Lisanssız Demo Sürümü
Lisanssız Demo Sürümü
Lisanssız Demo Sürümü
Lisanssız Demo Sürümü
Lisanssız Demo Sürümü
EK - www.şuurluinanç.com

 


 

  

 



 

 

 

  

                              
                                                                                                                                                     

         Aramanızı büyük harfle yapınız  

      

...Şuurlu İman devri , insanlığın idrak edebileceği en yüksek devir olacaktır...

EK
 
EK


SOKRAT[41] (M.Ö. 470-399): M.Ö. 2000 yıllarından beri süregelen parlak bir tarihî geçmişe sahip olan Atina şehir-devleti, Sokrat’ın yetiştiği dönemde her bakımdan alçalmıştı. Eski geleneklerinden uzaklaşmış olan halk, her çeşit ahlaksal bağları kırmış; çalışmanın adiliğini, zevk ve sefanın lezzetini savunur olmuştu. Sofist adı verilen felsefe öğretmenleri, çıkarcı ve çarpık fikirleriyle, halkı ve gençliği doğru yoldan çıkarmaktaydı. Siyasal hayatta da belirgin bir çöküntü vardı.
Bütün bu durumlar karşısında ciddi bir üzüntü duyan Sokrat, kendisini ulusuna adayarak, biraz da çocukluğundan beri içinde duyduğu Tanrısal sesin telkinleriyle; Tanrı’nın, kendisini Atina’yı ahlâk ve zihin bakımından yükseltmekle görevlendirmiş olduğunu hissetti. Ve bu kutsal görevine ölünceye kadar sadık kalarak tüm hayatını Atinalıların öğretim ve eğitimine harcadı.
Sokrat, adaleti ve gerçeği iktidardakilere ve halka karşı savunmaktan asla çekinmedi, hattâ Atina demokrasisinin kurucusu Temistokles ve Perikles’i yurttaşlarına erdem[42] aşkını telkin etmemekle suçladı.
Delphe tapınağının kapısı üzerinde yazılı olan “Kendini bil!” vecizesi, onun hem felsefesine, hem de yöntemine temel ödevini gördü. Ona göre, kendini bilmek demek, insanın kendi iç gözlemine dayanan bir ahlâk felsefesine başlaması demekti. Sokrat, bilginin insan ruhunda doğuştan olduğunu, öğretmenin ödevinin; öğrencide esasen var olan bilgileri hatırlatmak ve zihninde gizli bulunan tohumları uyandırmak, büyütüp geliştirmekten ibaret olduğunu kabul ediyordu. Esasen gerçek, ruhta doğuştan mevcutsa, öğrenmek bile kendini bilmek demekti.
Mutluluk, ruh esas alındığında, iyi bir hayat tarzıyla elde edilebilirdi. İyi derken, ruhu daha iyi edecek hayatı; kötü derken de ruhu daha kötü edecek hayatı anlamaktayız... Hem bu hayatta, hem de daha sonrakilerde[43] insanın mutluluğu buna bağlıdır. Ruhun aslına göre[44] ise iyi bir hayat tarzı; erdemli yaşamaktır. Yani mutlu bir yaşama ulaşmak için biricik aracı yine bir bilimden ibaret olan erdemdir.
Ona göre; hayır (iyi) bilindiği andan itibaren direnilemiyecek bir surette irade ve akıla hükmeder. Tüm insanlar zorunlu olarak kendi büyük hayır ve mutluluklarını isterler. Yapılmakta olan bütün işler ve davranışlar, bu genel amaca ulaşmak için birer aracıdan başka bir şey değildir. Şerri (kötülüğü) işleyen insan, hayırı bilmeyen, kendisi için iyi ve hayırlı zannettiklerine yönelmiş olandır. Fakat hayrı (iyiyi) bilmek bir bilgi işidir ve erdem bir bilimdir. Ruhun aslında bulunan ve kendini bilen kişinin keşfedeceği bilgidir erdem.
İyice incelenecek olursa iyiye olan eğilim her kişide aynıdır. Kişilerin içinde uyuyan ortak eğilim ancak öğretimle ortaya çıkarılabilir. Sokrat’a göre; erdem bir başkasına öğretilebilecek tarzda bir bilgidir. Kişiler bilmedikleri için kötüdürler. Erdem birdir, bölünemez, ayrılmaz. Bir davranışta erdemli, başka bir davranışta erdemsiz olunamaz. Erdem varsa, kişinin bütün davranışları ona uygun olmak zorundadır. Mutluluk bilgelikle gerçekleşebilir. İyi, insanı mutluluğa götürür. Aklımız iyiye erseydi, iyiye yönelmemezlik edemezdi. İyinin kaynağı ise sofistlerin iddia ettikleri gibi keyifsel ve bireysel tutkular değil; akıldır.
İnsan ruhunda doğuştan var olan bilgiyi ortaya çıkarabilmek için özel bir çalışma gereklidir ki bu çalışma tarzı Sokrat’ın yöntemini oluşturur. O öğrencilerini birbiri ardınca ve zekice tertip edilmiş sorularla karşılaştırır, karşısındakiler çelişkiye düşerler; bundan, tartışılan konu hakkındaki tariflerin yetersizliği ortaya çıkar.
Meselâ; Sokrat, adaletin ne olduğunu aramak için Ötidem’le giriştiği bir konuşmada önce, herkesçe bilinen şu sade tarifi ileri sürer: “Adalet, yalan söylememek, aldatmamak, başkalarını zarara sokmamak ve kendi cinsinden olanları köle haline getirmemektir”. Sonra bu tarifle büsbütün zıt olan sonuçlar çıkarır. Bu sonuçlar; yalan söylemenin, aldatmanın, zarar verme ve köleliğe düşürmenin de bir adalet ödevi olduğunu gösterir. Meselâ, herhangi bir generalin düşman bir ulusu aldatarak zafer kazanması ahlâksızlık değildir. Özellikle yenilgiye uğrayanın topraklarını zaptetmek ve halkını esir almak da böyledir.
Şu halde başlangıç olarak kabul edilen tarifi değiştirmek gerekir. Yani, bu tarifi yalnız dostlarla olan ilişkiye uygulamalıdır. Oysa ki bu suretle yanlış sonuca varılabilir. “Zira cesareti kırılmış bir orduya cesaret vermek için komutanın söylediği yalanı hangi tarafa koyabiliriz? Adalet tarafına sanırım. Pekâla, şimdi umutsuzluk içinde bulunan bir dostun kendini öldürmemesi için silâhlarını çalacak olursam? Jüpiter’e yemin ederim ki, bu da adalet cihetine!. Demek ki, bazı hallerde arkadaşlarımıza hile yapmak, onlardan bir şey çalmak veya onlara şiddet göstermek gerektir. Şu halde adaletin gerçek tarifi nedir?”
Sokrat, tarifini, biçimsel olarak verir; fakat sarsılmaz kanıtlarla: “Yasal bir sebep olmaksızın dostlarının haklarına saldırmayan, adaletlidir” (Xenophan: Memorables). Şu halde adalet de tüm diğer erdemler de; bilimdir. Kötü hareket edenler bilgisizce hareket edenlerdir. Böylece tek hayır, bilgi; tek şer, bilgisizliktir.
Sokrat, hiç seyahat etmemiştir. Genel olarak bir büyük palto giyer; yaz ve kış Atina sokaklarında yalınayak gezerdi. Sabır ve kanaatinde eşi bulunmaz bir iradeye, metanet ve cesarette görülmemiş bir güce sahipti. Sabahlara kadar içki içilen büyük şölenlerde, herkesin uyukladığı sırada o bir kenara çekilir, güneş çıkıncaya dek düşünürdü.
Kanaatkârlıkla övünür kimseden para istemezdi.O hemen hemen daima satılmakta olan şeyleri gördükçe, kendi kendine, “ne kadar da çok ihtiyacım olmayan şeyler!” der ve durmadan şu beyti tekrar edermiş: “Süsler, gümüş ve sırmalar, hayata değil, tiyatroya hizmet ederler!”
Hiçbir çalışma ve yorgunluk onun gürbüz vücudunu sarsmazdı. Denilebilir ki, Sokrat insanlık tarihinde, eşine pek az rastlanılabilecek metin ve orijinal bir kişiliktir. Bir evliya, bir peygamber gibi mistik bir ruha da sahipti: “Bildiğim bir küçük bilim vardır, o da aşk bilimidir” diyordu. Kendi içinde her zaman Tanrı’nın sesini işittiğine inanan bu büyük adamın, konuşurken sesinin tonuna ve mantığının gücüne dayanılmazdı.
“Filozof” deyimini, mağrur sofistlere karşı, “bilgeliği seven” anlamında olmak üzere, alçak gönüllülükle kabul etmiş; kendisine, pek candan bağlı bir ortam yaratmıştı. Kendisiyle birlikte olmayanlar bile onun ilkelerine bağlı bulunurlardı. O tüm Atina’lılara, bir baba, bir büyük kardeş muamelesi yapıyordu.
Dargın kardeşleri barıştırır, zengin dost ve öğrencilerini fakir ve zavallıların yardımlarına koşturur, bekârların ev bark yani aile kurmalarını ister ve temin ederdi. Özetle o, nerede bir iyilik yapmak mümkünse oraya koşar ve usanmadan öğüt verir, yol gösterirdi.
Onun erdemi; nefsi her şeyden yoksun bırakmakla değil, ölçülü olmak, her şeyi tatmak suretiyle sağlanmış olunur. Yani kendine hâkim olmak erdemdir. Bu tür ahlâkta, arzuların değil, aklın egemenliği görülür. Mutlulukla hazzı karıştırmamak için kendini bilmek yani gerçekten ne istediğini bilmek gerekir.
Sokrat, içinde yaşanan toplumun inanç ve kanunlarına uymak gerekliliğini savunur, “Bunlar ne kadar hatalı olsalar da, onlara saygı duymamak ve itaat etmemek de o kadar hatalıdır” öğüdünü verirdi. Buna karşılık, Tanrısal kanunlar için “En soylu kanunlar Tanrısal olanlardır. Bunlar hem doğaldır, hem akılsaldır, hem de aklın kendisidir. Ve Tanrı, bunları herşeyden önce kurmuştur” derdi.
Sokrat bir gün Hippias’a soruyor: “Yazılmamış olan kanunları biliyor musun? - evet, tüm ülkelerde birbirine benzeyen ve konuları da aynı olanları tanıyorum. - Bunları insanların oluşturduğunu söyleyebilir misin? - Bu nasıl mümkün olabilir ki, insanların tümünü bir araya getirmek imkânsızdır. Ve hepsi aynı dili konuşmazlar. - Şu halde senin düşüncene göre, bunları kim yapmış olabilir? - Bana öyle geliyor ki, bu düşünceyi insanlara Tanrılar ilham etmiştir... (Xenophan: Memorables).
Sokrat, toplum kanunlarını çiğneyenlerin belki kaçarak veya saklanarak cezadan kurtulabileceğini; fakat Tanrısal kanunlara saldıranların, insanların hafifletmesine imkân bulunmayan cezalara çarptırılacağını söyler, toplum kanunlarını da Tanrısal kanunlardan çıkarmak suretiyle yüceltirdi. Çünkü ona göre insanların koyduğu kanunlar, Tanrısal kanunlardan çıkar; ve bunlar da, evrensel zekâdan bir parça olan toplum zekâsının eseridir.
Sokrat insanda var olan aklın, (var olan her şeyi kaplayan, bütün varlıkları ve düşünülen şeyleri içine alan) kül akıldan bir parça olduğuna inanır. Zira akıl birdir; kaplayıcı (şamil) ve geneldir, sonrasızdır, mutlak yaptıran (efficient) bir sebeptir. Oysaki varlıklar şekil ve vasıflarını koruyamazlar. Sürekli ve genel bir değişme vardır ki mutlak surette olgunlaşmaya gitmektedir[45]. Bu olgunlaşma hareketi bir yarardır, iyiliktir ve çıkardır. Bu, Tanrısal lûtuf ve ihsandan ibaret bir gayesi olan sebeptir. Yani Tanrı her şeyi iyi için yaratmıştır.
Sokrat, doğada yalnızca bir “akıl” görmez, insanlar için şefkat ve iyilikle dolu, iyiyi isteyen bir gücün varlığını da görür. Onun bu âlemdeki sabit ve yanılmayan varlığı; insanların düşüncelerini, duygusal sırlar da dahil olmak üzere bilir, âlemi düzenler ve korur; emirleri yanılmayan bir etkiye sahiptir ve düşünce kadar hızlıdır.
Sokrat’ın Atina Tanrılarına inanmadığı genel olarak kabul edilmektedir. Kendisi cumhuriyete saygı duyarak Tanrılara kurban kesmişse de onun bunu kendi içindeki gerçek Tanrı uğruna yapmış olduğunu, site Tanrılarından ince bir alayla ve gülümsemeyle söz ettiğini pek yakın öğrencileri bilmektedir.
O, Allah’ın varlığını ve bir’liğini savunmuş olan ilk Yunan filozofudur. Aynı zamanda, ölümle yok olmayan, ebedî bir ruhun varlığına da inanmaktaydı: “Dostum, bedeninde hapsedilmiş olup, bedenini istediği gibi yöneten bir ruha sahip olduğunu öğren! Evrene yerleşmiş olan aklın da, her şeyi kendi isteğine göre düzenlemesi gerektir! Senin gözlerin birçok şeyleri kavrayabildiğine göre, Tanrınınki neden tüm evreni kaplayamasın?”
Sokrat’ın Tanrısı, evrenin dışında olan mutlak bir varlık değildir. O birliğini evrenle birlikte tamamlayan, evrenle bir bütünü oluşturabilen bir güçtür. O, âdeta hem cisim, hem de ruh suretinde tecelli eder. Ebedî ve sonsuz olan bu Tanrı bir’dir.
Halk bu büyük adamın savunduğu düşünceleri anlayacak seviye ve ruhta değildi. Hattâ, düşünceleri bazı heykel satıcılarının dahi çıkarına uygun gelmiyordu. Çünkü o manevî bir Tanrıya inanıyordu.
Sokrat’ı düşmanları, onu; dinsizlikle ve gençlerin ahlâkını bozmakla, Atina Tanrılarını inkâr edip, yerine yeni Tanrıları getirmekle, nihayet; Atina’nın tüm geleneksel kurumlarına düşman olmakla suçladıklarında, Sokrat, yetmiş yaşındaydı.
Onu idam ettirmekle demokrasiyi ve halk inançlarını kuvvetlendireceklerini sanan suçlamacılara karşı kendini mahkemede vakur bir şekilde savunmuştur. Tarihe mâlolmuş olan savunmasında; “Eğer siz bana araştırmalarımdan ve felsefe yapmaktan vazgeçmek şartıyla seni beraat ettireceğiz, fakat bu şartın aksini yaparsan öldüreceğiz,” demiş olsaydınız; size tereddüt etmeden derdim ki: Ey Atinalılar, bende tek bir nefes kalıncaya dek felsefe yapmaktan, size daima iyilikler ve öğütler vermekten vaz geçmeyeceğim. Zira siz sadece servetler edinmekten, onur ve itibar kazanmaktan başka bir şey düşünmüyorsunuz! Ruhun gerçeklik ve güzelliği hakkında ne saygı duyuyor, ne de ufacık bir endişe hissediyorsunuz. Bin kez ölmek zorunda kalsam da yolumu hiçbir zaman değiştirmiyeceğim.”
Mahkeme sonucunda Sokrat, baldıran otu içerek bir çeşit intihara mahkûm edildi. Sükûnet ve ciddiyetle dostlarıyla vedalaştı. Çevresindekileri teselli ettikten ve ruhun ebedîliği hakkında bir sohbet yaptıktan sonra zehir çanağını bir hamlede içti. Etrafında ağlayanlara: “İnsan tatlılıkla ölmelidir, ağlamayınız!” dedi...
Böylece, çağının bilgisizlik ve ahlâksızlığına kurban giden Sokrat için, Xenophan, son satır olarak: “Tüm insanların en bilgesi, en doğrusu işte böyle öldü” der (M.Ö. 399).
Sokrat’ın öldürülmesi, heyecanla savunmuş olduğu düşüncelerin daha sür’atle yayılmasına sebep oldu. Onun öldürülmesi; bir yenilgi değil, ahlâk ve idealin bir zaferidir.
 
İBRAHİM PEYGAMBER[46] (M.Ö. 2000-1800 arası):
Âzer adındaki, put yapıp satmakla geçimini sağlayan bir sanatkârın oğludur. O bölgede hüküm süren Nemrut adındaki kötülük ve zulmün simgesi olmuş Babil hükümdarı, kâhinlerinden, tahtını tehlikeye düşürecek olan bir çocuğun doğacağını öğrenmişti. Doğacak bütün çocukların öldürülmesini emrettiği için İbrahim’in annesi gizlenerek bir mağarada doğum yapmıştır.
Hz. İbrahim daha küçük bir çocuk iken Allah’ı düşünmeye başlamış ve bir gece gökte gördüğü çok parlak bir yıldızın Allah olabileceği zannına kapılmıştı. Daha sonra yıldızın gökte kaybolmasıyla hayal kırıklığına uğramış; bu arada karşı tepelerden yükselmekte olan ayı görerek “İşte benim rabbim bu olsa gerek!” diye düşünmeye başlamıştı. Sabaha karşı ayın battığını görünce yine yanlışa düştüğünü anladı. Fakat bu sırada büyük bir aydınlık içersinde yükselen güneşi gördükten sonra “İşte benim Allahım! çünkü hepsinden büyük” diye haykırmıştı. Ne var ki, gün yarıyı geçince onun da “kemali” “zevale” doğru döndü, ışığı ve sıcaklığı azaldı, sonunda kayboldu...
O zaman, Hz. İbrahim yıldıza, aya, güneşe tapmanın; batan şeylere, yaratılmış şeylere tapmak olduğunu anlamış ve yeri, gökleri, her şeyi yaratan bir Allah’a yönelmişti (Kur’ân; sure 6, âyet 75-79).
Daha sonra mabetteki putları kırmış ve onlardan ne iyilik ne de kötülük gelmeyeceğini kavmine göstermişti. Bu olaya çok kızan Nemrut, kendisini yakalatarak yaktırdığı büyük bir ateşe attırmış fakat ateşin Hz. İbrahim’i yakmadığını herkes şaşkınlıklar içersinde seyretmiştir.
Hz. İbrahim kardeşinin oğlu Lut peygamberle Filistin’e gitmiş; orada ondan ayrılarak karısı Sara ve dostlarıyla Mısır topraklarına geçmiş, Firavunun kavmini Allah’ın birliğine ve Hak dinine çağırmıştı. Hz. İbrahim beşeriyete “Tek Tanrı” kavramını getiren ilk peygamberdir. Hanîf dini denen İbrahim dininde olanlar; putlara secde etmeyen, onlara kurban kesmeyen, Allah’ın birliğine inanmış olanlardı ki, Hz. Muhammed’in anası, babası ve ataları da bunlardandı.
İkinci karısı Hacer’den doğan oğlu İsmail’i, “bir oğlu olursa Allah’a kurban etmeyi adadığı için” büyüdükten sonra, kendi rızasını da alarak kurban etmek üzere iken Tanrı, oğlu yerine; o sırada yanlarında beliren koçu kesmesini emretmiştir. Yine Hz. İbrahim; oğlu İsmail ile, Tek Tanrı’lı dinin ilk mabedi olan Kâbe’yi inşa etmiştir.
Hz. İbrahim peygamberlerin en büyüklerindendir. Kur’ânda peygamberlerin derece bakımından bir kısmının, bir kısmından üstün olduğu bildirilmiş (sure 2, âyet 253) (sure 17, âyet 55) üstün tutulan peygamberlerin isimleri ise; Nuh, İbrahim, Musa, İsa olarak zikredilmiştir (sure 42, âyet 13) (sure 33, âyet 7). Hz. Muhammed’in ise âlemlere rahmet olarak gönderildiği (sure 21, âyet 107) ondan sonra bir bir başka peygamber daha gelmeyeceği (sure 33, âyet 40) bildirilmiştir.
 
KÂBE[47]: İbrahim peygamberin kendi eliyle inşa ettiği Kâbe, Tek Tanrı’lı dinlerin ilk mabedidir. Daha sonra Kâbe’nin kutsallığı bütün Arabistan’a öylesine yayıldı ki Tek Tanrı’ya inanmayanlar bile orayı ziyarete geliyorlardı. Zamanla bunlar kendi tapındıkları tanrıların heykellerini de Kâbe’nin çevresine dizmeye başladılar ve İslâmiyet öncesinde Kâbe civarında 360 put birikmişti.
Mekke’de bulunan Kâbe, 11 m. eninde, 12 m. boyunda ve 13 m. yükseklikte dörtköşe küçük taş bir binadır. Hz. Muhammed Kâbe’yi putlardan temizledikten sonra burayı müslümanlara “kıble” olarak göstermiş, çok eskiden kalma olan Kâbe’yi ziyaret geleneğini korumuştur; buna hac denir.
Kâbe, Müslümanlığın da kutsal bir sembol olarak kabul edip etrafında gönül birliği ettiği bir merkezdir. İslâmın beş şartından biri olan hacca gidiş; belirli bir günde bu merkez etrafında bütün müslümanların Allah için toplanıp aşkla, sevgiyle âdeta tek bir vücut halinde kaynaşmalarıdır. İnsanı ben’likten biz’liğe, “bir olunduğu” duygusuna varmaya doğru götüren bir ziyarettir.
Fakat maalesef hac ziyaretinin bu aslî yönü çok kimse tarafından hissedilmemiş bir gerçektir. Dolayısiyle Kâbe binası ve haccın şekilsel yönüne önem verilmiştir. Manevî olanın, maddede, şekilde oluşu zannı ise “putlaştırma”dır.
Mevlânâ;
“Kâbe bir putun mahallesi.. Ey Tanrı! bu nasıl puttur?..” demekte; (Ariflerin Menkıbeleri; Prof. Tahsin Yazıcı; Hürriyet Yayınları 1973, cilt I, sayfa 304, 3/200) ve:
“Ey hacca gidenler, nereye gidiyorsunuz, nereye?.. Sevgili burada, gelin, buraya gelin. Çöllerde ne gezersiniz ki?.. Rabbin sûretsiz sûretini gördüyseniz hacı da sizsiniz, Kâbe de, Kâbe’nin sahibi de.. Kaç defadır kalkıp o eve gittiniz. Bir kerecik de kalkın gönül evine gelin..” (Mevlânâ Celâleddin; Abdülbâki Gölpınarlı, İnkılap Kitabevi 1959, sayfa 201.) diye seslenerek insanları sûretten, maddeden; gönüle, mânaya çağırmaktadır. Yine Mesnevî’sinde şu hikâyeyi anlatır:
“Tanrı rahmet etsin Bâyezîd hacca gidiyordu. Âdetiydi, hangi şehre varırsa önce şeyhleri ziyaret ederdi. Bir şehre vardı, orda ki büyük bir şeyhi ziyarete gitti. Şeyh Bâyezîd’in hacca gittiğini öğrenince zahmet etme dedi, etrafımda yedi kere dön, kemerindeki paraları da ver bana, yürü, git memleketine. Ey Bâyezîd, Kâbe Tanrı evidir amma şu gönlüm de Tanrı evi. Yalnız hamd olsun o evin ve bu evin Tanrısına, o ev kurulalı Tanrı içine hiç girmedi. Halbuki bu ev yapıldığı günden beri Tanrı bu evden hiç çıkmadı..” (Mesnevî, Veled İzbudak; Devlet Kitapları 1966, cilt II beyit 2219-2251) (Mevlânâ Celâleddin; Abd. Gölp. 1959, sayfa 57, III. Baskı, İnkılâp Kitabevi, İstanbul).
 
MUTLAK KAVRAMI HAKKINDA[48]:
Beşerî idrakle, Mutlak hakkında bir şeyler söylemek icab ederse her şeyden önce, Onun hiçbir şeyle, hiçbir tarzda ve yolda nisbet ve kıyas kabul etmediğini; Ona hiçbir kıymet takdirinin mümkün olamayacağını düşünmek ve kabul etmek lâzım gelir. Bu düşünce üzerinde durdukça insanın duygularında bir belirginleşme baş gösterir.
Kıyas ve nisbet olunmak veya olunmamak ne demektir? Kendi dışındakilerle nisbet ve kıyas kabul etmenin, bir insan düşüncesiyle bulunabilen kıstaslarından bazılarını zikredeceğiz.
Birincisi: Nisbet kabul eden, nisbî olan her şey bir sıfat taşıma eksikliğindedir.
Yani o şey, muhakkak birbirine göre derecelenmiş farklarla ayrılan bir takım özelliklerden ya biri ile, veya öteki ile vasıflanmaya mahkûmdur. Meselâ bir taş parçası nisbîdir. Zira onda büyüklüğe nisbeten küçüklük, beyazlığa nisbeten siyahlık yumuşaklığa nisbeten sertlik.. gibi birbirine kıyasla kıymet kazanan sayısız özellikler mevcuttur.
Keza bir insan dediğimiz zaman; yaşlılık, gençlik, basitlik, olgunluk, güzellik, çirkinlik, akıllılık, budalalık gibi birbirine nisbet edilen sayısız vasıflar onda vardır. Böylece kemâl, irade, kudret, bilgi, tahayyül, sevgi.. gibi bütün manevî kavramlar da nisbîdirler. Çünkü bunlar da birbirine nazaran değişen derece farklarıyla kıyaslanırlar. Yani azlık, çokluk, basitlik, mükemmellik, yükseklik, alçaklık, şu veya bu gibi bir süre nüanslar ve farklarla birbirinden ayrılan özelliklerine göre bunlar kıymetlenirler.
İkincisi: Nisbî olan her şey zıddı ile veya benzerleriyle kıymet kazanır. Meselâ; kâinatta aynı tondaki kırmızı renkten başka hiçbir renk olmasa; yani bütün kâinat baştan başa muayyen bir tondaki kırmızı renkle boyanmış olsa, ortada renk kavramı diye bir şey kalmaz; keza dünyada fenalık diye hiçbir şey olmasa, yani iyilik kavramı ile kıyas edilecek zıt veya benzer başka bir kavram kalmasa, ortada iyilik diye de bir kavram kalmamış olur. Bunun gibi; birbirinden farklı kemal dereceleri mevcut olmasa, kemal ve tekâmül kavramları da ortada kalmaz. Madem ki bir renk, bir iyilik, bir kemal kavramı vardır; o halde bunlar nisbîdirler.. Daha doğrusu bunların kıymetlerinin anlaşılabilmeleri, ancak bu nisbî durumlarıyle kabildir.
Üçüncüsü: Nisbî olan her hâdise, her şey, her varlık, kendisine nisbet olunan ve kendisiyle kıyas kabul eden diğer hâdiseler, varlıklar ve objelerle kıymetlenir ve hususiyet kazanır. Meselâ bir bulut, ancak suya, havaya ve diğer binlerce şeye nisbetle buluttur. Yani onun bulutluk özelliğini biz ancak diğer varlıkların ve eşyanın özellikleri karşısında kıymetlendirebiliriz. Eğer bütün kâinat ve her şey buluttan ibaret olsaydı bulutun idrak edilebilecek hiçbir özelliği kalmazdı. O halde özelliği olan, sıfatlanan her hâdise, her şey, her varlık nisbîdir.
Dördüncüsü: Nisbî olan her şey, her hâdise, her varlık başka bir şeyde, bir hâdisede, bir varlıkta mevcut özelliklerin bir çoğunun kendisinde bulunmayışı eksikliğindedir. Meselâ: insan dediğimiz zaman, taşta olan bir takım özellikler: tam bir atalet, hissizlik, idraksizlik.. halleri onda yoktur. Keza gül ağacında olan yapraklar ve çiçekler de onda yoktur. Nihayet, kedide olan biçim ve şekilden de mahrumdur. Hattâ diğer insanlarda mevcut zekâ, ahmaklık, cesaret ve korkaklık gibi ruh halleri veyahut beden şekilleri ve biçimleri de kendisinde aynı derecede ve tarzda bulunmaz. Ve hattâ bizzat kendinin muhtelif zamanlardaki ruhî ve cismanî halleri bile birbirine uymaz. Demek ki, nisbî olan hiçbir şey kusurdan ve eksiklikten âzâde değildir.
Beşincisi: Nisbî olan her şey, başka bir şeyde mevcut olan özelliklerin, kendisiyle kıyası mümkün bir veya birkaçına maliktir. Meselâ, taş serttir; demir de serttir. İnsan canlıdır; hayvan da canlıdır. İrade kuvvetlidir; hafıza da kuvvetlidir. Şu halde nisbî olan her şeyin, mutlaka, bir veya birkaç cepheden kendisi dışındaki şeylerden bir çoğuna benzeyen tarafları vardır.
Altıncısı: Nisbî olan her hâdise, her şey, her varlık, diğer hâdiselerin, şeylerin ve varlıkların; kendisi üzerinde az çok bir değişiklik husule getiren etkilerinden kurtulamaz. Bu değişiklikler doğrudan doğruya olsun veya vasıtalı olsun, muhakkak husule gelir. Zira değişme ile bir arada olan etkilenme hali, nisbîliğin bir icabıdır. Meselâ, bir taş parçası zamanla rüzgârların veya suların etkisi altında yontulur, şeklini değiştirir veya erir gider. Bir insan ruhu, ne kadar yüksek ve kâmil olursa olsun, etrafında bulunan birçok insanların, varlıkların ve hâdiselerin etkisi altında bilerek veya bilmeyerek kalır. Ve bu etkilerin şekillerine, derecelerine göre, onun varlığında zamanla birtakım değişmeler olur.
Dünyalar birbirine etki eder ve birbiri üzerinde bir sürü değişmeler meydana getirir. Atomlar birbirine etki eder ve bir takım tezahürlere sebep olur.
Şu halde nisbî hiçbir şey yoktur ki, kendisine etki eden ve bu etkinin sonucunda kendi varlığında değişmeler meydana getiren başka bir şeyin etkisinden âzâde kalabilsin.
Yedincisi: Nisbî olan her şeyin, her hâdisenin ve her varlığın mevcudiyeti, ancak yokluk fikrine nazaran varlık kıymetini kazanır. Yani herhangi bir şeyin var olması, yokluğuna nisbetledir. O şey, var olabildiği gibi yok da olabilir. Elimde tuttuğum şu kalem var derken, onun elimde olmaması imkânı da bu varlık kavramında gizilce bulunmaktadır. Şu halde, varlık yokluğa nazaran, yokluk da varlığa nazaran kıymet kazanan iki kavramdır. “Var” başka türlü düşünülemez. Eğer kâinatta yokluk kavramı zihinlerde mevcut olmasaydı varlık kavramı da bahis mevzuu olamazdı. O halde nisbî olan her şey; kendi hakkında, varlık ve yokluk kavramlarının çarpışmalarına hedef olmaktan kurtulamayan bir imkân sembolüdür.
Ve nihayet: Nisbî olan her şey değişmeye mahkûm kılınmıştır. Yani onun hiçbir zaman ebediyen aynı halde kalacağı düşünülemez. Bizim için hiç değişmez gibi görünen bazı şeylerin de bu görünüşleri, sadece görünüşte, öyledir. Kâinatta hareket mevcut oldukça ve hareketler birbirlerinin tesirlerinden âzâde kalmadıkça kâinat eczasının değişmezliği bahis mevzuu olamaz. Esasen kâinat bir bakımdan da bir hâdiseler karmaşasıdır (Complex’idir) ki, bu hâdiseler ancak bütün var olanları hareketleriyle mümkün olan karşılıklı tesirlerine ve alış verişlerine bağlı bir niteliktir. Ve bu da kâinatta “sebep-netice” prensibi gibi muazzam bir kanun gereğidir. Şu halde nisbî olan hiçbir şey, bu “sebep-netice” prensibinin kapsamı dışına çıkarak ebedî bir değişmezlik hali gösteremez. Zaman değişir, mekân değişir, hâdiseler değişir, kâinat değişir, her şey değişir, her şey nisbîdir.
Bu düşüncelerden sonra karşımıza şöyle bir sual dikiliyor; şimdiye kadar söylediğimiz “eksiklikleri” acaba Mutlak hakkında düşünebilir miyiz?.. Bunlardan bir tanesini bile Mutlak hakkında düşünmek, onun nisbîliğini kabul etmek, Mutlaklığını inkâr etmek olur. O halde:
Mutlak hiçbir sıfatla eksikli değildir. Dolayısıyla onda beyazlık, siyahlık, yaşlılık, gençlik, kemal, kemalsizlik gibi hiçbir sıfat bahis mevzuu edilemez.
Mutlak, hiçbir şeyle aynılık, benzerlik ve zıtlık kabul etmez. Böylece onun karşısında bir önem derecesi kazanabilecek hiçbir kıymet, hiçbir mevzu düşünülemez.
Mutlak, noksanlık veya tamamlık kavramlarından tamamen arınmıştır. Zira noksanlık ve tamamlığı dahi o var etmiştir.
Mutlak hakkında nisbeti ve kıyası bahis mevzuu olmayan hiçbir etkenin, onun üzerindeki herhangi bir etkisi de düşünülemez. Zira, bütün etki ve bu etkilerin etkenleri, onun emirlerini taşıyan kanunlarının hâkimiyeti altındadır.
Mutlak hakkında değişmek, başka türlü olmak, yükselmek, alçalmak ve tekâmül etmek gibi kavramların hiçbirisi düşünülemez ve bahis mevzuu edilemez.
Buraya gelince; bazılarının aklına şöyle bir fikir gelebilir: Peki ama, Mutlak hakkındaki bu düşünceden sonra onun varlığına dair söylenebilecek hiçbir söz, düşünülebilecek hiçbir kavram ve mevzu kalmıyor. Böyle şey olur mu?.. Elbette olur ya! Ve elbette öyle olacak! Onun içindir ki, Mutlağın varlığı hakkında insan ruhundan yükselebilecek en kusursuz söz, ona karşı duyulan sonsuz hayraniyet duygusu içine dalarak susmaktır deriz.
İşte kısır bir insan ağzıyla Mutlak hakkında söylenebilecek bir kelâm, onun anlaşılamaz varlığının sonsuzda birini bile izaha yetmeyecek kadar böyle sıfır derecesinde küçük ve sönük kalır. Ne yapalım!.. Belki bu sözlerden de bazı şeyler anlayacaklar veya hiçbir şey anlamayacaklar bulunabilir ve elbette bulunacaktır. Esasen o yüce Mutlağı anladım diyebilen kim olmuş ki, onun hakkında âciz bir insan ağızıyla söylenebilmiş bu kadar küçük bir sözden dahi hiçbir şey anlamayacaklar bulunmuş olmasın!..
 
ALBERT EINSTEIN[49] (1879-1955): Bugün birçok yüksek tahsilli kimse için dahi “sürrealist bir matematikçi” olarak tanınan Albert Einstein, aslında “insanın gerçeği anlama yolundaki mücadelesinde, son derece mühim bazı kanunlar bulan bir bilgin”dir.
Einstein insanın gerçeği yalnız duyuları vasıtasiyle belirlemede ısrarı yüzünden ortaya çıkmış olan engeli aşmıştır. İzafiyet Teorisi ile Einstein; uzay, zaman, gravitasyon (cazibe) kavramlarımızı, doğrudan doğruya algılayamıyacağımız kadar uzak ve geniş gerçekleri şekillendirmiş.. Kuantum Teorisi ile ise; atom, madde ve enerjinin temel birimleri ile algılayamıyacağımız kadar küçük olan gerçekleri şekillendirmiştir.
Bu iki büyük bilim sisteminin birbirinden tamamiyle ayrı ve bağıntısız temeller üzerinde olmadığı görüşünde olan Einstein; ağır ağır seyreden, yıldızların tâbi olduğu gravitasyon kanunu’nun şiddetle uçuşan elektronların bağlı olduğu elektromanyetizm’in bir etkisi olduğunu ispat ederek; makrokozmos ile mikrokozmos arasında ortak ve geçerli tek bir kanun ortaya koymak ve kâinattaki bütün hareket şekillerini bir tek formüle indirgemek üzere çalıştığı “Birleşik Alan Teorisi”ni ölümü ile bir sonuca bağlayamamıştır. Ancak bu çalışmaları, ilmî düşüncenin günümüze kadar eriştiği en yüksek noktası olarak kabul edilmektedir.
Einstein, bilimin insanlar için ehemmiyetini şu sözlerle ifade etmiştir:
“Halkın, ilmî araştırmalar yolundaki gayretleri ve elde edilen sonuçları, şuurla ve akıllıca benimsemek imkânını bulması çok mühimdir. Sonuçların, yalnız birkaç mütehassıs tarafından bilinip geliştirilmesi kâfi değildir. Her yönüyle bilgi, mahdut bir zümrenin tekelinde kaldıkça halkın düşünme gücü körelir; bu da manevî kısırlığa sebep olur.”
Maddenin “ne” olduğunu bilim dünyasına tanıtan Einstein; önce “kütlenin hız ile arttığı” gerçeğini formüle etmiş, “kinetik enerji kazanmak” demek olan hız artmasının kütleyi arttırışını; “enerjinin kütlesi vardır!” şeklinde ifade etmiştir.
İzafilik prensibinden önce, bilim adamları, kâinatın madde ve enerji olarak iki ayrı unsur ihtiva ettiğini düşünmüşlerdi. Madde; âtıl, dokunulur ve kütle denen özellliği olan bir unsurdu. Enerji de; faal, görünmez ve kütlesi olmayan bir unsur... Einstein, kütle ile enerjinin aynı olduğunu göstermiştir. Kütle (yani madde) denen özellik, sadece teksif edilmiş enerjidir. Yani madde enerjidir, enerji de madde; aralarındaki ayırma da sadece geçici durumları ile ilgilidir.
Postülat’ları[50] ne zaman denenmiş ise sağlamlıkları daima ispatlanmış olan Einstein, aynı zamanda çok iyi keman çalan bir müzik meraklısıydı. Fizikî gerçeklerin altındaki esrara sırt çeviren birçok bilim adamına karşılık Einstein şöyle demiştir:
“Duyabileceğimiz en güzel ve en derin heyecan, mistik olan şeylerin duyumudur. Bu, gerçek bilimin tohumudur. Bu heyecanın yabancısı olan bir kimse, yani; artık hayranlık duyamaz, huşu içinde vecde gelemez olmuş bir kimse, ruhen ölmüş demektir. Bizim nüfuz edemediğimiz şeyin gerçekte mevcut olduğunu bilmek ve bunun en yüksek bilgelik, en parlak güzellik halinde tezahürlerinin, donuk melekelerimiz vasıtasiyle ancak en kaba şekillerini kavrayabildiğimizi anlamak ve hissetmek; gerçek dinliliğin temelidir.”
 
Dr. BEDRİ RUHSELMAN[51] (1898-1960):
Dr. Bedri Ruhselman 1898 yılında İstanbul’un Fındıklı semtinde doğdu. İlkokula Şems-ül Mekâtip’te başladı ve ortaokula Çanakkale Rüştiyesi’nde devam etti. Küçük yaşlarda müziğe karşı olan ilgi ve yeteneği ile dikkatleri çekti; o sıralarda İstanbul’un en üstad kemanisti olan Braun’dan dersler aldı. Daha sonra Kabataş lisesini bitirerek tıp tahsiline başladı. Fakat san’ata olan sevgisi yüzünden tıbbiyeyi 4. sınıfta terk ederek, adlî tıp hocası Saim Ali beyin desteği ve bir prensesin himayesi sayesinde Çekoslovakya’ya giderek Prag’da konservatuardan sonra devam edilen virtüöz okuluna (Meisterschule) girerek son sınıfın 2. yarısına kadar devam etti. Bu okulda gayet parlak derecelerle ilerleyerek kemanda virtüözlük mertebesine yükseldi.
Kendisini bu tahsilinde himaye eden prensesin malî durumunun bozulması üzerine, cumhuriyet ilânının ilk yıllarında İstanbul’a dönmek mecburiyetinde kaldı ve bir süre okullarda müzik öğretmenliği yaptı. Bu arada yarım kalan tıp tahsiline de devam eden Ruhselman, mezun olduktan sonra Prof. Frank’ın yanında ihtisasını yaparak dahiliye mütehassısı oldu.
Prag’daki öğrenim yılları sırasında tanıştığı bir zattan spiritizma ile ilgili ilk bilgilerini aldı ve bu konuya duyduğu merak, Ruhselman’ı gittikçe artan büyük bir ilgi ile spiritizmayı öğrenmeye zorladı. Böylece tüm hayatının uğraşı olacak olan metapsişik konuların tetkikine teorik olarak başladı. Spiritizmayı Fransızca, Almanca ve İngilizce bilmenin de verdiği imkânla, Allan Kardec, Charles Richet, Gabriel Delanne gibi klâsik spiritizmanın öncüleri olarak bilinen ciddi ilim adamlarının eserlerinden tetkik etti.
İstanbul’a döndükten sonra da araştırmalarına devam eden Ruhselman, spiritizmanın tatbikatına geçerek ilk yüksek bilgileri 1936 yılında musikişinas H. Sadettin Arel’in medyumluğuyla almaya başladı. Bu celselerde kendisini “Üstad” adiyle tanıtan yüksek bir ruh varlığı gayet değerli bilgiler vermiş ve bu irtibat ile, “dört buutlu” olarak vasıflandırılan çok yüksek bir manevî plânın dünya ile doğrudan doğruya ilk defa temas kurduğu bildirilmişti.
Üstad ile başlayan bu yüksek bilgi tedrisatıyla Bedri Ruhselman’ın ilerki bilgi çalışmalarının tsmelleri atılmaya başlandı. 20 celselik bir bilgi irtibatından sonra Üstad’ın “Bu irtibatın devamı, sizin ölçülerinize göre uzunca bir zaman sonra olacaktır” diyerek ayrılmasıyla bilgilerin sentezi için 11 yıllık bir ara verilmiş oldu.
Daha sonra bir yandan spiritüel çalışmalarını sürdüren Ruhselman öte yandan, o güne kadar yaptığı çalışmalarının sentezi olan kitabını yazmaya başladı. Bu arada da 1942 yılında Afganistan’daki bir sanatoryumun başhekimliği görevini kabul ederek Kabil’e gitti. Kitap çalışmalarını Afganistan’da da sürdüren Ruhselman 1946 yılında yurda dönerek üç ciltlik “Ruh ve Kâinat” isimli değerli eserini yayınladı. Bu ve bunu takip edecek olan yayınlarına “Neo-Spiritüalizma” adını vererek bu dalda yeni bir ekol kurdu.
“Ruh ve Kâinat” kitabında bütün ruhî konular ele alınmış, klâsik spiritizmadaki görüşlerle, “Üstad” celselerinin yüksek bilgileri karşılaştırılmış; insan, ruh, ahiret, tekâmül hakkında bilgiler verilmiş, tekrar dünyaya geliş (reenkarnasyon) ilmî izah ve misallerle ortaya konmuştur. Bu eser, memleketimizde bu konuda yayınlanan ilk ilmî ve ciddi eserdir.
Spiritizmanın temel konularını ele alan “Ruh ve Kâinat” kitabının yayınlanması üzerine, bazı kimseler, bu yayın serisine Ruhselman’ın verdiği “Neo-Spiritüalizma” adını yazılarıyla eleştirmeye başladılar ve, hudutları çok geniş olan ve tüm inanç sistemini içine alan “spiritüalizme” adının spiritizmaya verilişini tenkid ettiler. Halbuki Ruhselman, bu eserler dizisinin kendi ölümünden sonra da devam edecek ve spiritizma hudutlarını çok aşacak bir inanç öğretisi halini alacağını; spiritüalizma adı altında toplanmış bulunan bütün din ve inanç sistemlerinin bir sentezi olacak bu öğretiye de ancak, yeni tarz bir spiritüalizma (Neo-Spiritüalizma) denilebileceğini müjdelemekteydi. Nitekim o serinin üçüncü kitabı olan “Allah” isimli eserinin spiritizma ile ilgisi sadece, konuyu tebliğlerle işlemesinde idi; fakat eser Allah konusunu, O’nun yüceliğini, o güne kadar benzeri yazılmamış bir tarzda anlatmakla hiçbir spiritizma kitabına da benzememekteydi.
Hayatının bundan sonraki safhalarında Bedri Ruhselman’ı yoğun bir çalışma içerisinde görmekteyiz. Tatbikî çalışmalarının yanısıra kitaplar yayınlamakta, Ankara ve İstanbul Üniversitelerinde ruhiyat ilmine dair müteaddit konferanslar vermekte, Türkiye’nin ilk metapsişik araştırma cemiyetini[52] kurduktan sonra da aylık “Ruh ve Kâinat” mecmuasını çıkarmaktadır[53].
1951 yılında Stockholm’de yapılan milletlerarası spiritüalizma kongresine sunduğu “Medyomluğun ve Ruhların Dünyamızdakilerle Görüşme ve Münasebetlerinin Neo-Spiritüalizma Görüşü ile İlmî İzahı” konulu 61 sayfalık rapor ile[54], kongreye rapor vererek iştirak eden 15 milletin bayrağı arasında Türk bayrağı da yer almıştı. Rapor, dünya spiritizma merkezlerine dağılmış ve yankılar uyandırmış olup, kendisine Londra’dan, Milletlerarası Spiritüalizma Federasyonu Başkanı P.J. Hitchcock’tan “hayranlık dolu tebriklerini” ileten mektup gelmiştir.
Spiritizma kaynaklı çalışmalarının, hayatının biricik gayesi ve yegâne vazifesi olduğu idrak ve bilincine o kadar varmıştı ki, hayatta her konu, onun bu kutsal vazifesinin gerisinde kalmıştır. Ne meslekî mevki kaygusu, ne de maddî refah duygusu onu asla ilgilendirmemiş, hattâ çalışmalarının gereği olarak, evlenip yuva dahi kuramamıştır.
1953 Eylül’ünde ‘Ruh ye Kâinat’ mecmuasının 12. sayısında çalışmalarının vardığı noktayı şu cümlelerle ifade etmekteydi:
“... 17-18 sene evvel Üstad adıyle andığımız yüksek varlıktan almış olduğumuz üstün kıymeti haiz tebligatın, dünyada yeni bir realitenin kapılarını açmağa bir hazırlık olduğunu, uzun zamanda kazanabildiğimiz görgü ve tecrübelerden sonra anladık. O bir başlangıçtı. O zamana kadar geçen müddet zarfında araya bir sürü diğer kıymetli ruh dostlarımızın tebligatı karıştı. Ve bunların her biri, gene hazırlanmakta olan ve ilk kapısının anahtarı Üstad tarafından verilmiş bulunan büyük realitenin yavaş yavaş iptidaî malzemelerini hazırlamak vazifesini gördüler. Bu malzemenin bir kısmını, neşretmiş olduğumuz kitaplarla yayınlamayı, biz de kendi üzerimize düşen bir vazife telâkkî ederek memleketimize ve bütün insanlığa karşı olan bu büyük borcumuzu ödemeğe çalıştık. Fakat vazifemiz bitmedi ve borcumuzun en son ve en temelli kısımlarını henüz ödemedik.
... Mütemadi çalışmalarımız ve buna mukabil yukarlardan, zamanla kıymetleri birbirine nazaran artarak gelen tebligat ile; dünyamızın bugünkü yüksek tekâmül durumu ile mütenasip, şimdiye kadar hiçbir taraftan dünyamıza verilmemiş büyük ve yepyeni hakikatler verilmeye başlandı. Bu tebligatın sayısı mahdut olacaktır ve son gerçek realiteyi dünyamızdaki vazifelilere vermek gayesine matuf olarak tertiplenmiş bulunmaktadır[55].
İşte biz bu işi artık bu dünya hayatımızın en ileri bir faaliyeti olarak bugün idrak etmiş bulunuyoruz. 1936’da başlanmış bir Neo-Spiritüalizma realitesinin Üstad tarafından verilen anahtarlarıyle açılmış kapılarının ardında bu kadar uzun süren ve herbiri ayrı fikir ve duygu zenginliği içinde devamlı, programlı ve birbirini tamamlayıcı, birbirine bağlı tebligat; muhitimizde gayesine varmış, vazifesini görmüş ve beklenilen neticenin tahakkuku eşiğine bizi ulaştırmıştır.
Son aylardaki mesaimizde ikinci bir üstad plânının, büyük bir fikir ve bilgi aydınlığı içinde vermekte olduğu tebligat, dünyamız anlayış ve kavrayış ihtiyacına asırlarca yetecek en esaslı ve gerçek realiteleri üzerinde toplamış bulunmaktadır...”
Kadri, Akın, Mustafa Molla, Şihap, Kemal Yolcusu (Kemal Yolu) (Rehberleri) isimleriyle kendilerini tanıtan yüksek bedensiz varlıkların vermiş oldukları bilgilerle gelinen bu noktadan sonra araya 1957 yılına kadar üç yıllık bir fasıla daha girdi. Bu arada Bedri Ruhselman geçirdiği kalp rahatsızlığı nedeni ile kurmuş olduğu cemiyetten ayrılarak oradaki çalışmaları yetiştirdiği öğrencilerine devretti.
İnsanlara karşı dolu olduğu hizmet aşkı, onu, geçimini temin ettiği doktorluk hizmeti karşılığında alması gereken parayı bile alamaz hale getirmişti. Maaş karşılığı çalışabileceği ve bilgi çalışmalarına vakit ayırabileceği bir iş aramış ve bu imkânı 1950’lerden itibaren gemi doktorluğunda bulmuştu. Akdeniz’de Marsilya hattında çalışan “Ankara” yolcu gemisinde doktorluk görevinin dışındaki zamanlarında, odasında yoğun bilgi çalışmalarını sürdürdü. Cemiyetten talep ettiği bir arkadaş kadrosunun yardımıyla yaptığı çalışmalarını ise gemisinin her seferi sonunda İstanbul’da kaldığı günlerde yürütmekteydi.
1957 yılının Kasım ayında “Meş’ale” isimli varlığın celseleriyle tekrar bilgi alınmağa başlandı. Bu celseleri ise kendisini “Önder” adıyla tanıtan daha yüksek bir varlığın verdiği bilgiler takip etti. Bu son varlık, bütün bilgilerin toplanmasına, mânalandırılmasına imkân hazırlamıştır. Ve o zaman, dünyaya böyle aralıklarla verilen bilgilerin tam bir nizam ve tertip içinde olduğu, Ruhselman’ın ise ilâhî bir vazifeye hazırlandığı daha iyi anlaşılmıştır.
Kalp rahatsızlığı zaman zaman doktorluk görevini yapmasına engel teşkil etmeye başlamış, 1958 yılı ortalarından sonra ise Ruhselman bu görevini tamamiyle bırakmak mecburiyetinde kalmıştır. Tam bu tarihlerde de kendisine “Önder” isimli varlığın denetimi altında bir kitap yazdırılmaya başlanmıştı. 78 ay süren bu çalışma 1959 Ağustos’unda son buldu. Ömrünün son yılı içersinde; o güne kadar verilen tüm bilgilerin vardığı en yüksek realitede yapılan bu çalışmada, Ruhselman’ın şahsiyeti vazifesinin atmosferi içinde eriyerek, o yüksek bilgilerin derleyicisi ve nakledicisi olan vazifeli âdeta bir medyom olarak hizmet görmüştür.
İşte bu şartlar içerisinde hazırlanan eser hakkında Dr. Ruhselman, “Hiçbir zaman benim eserim değildir” diye müteaddit defalar dostlarına söylemiştir. Onun dünyaya gelişinin hakikî gayesi ise hayatının son yılı içersinde yaptığı çalışmaları olan bu bilgilerdi. Dünyaya ilâhî plânlardan hediye edilen bu bilgilerin baş vazifelisi olan Ruhselman, vazifesini mükemmel yapan insanların ruh huzuru ve sevinci içindeydi.
O, kendisine öte âlemden bildirilen ölümünü büyük bir saadet içinde bekledi; ölümünü haber veren rüya ve sezgileri sevinçle karşıladı. Ölüm onun için en büyük bir müjde ve en mutlu bir yolculuktu. O yolculuğa, huzur içinde ve dostlarıyla şakalaşarak, onlara cesaret vererek çıktı (18 Şubat 1960).
Dostluk ve arkadaşlığı vazifeden ayırmayı onun kadar iyi bilen insana çok az rastlanırdı. Görev esnasında ne kadar ciddi ve otoriter ise, onun dışında da o kadar yumuşak, esprili ve şakacı bir insandı. Onu ilk önce ikinci tarafı ile tanıyan bir insan diğer yönü ile karşılaşınca şoke olacak kadar şaşırabilirdi. Beraber çalıştığı arkadaşlarının başarısızlıklarında asla mazeret kabul etmez ve kusuru, o kişinin davaya yeterince inanç duymaması, yeterli arzuyla konuya sarılmamasında bulurdu. Başarı konusundaki düşünceleri şöyleydi:
“Herhangi bir konu üzerinde çalışan, mücadele eden kişi; konuya yeterli derecede inanç konsantrasyonu içinde ise ve başarmaya çalıştığı konuda akıl ve gönül bütünlüğünü manevî âlemle uyum haline getirerek başarıyı var gücüyle oradan çağırırsa; manevî âlem onu, bu çağrının dozuna göre başarıya ulaştırır. Aslında başarının da, başarısızlığın da sahibi manevî âlemdir. Başarısızlıktaki yegâne kusur, kişinin inanç ve duygu noksanlığıdır!..”
Ruhselman bu düşüncelerini şu misalle izah ederdi:
“İstanbul’dan Mısır’a götürülüp salıverilen bir güvercin tekrar İstanbul’daki yuvasına geri döner... Bunu nasıl başardığını hiç düşündünüz mü?.. Ne radarı, ne haritası, ne de bilgisi olan bu hayvan; gönlünde dopdolu olan yuva sevgisi ve hasretiyle manevî bir yön çağrısı içindedir; ve manevî âlem de onun bu özlem dolu kanat çırpışlarına gerçek yönde ışık tutar...”
Dr. Bedri Ruhselman’ı ve onun yaptığı büyük vazifeyi dünya, ölümünden sonra daha iyi anlayacaktı! Noterlikte muhafaza altında olan bilgi kitabı ise zamanı gelince insanlığa sunulacaktır.
___________________________________________
 

[41] Bilgi no. 3

[42] erdem: İnsanın karakterindeki iyilik etme, fenalıktan çekinmek, merhametli olmak, doğruluk ve alçak gönüllülük gibi vasıfların genel adı; ahlâk mükemmeliyeti; fazilet.

[43] Sokrat, insanların dünyaya daha birçok kez geleceğine inanmaktadır.
[44] Ruhta gerçekte var olan bilgiye göre.
[45] Tekâmül.
[46] Bilgi no. 5.
[47] Bilgi no. 5.
[48] (Bilgi no. 48) Allah; Bedri Ruhselman 1950, Gayret Kitabevi, İstanbul, sayfa 39.
[49] Bilgi no. 583.
[50] postulat (postülâ): İspatına lüzum görülmeden kabul edilen hakikat; kabulü zarurî olan esas; her şeyden evvel lâzım olan şart.
[51] Bilgi no. 687.
[52] Türkiye Metapsişik Tetkikler ve İlmî Araştırmalar Cemiyeti (1.4.1950).
[53] 18 sayı çıkmıştır.
[54] 1952 yılında “MEDYOMLUK” adıyle Türkçe olarak yayınlanmıştır.
[55] Kitabın 309 numaralı bilgisinin baş kısmında da aynısı bildirilmektedir.