve böyle bir hududun çizilmesine de imkân yoktur. Çünkü siz maddeyi bazı ölçüler ve mefhumlarla hudutlandırabildiğiniz halde, manevî değerlerin hudutlarını bu gibi vasıtalarla tesbit edemezsiniz.
Ölçü ve mefhumlarla izah edilebilmesi mümkün olan madde kâinatının hudutları, “sonsuz” denilen büyüklüğüne rağmen, safmanevî değerlerin hudutlarına nüfuz edememekte; fakat (maddeden başka tesir kudretlerine malik bulunan) manevî varlıklar, bu alemlerdeki madde ve benzeri varlıklar üzerinde tesirler icra edebilmektedirler. Kısaca; madde âlemlerinde “hudut”, hiçliklerde ise “tesir imkânları” sınır çizmektedir. Buna “hiçliklerin hudutları, yine o hiçliklerde bulunan manevî değerlerin, malik bulundukları tesir imkânlarıyla çizilmektedir” diyebiliriz.
Tek bir hiçlik değil de, birçok hiçliklerin olmasının sebebi ise; hiçliklerdeki varlıkların aynı manevî değerlere sahip bulunmayışlarındandır. Çünkü “madde ve benzeri vasıtalarla denenerek tekâmül etme” safhalarını geride bırakmış olan varlıklar, artık madde ve benzeri vasıtalara ihtiyaçları olmadığından tekâmüllerine, manevî değerler halinde “hiçliklerde” devam ederler. Hiç şüphesiz ki, hiçliğe yeni geçmiş olan bir varlıkla, hiçliklerde uzun tekâmül geçirmiş varlıklar arasında gerek tesir ve kudretleri, gerekse mevcut imkânları bakımından birçok farklar mevcuttur. Bu farkları dünyada tekâmül etmekte olan varlıkların aralarındaki farklara benzetebiliriz.
Yukarda da söylediğimiz gibi hiçlikler, varlıkların ikamet ettikleri yerler (mekân) olamazlar. Çünkü onların mekân ve diğer mefhumlarla, madde ile, alâkaları yoktur. Hiçliklerde tekâmül eden varlıklar “tam manevî değer” halindeki varlıklardır; fakat hiçliklere yükselememiş olan tekâmüldeki varlıklara, tam manevî değerdeki varlıklar denilemez; ancak “manevî değer ihtiva eden” varlıklar denilebilir.
68.
SERÇE KUŞU
Sen serçe kuşunu nasıl görüyorsan, senin üstündekiler de seni öyle görürler. Sen serçe kuşunu nasıl affediyorsan, büyüklerin de seni öyle affederler..
69.
ÜST İDARECİLER
Gerek maddeli âlemlerde, gerekse maddesiz hayatlarında, ruhları, daha üstün değerdeki ruhlar tesirlerinde bulundurur ve idare ederler. Bu idare ediş, ya otomatik olarak veya idrakli bir şekilde tezahür eder.
Otomatik olarak idare edilen ruhlara misal olarak, insanların bitkiler üzerindeki hâkimiyetlerini, onları dikip yetiştirebildiklerini söyleyebiliriz.
70.
MANEVÎ ŞUALAR (MANEVÎ TESİRLER)
Hiçliklerdeki manevî değerler, tesirlerindeki sahalara (hiçliklerine) manevî şualar[24] halinde yayılırlar; lüzumu halinde de tesirlerini bir veya birkaç nokta üzerine teksif edebilirler. Bunu ruhun beden üzerindeki tesirine benzetebiliriz. Ruh denilen manevî varlık, madde olarak tespit edilemediği halde tesirleri ile kendisini nasıl belli ediyorsa, bütün manevî varlıklar da tıpkı ruhlar gibi, diğer varlıklar üzerlerindeki tesirleri ile mevcudiyetlerini belli edebilirler.
Manevî varlıklar, manevî şualar halinde tezahür edebildikleri gibi şua halinden daha başka vaziyetlerde de tezahür edebilirler.
Manevî şualar yalnız sat manevî varlıklar tarafından yayımlanmazlar. Bütün madde ihtiva eden manevî varlıklar da şualar yayımlarlar. Meselâ kül halinde, “madde içeren manevî değerler” olan insanlar, aynı zamanda da birçok manevî şualar yayımlamakta ve çeşitli manevî şuaların da tesirleri altında bulunmaktadırlar.
71.
MADDE
Madde, ne hor görülmesi, ne de esiri olunulması icab eden bir deneme vasıtasıdır.
72.
PARA
Yalnız maddî ihtiyaç ve sıkıntıları karşılayabilen paraya tapma! O senin ne günahlarını azaltabilir, ne de sana ebedî bir huzur temin edebilir.
Para, dünya işlerinde ve geçici heveslerin tatmininde rolü olan bir nesnedir. Ona sahip olmaya çalış; sahip olunca da iyi yollarda kullanmaya gayret et.
Parayı sadece iyi ve meşru yollardan kazan! Haramdan temin olunan kazanç, hakikatte zararın ta kendisidir. Dürüst ol ve seni zaman zaman dürten ve dürtecek olan kötü hislere, düşüncelere, tesirlere uyma. Dikkat et ve dikkat edildiğini unutma.
73.
Allah, var ettiklerini madde ile bağlı bulunanların asla idrak edemiyecekleri bir basitlik ve mükemmeliyette, zaman mefhumunun dışında, an bile denilemiyecek hattâ kısa olduğu bile söylenemiyecek bir sürede halk etti. “Oluş” hâdisesi; zaman mefhumu ve diğer mefhumlarla izah edilemiyecek, en yüksek değerdeki manevî bir hâdisedir.
Tanrının ilk halk ettikleri iki esas guruba ayrılırlar:
1. Tekâmül edebilme imkânlarını haiz varlıklar;
Tanrının, değersiz olarak fakat tekâmül edebilme imkânlarını bahşederek halk ettiği varlıklardır. Tekâmül ederek evvelâ “ruh” haline gelecek, sonra da ruh olarak tekâmüllerine devam edecek varlıklarına çok yüksek manevî hassalar ve imkânlar bahşeden Tanrı, onları gayet kaba varlıklar halinde halk ederek uzaklara fırlatmıştır. Tekâmüle sevk olunan varlıklar en son ulaştıkları yerden Tanrıya yönelmeleri ile tekâmüllerine başlarlar.
Buradaki fırlatış tabirini, bilinen alelade madde fırlatışı ile karıştırmamak icab eder. Bu fırlatış, veya bir başka tabirle Tanrıdan uzaklaşış; Tanrının (idrak edilmesine imkân, ihtimal olmayan) bir arzu ve tahayyül kabiliyeti ile vukua gelen, manevî bir uzaklaşıştır.
İşte bu surette tekâmüle sevk olunan varlıklar, “değersizlikler” halinde Tanrıdan manen uzaklaştırılmışlar ve en son ulaştıkları yerden Tanrıya yönelmeleri ile de tekâmüllerine, yani değersizliklerini gidererek değerlenmeye başlamışlardır.
2. Tekâmüle yardımcı varlıklar;
İlk var edilenlerin ikinci grubu, Mutlak Varlığın emrindeki tekâmüle yardımcı varlıklardır. Meselâ “melekler” bu varlıklardandır. Bunlar Allahın emirlerinin harfi harfine tatbik eden “vazifeliler” veya “vazifeler” halinde tezahür ederler.
Bu varlıklar (veya değerler) vazifelerinin icab ettirdiği her türlü imkânların azamisine sahiptirler. Fakat kendi kendilerine tekâmül edemezler. Nasıl ki dünyada insanların yaptığı birçok makina, meselâ bir hesap makinası sür’atle hesap yapabildiği halde kendi kendine tekâmül ederek yepyeni melekeler kazanamazsa, olarak fakat adeta “robot” gibi ruhsuzca ifa ederler. Bu sebepten; bu varlıklara “tekâmüle yardımcı robot varlıklar” denilebilir. Özet olarak; dünya, kâinat, kâinatlar ve kâinatların üzerindeki yüksek maneviyat âlemlerinde, kısaca aklınıza gelen veya gelmeyen her yerde mevcut bulunan (Tanrı hariç) istisnasız her şeyin; tekâmüle yardımcı robot değerler ve tekâmül edebilen değerlerden, yaşayan, değişen, gelişen, çeşit çeşit muhtelif değerlerdeki varlıkların; var oluş veya edilişlerini gerçek mânasiyle anlayabilmenize imkân yoktur!. Çünkü böyle bir hâdisenin, mevcut duyularınız ve imkânlarınızla idraki şöyle dursun, sezilebilmesi dahi mümkün değildir. Bu sebeple “oluş”u aydınlatan tebliğler, dünya idrak seviyesine ayarlanmış “benzetmeli” ve misalli bilgilerden meydana gelmektedir.
74.
HAREKET
Kâinatlarda, kâinatta, hareket halinde olmayan hiçbir şey mevcut değildir.
75.
CAZİBE
Cazibe, manevî değerlerin maddeler üzerindeki olumlu tesirleridir. Çekiş halinde tezahür ederler.
76.
MADDE
Manevî değerler, kaynaklarından uzaklaştıkça kabalaşırlar, kabalaştıkça belirirler. Değer, madde olarak belirmesi oranında değerinden kaybeder.
Madde, manevî değerinden ne kadar kaybetse, yine de manevî değerlerin tesirinden ve emrinden kurtulamaz. Kabalaşarak manevî değeri tamamen yok olan değer madde haline gelir ve manevî değerleri (+) kabul edersek, (–) işaretini alır. O andan itibaren madde olarak manevî değerlerin tesiri altına girer. Manevî değerini tamamen kaybetmiş bir madde, manevî değerlerin tesiri ile birleşir ve değişir. Her madde, taşıyabildiği manevî değer oranında değerlidir.
Şualar da dahil, madde üzerine tesir eden bütün enerjiler, hem manevî değerleri olup, hem de madde ihtiva eden şualardır. Bu enerji ve şualar ruhun sahibi olduğu bedene tesir edebilir, fakat ruh her türlü madde ihtiva eden şeylerin tesirinden uzaktır. Ruha ait beden maddenin tesirinde kalabilir ve ruhta bu tesirin belirtileri görülür; fakat aslında madde ruha hiçbir tesir icra edemez.
77.
TARİF
Ancak madde ile ilgisi olan şeyler; isim, sıfat ve adet ile tahdit olunabilirler. Bu şekilde izah mecburiyeti, sınırlı dünya imkânları tesiriyledir.
78.
BU BİLGİLER...
Bu bilgiler, plânlardan geçen fakat hiçbir plâna ait olmayan bilgilerdir. Zaman zaman tipik “yüksek plân bilgileri” halinde tezahürü ise, insanî idrak kabiliyeti ile “Mutlak Bilgi”nin ayarlanmasının sonucudur.
Bu bilgilerin menşei; ilk defa izah ettiğimiz “Mutlak Varlık”tır.
Mutlak Varlık, Allahın tatbik edeceği fikirlere sahiptir. Bu fikirlerin düzene girmesi görevi Mutlak Kanunun, Mutlak Kanunun tatbik edilmesi ve icrası da Mutlak Plândır. Mutlak Plânı da diğer plânlar takip ederler.
Bu bilgiler, “esas bilgilerin menşeinin öz bilgileridir ve muhtelif plânlar seviyelerinden fakat plânsız olarak tebliğ edilmektedir ve asla plânların kendi imkânlarına göre verdikleri bilgilerden addedilmemelidir. Mutlak Varlık, lüzumu halinde bilgileri plân seviyelerinin dışından verebilir. Mutlak Varlık sadece Allaha tâbi ve O’nun fikirlerini içeren varlıktır ki, o fikirlerin zerresini dahi insan idraki ile kavramaya imkân yoktur.
Bu bilgiler, insanî idrakle çekip çevrilecek bilgiler değildir. Bunun için bilgilerimizin mes’uliyetleri de bizimdir. Yani, bilgilerimizi sadece vermekle kalmayıp korumaktayız!
En fena niyetliler bile bu bilgilerimize yalan diyemiyecekler, bilgi ve öğütlerimizi inkâr edemiyeceklerdir!
79.
EGO
İnsanı ilk düşünceye sevk eden şey egoizmdir.
80.
İNSANÎ DEĞER
Bir insanın değeri, kendi menfaatlerini diğer insanların menfaatlerinden üstün tutmaması oranında artar. Şayet bir insan menfaatlerini diğer insanların menfaatlerinin gerisine atabilmişse, o insan yüksek değer sahibidir.
81.
TERBİYE
Hakikî terbiye, ruh terbiyesidir ki, mutlak surette bedene aksederek kendini belli eder.
82.
Bugüne kadar verilen bütün bilgilerde tekâmül, ihtiyaca ve anlayışa göre izah edildi; fakat tekâmüldeki gaye açık olarak bildirilmedi.
Sebepsiz hiçbir şey olmadığından, şüphesiz ki, tekâmülde de bir gaye vardır. İşte 4.1.1961 tarihinden inen bu bilgi, bu bakımdan şimdiye kadar indirdiklerimizin en yükseğidir. Bu bilgide, gaye olarak görülen tekâmülün “gayesi” izah edilecektir:
Her şey, izah olunan şekilde halk oldu ve
tekâmüle tâbi tutuldu.
Ve her şey halk olunurken de
her şeyin üzerindeki ruh,
değer bakımından en üstün tutuldu.
Çünkü ruh kimyasal bileşik olmadığı gibi, madde de değildi ve her şey ruhların tekâmülü için vasıta olarak halk oldu.
Ruhların tekâmül edebilmesi için en basit maddelerden
tâ Mutlak Varlığa kadar her şey
vasıta olarak yaratıldı ve sıraya dizildi.
Mutlak Varlık, Mutlak Kanun, Mutlak Plân,
hepsi mutlaklarımdır...
fakat ruhsuzdur...
Bunları tıpkı dünyadaki robotlara benzetebilirsiniz...
Bunlar tarafımdan düzenlenildi!.. ve,
tâki ilk ruhlar olgunlaşıp
bu robotların vazifelerini alana kadar,
makina halinde çalıştırılmak üzere vazifelendi..
Gaye; ruhların robotlar tarafından idaresi değil,
bizzat ruhlar olgunlaşarak
robotların yaptığı vazifeleri üzerlerine almaları idi.
İşte bu; tekâmüldeki gayenin bir kısmıdır.
Tıpkı dünyadaki yerçekimi gibi
ben de halk ettiğim ruhları bana çekerim.
İşte kâinatı halk ettim edeli “şu ana kadar”
ruhlar aynı yolda yürüdüler ve bana yaklaştılar.
Fakat hiçbir ruh bugüne kadar
ne Mutlak Plânın idaresini
ne Mutlak Kanun, ne de Mutlak Varlık vazifesini
üzerine alacak duruma gelmedi;
daha doğrusu gelemezdi[27]. Çünkü
bu vazifeler benim belli başlı vazifelerimdi ve
mukaddesat[28] denilen şeyin tastamam kendisiydi.
İşte tekâmüldeki gaye sadece
şuursuzca, bana doğru uzanan yolda ilerlemek değil,
halk ettiğim andan itibaren
robotlar tarafından idare edilen her şeyin vazifelerini
sevgili ve bana koşan ruhlarıma devretmekti!..
Ve ancak o andan sonra
yepyeni bir devre açılacak ve;
idarem ruhlarıma devrolacaktı.
Bunun için de ruhlarımı
alacakları mühim vazifeler için yetiştirdim,
ve çok ağır şartlarla denedim.
“Halk”tan da gaye;
benim sevgim ve halk ettiklerimin iyiliklerini istememdir. Ve onları bana yaklaşmaya liyakatli görmemden başka beni ne sevindirebilir!..
Bir an için,
benim büyüklüğümü
onumu, bunumu unutun;
Ben size
sevgimden; ...aşkımdan; ...ruhumdan; her şeyimden
vererek ruh ettim.
Şu halde, benim de
sizin gibi sevincim, memnuniyetim neden olmasın.
Ben her şeyi halk ederken,
kudretimi seyretmeyi, eziyet etmeyi düşünmedim.
Sevdim... halk ettim! ve
sevgimi de; sabırla
tekâmül edilmesini bekleyerek gösterdim.
Ve sizlerden de
benim sabrımın zerresini, tekâmülünüz icabı göstermenizi bekledim..
Bu tebliğdekiler, ilerde teker teker ve apaçık bir şekilde bildirilecektir.
Her şey var olalı, en mühim hâdise
Halk edişim’dir.
Siz ise ikinci en büyük hâdisenin tahakkukuna; yani
tekâmül sonucu idarenin robotlardan ruhlara
devredilmesine
hak kazanacaksınız!!
Bu tebliği düşünün, ...hazmedin, ve sevinin
çünkü sevinmek için hak kazananlarsınız.
4.1.1961
Çamlıca/İstanbul
83.
HALİK
Gerek bitkilerin, gerek hayvanların, gerekse başka başka dünyalarda yaşayanların tek hakikî babası; onları halk edendir. Onları, tekâmüle yardımcı değerlerle birlikte tekâmüle sevk edendir.
84.
TEKÂMÜL EDEN DEĞER,
TEKÂMÜLE HİZMET EDEN DEĞER
Dünyada tekâmül eden ruhlardan ve tekâmüle hizmet eden yardımcı değerlerden başka bir şey mevcut değildir.
Dünyada bulunan her şeyi yukarda izah edilen şekilde ikiye tasnif edebiliriz.
85.
HALK EDİLMİŞİN YARATIŞI
“Her şey”, en yükseğin kanun ve plânına uygun olarak, onun tekâmül etmiş varlıkları tarafından hâsıl olur. Bu hâsıl oluşta gaye, tekâmüle hizmettir.
Şu halde ruhlar, Tanrı tarafından halk olunmuş aslî değerlerdir. Ruhların kendi tekâmülleri için, Tanrının emri ile var ettikleri ise, onların tahayyül kudretlerinin eseridir.
Ruhlar, olgunlukları oranında var edebilirler. Bu; Tanrının halk ettiklerinin, Tanrının onlara sunduğu meziyetlerle “yaratışları”dır. Eski din kitaplarında “Tanrı, ruhları halk etmiş ve onlara kendi vasıflarından vermiştir” denilmesinin sebebi budur. Dünya, dünyalar, kâinat ve kâinatlar, maddeli maddesiz her şey bu şekilde var edilmiştir.
86.
ESERLERİN ESERLERİ
Dünya ve diğer madde dünyaları, kâinat ve kâinatlar; yüksek ruhlar ve robot değerlerin tahayyül kudretiyle, manevî değerlerin değerlerinden kaybederek kesifleşmesi sonucunda hâsıl olmuşlardır.
Maddeli ve benzeri vasıftaki kâinatlar, her şeyin âmili olanın, eserlerinin eserleridir.
87.
OLUŞ
“Her şey”; tahayyül, sevgi ve arzu sonucu hâsıl olmuştur.
88.
KÂİNATI VAR EDEN DEĞER
Dünya ve dünyanın bulunduğu kâinatın var oluşunun âmili olan değerin[29], en yakınlarından birisin!.. O değer de, “seni var eden ve değerlendiren” tarafından halk olmuştur.
Sen[30], dünya hayatı boyunca ona hem en yakın olanlardansın, hem de onun misafirisin.
O senin asıl yerinde iken, sen onun kâinatındasın.
89.
MADDENİN BAŞLANGICI:
SER ZERRECİĞİ
Ruh gibi, var olan her şey gibi, madde de Tanrıdandır. Ona, dünyada ve benzeri yerlerde tekâmül gayesi ile yaşamak için lüzum vardır. Yapılması icab eden; yaşayabilmek için onu aramak, asla onun için yaşamamak, ona tapmamak, onu elde edebilmek için fena yollara sapmamak, onun geçici tesirlerine kapılarak asıl değer olan ruhu unutmamaktır.
Dünyadaki mevcut maddeler, elektron sistemlerinden hâsıl olmuşlardır. Elektron sistemlerine ise atom denilmektedir. Elektron sistemi, bir çekirdeğin etrafından hızla hareket etmekte olan elektron veya elektronlardan meydana gelmiştir.
Dünyada, basit maddeler: “elektron sayıları aynı olan atomların birleşmelerinden meydana gelmişlerdir” şeklinde izah edilmektedir. Hakikatte ise, ilk madde tezahürleri ser bölgesinde başlamaktadır. En basit madde ihtiva eden manevî değer de ser zerreciği’dir.
Manevî değer ve hâdiseleri maddî imkân ve madde ölçüleri ile izah mümkün olmadığından maddeyi, mecazî olarak, “madde robot değerlerden bir kısmının kabalaşmasından hâsıl olmuştur” tarzında tarif ediyoruz.
Ser zerreciğinin ekseni etrafındaki hareketi, mevcut madde hareketlerinin en basiti ve en sür’atlisidir. Sınırlı dünya imkânları ile bu sür’ati tasavvur etmek dahi mümkün değildir. Bir atom çekirdeği etrafında dönmekte olan elektronun hareketi, ser zerresinin kendi ekseni etrafında yapmakta olduğu hareketin yanında pek yavaş ve önemsiz kalır.
Ser zerreciğinin kendi ekseni etrafındaki hareketi ile mukayese edilince önemsiz kalan “elektronun atom çekirdeği etrafındaki dönüş hızı” ortalama, saniyede yüzbin kilometredir. Bu hızı bile düşünmek, insan idraki için imkânsız denecek kadar zor bir iştir.
Herhangi bir şeyin madde değerinin fazlalığı, izahını kolaylaştırır. Manevî değerleri fazla olan varlıkları anlamak ve anlatmak, o varlıkların sahip bulunduğu manevî değerlerin fazlalığı oranında zorlaşır. Tam manevî değerleri ise, madde dünyasında maddî imkânlarla izaha imkân yoktur.
Sür’atle dönmekte olan ser zerrecikleri hep birlikte helezonlar çizerek hareket ederler. Bunların birbirleri ile birleşmelerinden ser çekirdekleri hâsıl olur. Ser çekirdiklerinin çekimine kapılan bir veya birden fazla ser zerreciğinin çekirdek etrafında hızla dönmelerinden ise ser sistemleri meydana gelir.
Ser sistemlerinde çekirdek etrafında dönmekte olan ser zerreciklerinin adedi, ser sistemlerinin birleşmesinden hâsıl olan esîr zerresi’nin karakterine tesir eder. Bu sebeple kâinatta bulunan bütün varlıklar, ana unsurları olan esîr zerreciklerinin karakterlerini taşırlar. Ana unsurlarının başka olmaları sebebiyle kâinatlardaki varlıklar birbirlerine benzemezler.
Öyle kâinatlar vardır ki, oralardaki madde yerine geçen şeyler, dünyada madde olarak tanınan ve bilinen şeylerden bambaşkadır. Bunlar dünyada kullanılan madde ölçülerine vurulamazlar. Hattâ dünya sakinleri tarafından tasavvur edilebilmeleri dahi imkânsızdır. Fakat oralarda denenen varlıklar, bunlardan tıpkı insanların maddeden istifade ettikleri gibi faydalanırlar. Çünkü oralardaki varlıkların her şeyleri gibi duyuları da başkadır.
Diğer kâinatlardaki madde eşdeğeri mevcudiyetler, ancak o kâinatlara tekâmüle sevk edilenler tarafından hissedilirler. Bu hissediş; ne görmekle, ne duymakla, ne tat almakla, hattâ ne de hissetmekle ifade olunabilir.
Bugüne kadar insan maddeyi, muhtelif zamanlarda zamanın şart ve imkânlarına uygun olarak, idrak seviyelerine göre tarif ve izah edebilmiştir. Bilgisini atoma, elektrona, hattâ esîre yükselten insan, maddeyi de günün realitesine uygun olarak “Basit madde[31], aynı unsurun atomlarının birleşmesinden hâsıl olur” şeklinde tarif etmiştir ki, bu ve buna benzer madde tarifleri maddenin hakikî izahları değildirler. “Madde; tekâmüle yardımcı robot değerlerin kabalaşmasından hâsıl olmuştur” tarifi, maddenin en geniş mânadaki tarifidir.
Ser zerreciğinin en mühim vazifelerinden birisi de, tekâmül plânları icabı kâinata inecek olan varlıklarla madde arasında bağ kurmaktır. Ser zerrecikleri kâinata nüfuz eder etmez ser sistemleri teşkil eder. Ser sistemlerinin birbirleri ile birleşmelerinden esîr zerreleri, esîr zerrelerinin de sistemler halinde bir araya gelmelerinden esîr sistemleri hâsıl olur. Elektron buna bir misaldir.
Bir çekirdek etrafında değişik sayılardaki elektronların hızla dönmelerinden hâsıl olan sistemlere de atom denmektedir. Atomlar elektron adetlerine göre başka başka karakterler arzederler. Atomların birbirleri ile birleşmelerinden de moleküller hâsıl olur. Aynı cinsten atomların birleşmelerinden dünyada mevcut basit madde çeşitleri meydana gelir. Değişik cinsteki atomların birleşmeleri ise kimyasal bileşikleri oluşturur.
90.
GÖRGÜ VE TECRÜBE
Hayat görgü ve tecrübe ile geçer. Bu tekâmül için zarurîdir. Görgü ve tecrübe ise iyiyi ve kötüyü ayırdetmeye yarar. İyiyi kötüden ayırabilmek ise ancak iyiyi ve kötüyü tanımakla mümkün olur. Bir şeyi tanımak için ise ilk önce var olması icab eder.
İyiyi ve kötüyü tanımak, irade ile kötüyü terkedip, iyiyi yapmak; insanların tekâmülü için elzemdir.
91.
TAM MÂNASI İLE BİLMEK
Dünya hayatında hiçbir şeyi tam mânası ile bilmeye imkân yoktur. Bilindiği sanılan şeyler sadece zannedilenlerdir.
92.
MADDÎ SONSUZLUK
Her şeyde ancak sonsuzlukla izah edilebilecek bir hassa mevcuttur. Bu, sonsuzlukların herhangi bir mahdut[32] parçaya sığdırıldığının izahıdır.
Maddî sonsuzluklar tahdit edilmişlerdir. Tahdit edilmemiş hiçbir maddî sonsuzluk yoktur. Hakikatte ise maddî sonsuzluk hiçbir zaman mevcut olmamıştır, mevcut olmayacaktır. Çünkü maddî sonsuzluk olarak bilinen ve izah edilen şeyleri, her yönden manevî değerler, manevî değerleri de asıl sonsuzluklar kucaklar.
93.
MADDÎ BÜYÜKLÜK – MANEVÎ BÜYÜKLÜK
Bir insanın maddî olarak büyüklüğü, diğer maddî büyüklüklerle mukayese edilince son derece önemsiz kalır. Dünya, güneş, hattâ kâinat bile diğer maddî büyüklükler yanında ufacık kalan zerreciklerden başka şeyler değillerdir.
Asıl üzerinde durulması icab eden, insanın manevî değeridir. O, hiçbir maddî ölçü ile değerlendirilemez. Onun büyüklüğü ve değeri ancak manevî büyüklükler ve değerler tarafından takdir edilir. Manevî büyüklükler maddî büyüklüklerle asla mukayese edilemezler, değerlendirilemezler.
94.
DEĞER
Manevî değerce yükseliş, Allaha yükseliştir.
95.
TAHRİP
Öldürmeden yaşamak, bilerek mahvetmeden hayatını tamamlamak bir gaye olmalıdır. Fakat her yaşayan, gıdayı yine kendisi gibi yaşayanların hayatı bahasına temin eder. Et yer, bitki yer.. Bu ise tekâmül için zorunludur. Yeter ki bu, normal seyrinden dışarı çıkmamalı; keyif, kin veya ahlâksızlık için asla bir canlıyı tahrip teşebbüsünde bulunulmamalıdır.
96.
ŞUA
Şualar, tekâmüldeki manevî değerler tarafından yayımlandıkları gibi, robot değerler tarafından da yayımlanırlar. Robot değerlerin yayımladıkları şualarla, tekâmül etmekte olan varlıkların yayımlamakta oldukları şualar arasında farklar vardır.
Tekâmül etmekte olan varlıkların yayımlamakta oldukları şualar, madde ölçüleri ile ölçülemez ve izah edilemezler. Bunlar ancak, madde ve benzeri robot varlıklar üzerlerinde icra ettikleri tesirlerle mevcudiyetlerini hissettirirler. Bunların dünya ve benzeri tekâmül yerlerinde kendilerini hissettirebilmeleri için robot varlıklara, dolayısı ile bu varlıkların yayımladıkları şualara ihtiyaç vardır[33].
97.
ŞUALAR
Var olan her şey şualar yayımlar. Hattâ mevcut olan bütün varlıklar bizzat şua halindedirler veya şuadırlar da diyebiliriz.
Tekâmüle sevk olunan değer veya varlıkların yayımladıkları şualarla, tekâmüle yardımcı robot varlıkların yayımladıkları şualar arasında birçok farklar vardır. Tekâmül etmekte olan varlıklar “tesirler” halinde tezahür eden “manevî şualar” yayımlar, hattâ bizzat şua halindedirler. Tekâmüle yardımcı robot manevî değerlerse “robot şualar” yayımlarlar ki, çok yüksek vazifeli robotlar hariç, robot varlıkların yayımladıkları şualar, ekseri o robotların ifa etmekte oldukları vazifelerle ilgili şualardır.
Tekâmüle yardımcı robot değerlerin (veya varlıkların) yayımladıkları şualar daima aynı mükemmeliyet ve hassasiyettedirler.. Tekâmüle sevk edilmiş varlıkların (veya değerlerin) yayımladıkları şualarda ise, bu değişmeyen ve daima biteviye devam eden mükemmeliyet ve hassasiyet yoktur. Onlar, kendi değerleri oranında tesirli olan şualar yayımlayabilmekte ve bu tesirlerini ancak tekâmül edebildikleri kadar arttırabilmektedirler. Bundan dolayı az gelişmiş ruhlar, fazla gelişerek tekâmül edebilmiş ruhlara göre daha dar tesir alanlarına sahiptirler.
Robot değerler ve onların herhangi bir vazifeyi ifa için malik bulundukları tesirler ise tekâmül etmezler. Çünkü onlar vazifelerine göre kusursuz olarak var edilmişlerdir. Bunun sonucu olarak da bir robot değerin 1000 yıl önceki icraatı ile, 1000 yıl sonraki icraatı arasında fark yoktur. Robot değer ve varlıklar vazifelerini daima aynı kusursuzlukla ifa ederler.
ROBOT ŞUALAR:
Tekâmüle yardımcı robot varlıklar tarafından yayımlanan ve insanlar tarafından bilinen robot şualara misal olarak; kozmik, gama, röntgen, ultraviyole, ışık ve sıcaklık şualarından bahsedebiliriz. Bu şualardan bazıları insanlar tarafından da üretilerek elde edilebilirler. Fakat, daha insanlar tarafından bilinmeyen pek çok şualar mevcuttur.
Halen insanlar robot şualardan, elektrik ampulü, radyo, televizyon, röntgen cihazı ve benzeri birçok şua alet ve cihazlarında yararlanmaktalar. Fakat robot şualardan çok daha büyük faydalar da sağlamak mümkündür. Meselâ bugün için tedavisi mümkün olmayan bazı hastalıkları, elde edilen robot şualarla tedavi etmenin mümkün olduğunu, hastalıklardan korunmak için “şua aşılarının” tatbik edilebileceğini, yine aynı şualarla yorgunlukların, sıkıntıların giderilebileceğini, robot şualardan istifade edilerek uzun zaman genç ve dinç kalınabileceğini, hattâ bu şuaların yardımları ile iklimler üzerinde dahi değişiklikler husule getirilebileceğini insanlık, henüz bilmemektedir.
TEKÂMÜLDEKİ VARLIKLARIN YAYIMLADIĞI
MANEVÎ ŞUALAR:
Robotlu ortamlarda (meselâ madde kâinatında) varlıkların yayımladıkları manevî şualar; ancak robot varlıkların aracılığı ile tesirler icra ederler. Bu sebeple, dünyada bedenli olarak yaşayan ruhlar da ancak maddeden bedenleri vasıtasıyla tesirler icra edebilirler.
Bir ruhun öz manevî şuaları ile tesirler icra edebilmesi, ancak robotlu ortamlardan uzaklaştıktan sonra mümkün olabilir. Ruhların, yayımlamakta oldukları ve dünyada madde aracılığı (bedenleri) olmadan tesirler icra edemiyen manevî şualar, yine de birçok bakımlardan maddelerin yayımlamakta oldukları robot şualardan ayrılırlar.
Meselâ, ruhların yayımladıkları şuaları, günün teknik imkânlarından faydalanarak, bazı robot şualar gibi elde etmeye imkân yoktur. Keza robot şuaları izaha yarayan mefhumlarla, ruhların yayımladıkları şualar izah ve tarif edilemezler; (saniyede şu kadar yol alırlar.. gibi). Çünkü manevî şualar mevcudiyetleri ile değil, mevcut varlıklar üzerinde icra etmekte oldukları tesirleri ile belirirler. Meselâ bu şualarla birçok hastalıkları tedavi etmek mümkündür. Yani tekâmüldeki varlıklar yayımladıkları şualarla (manevî tesirlerle) yine tekâmüldeki varlıklar üzerinde olumlu veya olumsuz tesirler icra edebilirler.
İnsaniyetin tekâmülünde, ruhlarının yayımladığı şualar büyük roller oynarlar. Dünyadaki ruhlar, her ne kadar serbest vaziyetlerindeki kudret ve imkânlarının pek azına sahipseler de; imkânları oranında, tesirler halinde tezahür eden manevî şualarıyla, madde ve maddî şualardan bir kısmını istek ve ihtiyaçlarına uygun olarak kullanabilirler.
98.
ŞUALAR VE İNSAN
İnsan, şualardan oluşmuş bir şuadır. Bütün ihtiyaçlarını şualar vasıtasıyla temin eder. Şua ile beslenir, şua ile görür, şua sever, şuadan korkar. Her şey insan için şuadır. Bu sebeple dert ve hastalıkların en güzel tedavi çaresi; şuadır.
99.
İYİ VE GÜZEL ŞEYLER
HER ZAMAN YAPILABİLİR!
İyi ve güzel şeyler için “Şu gün bu iş yapılmaz!” diye bir tahdit yoktur. Şartlar o güzel şeyin yapılmasını icab ettiriyorsa derhal yapılır. Fakat güzel şeyleri zamansız ve vakti gelmeden yapmamak için dikkat etmek icab eder.
Güzel şeyi insan, kendine, bir şahsa, cemiyete, millete, dünyaya karşı yapabilir. Fakat o iyi şeylerin başkalarına zararlı olmaması, bir kısmını güldürürken bir kısım insanları da ağlatmaması icab eder.
İyilik, ancak hiçbir fena tarafı olmadığı takdirde iyiliktir!..
100.
BASAMAK
Bilgilerimizi en kolay kavranabilecek şekilde basamak basamak vermekteyiz. Aynı olan şeyin, anlayış kabiliyetlerine göre basamaklarla izahına bu bilgiler vasıta edilmiştir. Esasında, çıkılması mukadder olan merdivenin ilk basamağını ilk düşünen insan çıkmış, onu da diğerleri izlemişlerdir.
Bu merdiven “tekâmül merdiveni”, basamakları da Tekâmül eden ve edecek olanlar için “merhaleler”dir. Biz bu merhaleleri daima seçilmiş vazifelilerimizle bildirip tekâmül imkânlarını sağladık ve şu âna kadar her vazifeliye bir basamaklık bilgi verildi. Bu bilgiler vasıtasıyla ise, birkaç basamaklık bilgi almaktasınız
101.
KISACA
Her şey, ara gaye olan tekâmül için halk olunmuştur. Tekâmülde vazifesini yapan yok olur veya değişime uğrar. Her şey şuadır, şualardandır; manevî değerler esastır.
Tekâmülde gaye idraktir. İnsanın yapabileceği her şey, tekâmülü icabı yapması icab eden şeylerdir. Cüz’i irade insanın serbesti hudutlarını tahdit eder.
İnsanlarda esas ruhtur; beden ektir, ruha eklenmiştir. Hayat ne doğumla başlar, ne ölümle biter. Tekâmül, ruhu yükseklere iter.
[1] Sadece bu başlık, tarafımızdan yazılmayıp, bilginin kendisinden konulmuştur.
[2] cüz: Kül denilen “bütünlük” ifadesinin parçalarını, kısımlarını, bölümlerini meydana getiren kavramdır. Aklımıza gelen her bütünün (küllün) meydana getiricileri, yani cüz’leri mevcuttur.
[3] imtihan: Deneme; sınav.
[4] tekâmül: Olgunlaşma; evrim.
[5] cazibe: Kendiliğinden, vasıtasız bir çekim gücü anlamındadır. Yerçekimi gibi, uzaydaki yıldız, gezegen ve diğer kütle merkezlerinin, kütleleriyle orantılı olarak çekimi; artı ve eksi elektrik yüklerinin birbirine çekilişi; atom çekirdeğindeki protonlar arasındaki nükleer çekim, fizik cazibe’nin misalleridirler. Tabiatta dişi ile erkeğin birbirlerini cezbedişi biyolojik cazibe olarak isimlendirilirler. Manevî cazibe ile ise, tekâmüldeki ruhun Allah yönündeki yüceliklere doğru çekilişi ifade edilmektedir.
[6] menşe’: Kaynaklandığı yer; köken; orijin.
[7] kül: Bütün; eksiği olmayan “tam”.
[8] inşa’: Yapım; “tahrip”in karşıtı.
[9] kaim: Mevcudiyeti ile mümkün; var olan; ayakta durabilen.
[10] ikame etmek: Bir şeyi kaldırıp yerine başka bir şeyi getirme.
[11] sübjektif: Herkesin kendi anlayış ve hissediş şekline, değişik intiba (izlenim) ve ruh haline göre yapmış olduğu ve böylece herkesin ayrı ayrı kişisel yargılara varabileceği değerlendirme, takdir etme tarzı. Objektif olmayan.
[12] intikal: Bir yerden başka bir yere geçme.
[13] seyyal: “kesif”in zıddı; ince; nüfuz edici; akıcı; hafif.
[14] Madde üzerine kurulmuştur; madde ile ayakta durur, varlığı ancak madde ile mümkündür.
[15] imtihan vasıtası: Tekâmül malzemesi (materyali).
[16] tefekkür: Derin düşünme; akıl yorma.
[17] mutlak: Okuyucularımızın “Mutlak” mefhumuna (kavramına) biraz olsun fikren yaklaşabilmeleri için, bu cildin sonunda (Ek sayfa VIII) Dr. Bedri Ruhselman’ın “Allah” isimli kitabından aldığımız bir bölümü veriyoruz. Bu izahta Mutlak; zıddı “Nisbî olan”ın izahı ile anlatılmaktadır.
[18] Halik: Halk eden; yaratan; Allah.
[19] zahirî: Dış görünüşe göre; bir şeyin fazla tetkik edilmeden ilk anda bıraktığı tesire göre.
[20] âmil: Yapan; meydana getiren; bir şeyin var olmasına sebep olan.
[21] üç buut (buud): Üç boyut; en, boy ve genişlik.
[22] taassup: Tutuculuk (fr. Fanatisme).
[23] gayri meşru: Kanun dışı.
[24] şua: Bir kaynak tarafından yayılan ışınlar, ışınım.
[26] Bu tebliğ, kitaptaki tebliğlerin içerisinde, yüce Mutlak’ın katından direkt olarak lûtfedilmiş birkaç tebliğden biridir ve spritüalizmada “tekâmülün gayesi” ilk defa bu tebliğle açıklanmakta olduğundan, şimdiye kadar alınan tebliğlerin en kıymetlisidir. Bu yüksek gerçeği bizlere bildirmek lûtfunda bulunduğu için Yüce Allaha ne kadar şükretsek azdır.
[27] “Şu âna kadar” geçen zaman aralığı buna yeterli değildi; mânasında..
[28] mukaddesat: Kutsal olan kavramlar, ilâhî vasıflar.
[30] İnsana hitap edilmektedir..
[31] basit; basit madde; bileşik madde: Bir misalle izah edelim. Bileşik bir madde olan suyu, hidrojen ve oksijen maddelerinin atomları meydana getirmektedir. Yani suyun basit maddeleri hidrojen ve oksijendir. Fakat bu basit maddeleri de, atom yapılarının derinliklerinde meydana getiren elektron, proton, nötron... gibi daha basit elemanlar mevcuttur ki, bunlar da basit maddenin basitleridir.
[32] mahdut: Tahditli, sınırlı, sonlu.
[33] Dünyamızda bir insanın ruhundan gelen bir ifadeyi, bir davranış biçimi ile (fikir, hareket, memnuniyet ve sevgi ifadesi, öfke ve tepki.. gibi) hissettirebilmesi için; o ifadenin manevî şua olarak ruhtan çıkıp, robot varlık olan maddeden oluşmuş insan bedenine tesir etmesi ve bedende şekillenerek maddî bir ifade kazanması gerekmektedir. Bedenden çıkan ses, görüntü ve hareketin aslı ise maddî (robot) şualardır.