102.
RUH
Ruh; tesir gücü olan, şuurlu, tekâmül edebilen, manevî bir değerdir.
Ruh, tekâmülünün verdiği kudret oranındaki tesir gücü ile maddî ve manevî varlıklara tesir edebilir. Kabiliyetlerini tezahür ettirebilen ve değerlendirebilen bir “bilgiye” sahiptir ki, buna, ruhun “şuuru” denilebilir.
Ruhu maddeden ayıran ve maddeye üstün kılan en mühim iki unsur; şuur ve tesir edebilme vasıflarıdır ki; bu vasıflar, ruhların oluş’tan sahip olmayıp tekâmülle kazandıkları vasıflardır.
Tekâmül etme özelliğinde yaratılmış varlık olan ruh, “idrakli tesir edebilme” ânına gelene kadar Mutlak Kanun esaslarına göre idraksiz olarak tekâmül yollarında ilerler.
Ruhlar için birçok idrak aşamaları vardır. İdraksizlikten ilk idrake geçiş ânı ise “yaşadığını idrak ediş”tir. İdrak, ruhî bir olaydır. Dünya hayatında da idrakin olabilmesi için herhangi bir hâdiseden gelen izlenimlerin duyular vasıtasıyla beyine oradan da ruha yansıması lâzımdır. Çünkü:
Beyinle değil, ruhla idrak edilir.
Ruhun şuurunu geliştirebilmesi için, idrak edebildiği bilgileri değerlendirebilmesi icab eder. Şuur ise, ruhun tüm bilgisine verilen isimdir.
103.
MUTLAKLAR
Tanrı, her yarattığına ve yaratacağına; var ettiği, yarattığı varlıkları vasıta eder.
Her yaratılanın bir yaratanı mevcuttur; fakat bu yaratanlara, o varlıkları yarattıran Tanrıdır. Tanrı, bu ve bunun gibi, yapacağı işlere; mutlaklarını vasıta eder.
104.
MUTLAKLAR
Mutlak Varlık, Tanrının izahı imkânsız kudretinin, idrak edilebilir hal aldıktan sonra aldığı isimdir. O, tatbikatını Mutlak Kanuna göre ve Mutlak Plânı vasıtasiyle yapar. Fakat bu izah, hiçbir zaman Mutlak Varlığı, Mutlak Kanun ve Plânından başka olarak mütalâa etmek için sebep teşkil etmemelidir.
Çünkü, Mutlak Varlığın tezahür edebilmesi; Mutlak Kanuna uygun olarak Mutlak Plânı tatbik etmesi ile, Mutlak Kanunun var oluşu; Mutlak Varlığın, esaslarını ihtiva eden ve “Mutlak Kanuna istinaden hâsıl olmuş” Mutlak Plân’ın tatbikatı olan Nizamı tatbik edişiyle, Mutlak Plân ise ancak Mutlak Varlığın, kudretini Mutlak Kanuna göre tatbik etmesi ile belli olur.
Bu tariften anlaşıldığı gibi, her üçü de ayrı ayrı müşahade edilebildikleri halde birisinin eksikliği, diğerinin tezahür etmesini imkânsızlaştırır. Her üçüne de “cüz’süz kül” denilmesinin sebebi budur. Yine de bu sebeple, her üçü bir arada (yine) “cüz’süz kül” halindedirler.
Bundan evvel “vasıtalı olarak” bildirdiğimiz ve o bilgiyi indirmek için Mutlak Plânda vazife görecek değerlerde bir ruhu[1] vazifelendirdiğimiz bilgide, hepsine kül olarak “Mutlak Plân” denilmiştir.
Hiç şüphesiz ki, mutlakların hepsine birden yukarda izah edilen sebepten dolayı Mutlak Plân da denilebilir. Tanrının tezahürü olan bu değerler, aynı zamanda maddeli hayata Tanrıyı ve onun mevcudiyetini yansıtan değerlerdir. Bu değerler olmasaydı, hiçbir şeyin mevcut olmaması sebebiyle Tanrı tezahür etmiyecekti.
Kâinatlarda, ne kadar küçük olursa olsun, herhangi bir şeyin mevcut olabilmesi için mutlakların kudretinin tezahür etmesi icab eder. Bir başka tarz izahla; var olan her şey mutlakların var oluşunun ispatı ve var oluşlarının sonucudur. Bu kudret var olmasaydı hiçbir şey var olmayacaktı.
Mutlaklara “Tanrının tezahürü” dedik. “Tanrının tezahürü Tanrı mıdır?” sualine cevap ise “hayır”dır. Çünkü mutlaklar, ancak Tanrı tarafından emredilen veya yapılması icab eden şeyleri yapan ve tatbik edenler’dir. Manevî değer olduklarından bunlara, mecazî bir izahla, Tanrının melekleri dahi denebilir. Fakat Tanrı, asla mutlakların kudret ve imkânları ile hudutlandırılamaz. Çünkü mutlaklar, biraz evvel de izah ettiğimiz gibi Tanrının emirlerini tatbik eden, yine Tanrıya ait kudret ve imkânlardır. Bunlar ancak Tanrmın “yap” emrini yapan kudretlerdir. Fakat “yap” emri olmadan hiçbir şey yapamazlar.
İşte; “Tanrı, emirleri ile mutlaklara her şeyi yaptırmış ve yaptıracak olandır” şeklinde tarif olunabilir. Nasıl ki bir bedenin herhangi bir uzvu emir almadan hareket edemezse, Mutlaklar da emir almadan hareket edemezler.
Mutlakların üzerindeki her şeyi yapan ve yaptıran kudret Tanrı’dır. Tanrı kudretini, Tanrının emriyle tatbikat sahasına çıkaran kudret mutlaklardır. Mutlakları Tanrı ile birlikte mütalâa etmeyerek, Ondan ayrı olarak izah yoluna gidilmesinin de sebebi vardır. Çünkü bugüne kadar Tanrı zannedilen Mutlak Varlık, hakikatte Tanrının bir melekesidir[2]. Bu melekenin üzerindeki Tanrı ise, meleke halinde tasavvur edilemiyecek bir kudret ve büyüklüktür. O’nu bir meleke olarak düşünmek ancak, O’nu “Tek Allah prensibi”ne uyan bir idrakle sezebilmekten ileri gelir.
Tanrıya Mutlak Varlık demek O’nu hudutlandırır. O’na “her şeyi halk eder ve yok eder” demek ise yine onun kabiliyetlerini “her şey” ile hudutlandırmak demektir! Çünkü O’nun kabiliyeti, büyüklüğü “her şey”in üzerindedir. “Her şey” tabiri ancak onun melekesi addedilen Mutlak Varlığa uyan bir tabirdir.
O, her şeyi halk edebilme ve yok edebilme kabiliyetlerinin üzerinde hassalara sahiptir. Bunun böyle oluşu ise gayet tabiidir. “Her şey” tabiri, idrak kabiliyetleri ile değişen bir izah tarzıdır. Gelişmemiş bir idrak için “her şey” çok mahduttur; gelişen idrakler ise “her şey” derken çok şeyler düşünebilirler. İşte Tanrının kabiliyetlerinin de “her şey” kelimesi ile hudutlandırılmamasının sebebi budur.
Tanrının kabiliyetleri, en yüksek varlıkların idraklerinin erişebilecekleri “her şey”in çok üzerindedir. Mutlaklar için dahi bu geçerlidir. Tanrı, mutlakları idare eden ve her bakımdan takdiri ve izahı imkânsız değerdir.
105.
ALLAH
Allah, birdir diyerek tahdit edilebilir mi!..
Tek olan Mutlak Kanundur. O, hiç Allah olabilir mi!..
Allaha eskiden niçin “tek” denmiş diyenlere cevap; O’nun tekliğini idrak etmeden “izah edilemez büyüklüğünü” anlatmaya yeltenilebilir mi!..
Tekâmül icabı, her şeyin üzerindeki Allahı idrake bir anda erişilebilir mi!..
O’na “tek’in de üstünde” demekle, O büyüklüğe “izahla” erişilebilir mi!..
Kendisinden başkasının takdire imkân bulamayacağı varlığı, “izahla idrak” ile hudutlandırılabilir mi!..
106.
CANLILAR YAPMAK
“En yüksek kudret”, insana, kendisinden vasıflar vermiştir. Bu lûtfa insanlar “kendilerini beğenmeleri için” mazhar olmamışlardır.
Bir gün gelecek; insanlar, canlıları canlı yapan ortam ve zemini bulacaklar, hattâ canlılar yapacaklardır. Fakat bunu yaptıranın kim olduğunu unutmamalır icab eder.
İnsanlar bilmelidirler ki, her şey Mutlak Kanun esaslarına göre olmaktadır. Her şeyin, her hâdisenin mutlak surette en az bir sebebi mevcuttur. Bu sebep hâsıl olunca veya sun’i olarak hâsıl edilince, o sonuç ortaya çıkar. İşte insanlar tekâmül ettikçe, yeni yeni sonuçlar ortaya çıkaracak, sebepler meydana getirecek ve tekâmül yolunda ilerleyeceklerdir.
107.
ROBOT YARDIMLARIN AZALIŞI
Her yeni buluş, dünva, üzerindeki robot yardımlar’ın eksilme sonnucunu doğurur. Robot değerler, tekâmül kanununa uygun olarak, zamanla yerlerini insan idrakine terk etmektedirler.
108.
İNCELEN MADDE
Maddeler, manevî değerleri arttıkça, maddî görünüş ve maddî mefhumlarla izah edilebilen hallerini kaybederler. Maddenin bu haline misâl olarak radyo yayınlarını gösterebiliriz. Bu yayınların adedi ne olursa olsun birbirlerine karışmadan ve mekân mefhumunun hudutları dışında ufacık bir odada toplanırlar.
109.
SER
Ser zerreciği ekseni etrafında idrak dışı bir hızla dönmesi esnasında kâinatta yaşamakta ve yaşadıkları sürece de denenmekte olan varlıklar için hayatî ehemmiyetteki şuaları yayımlar.
İlk maddî hareketi izaha, ser zerreciklerinin, manevî robot değerlerin kesifleşmesinden hâsıl olduğunu hatırlatmakla başlayacağız. Bu kesifleşme maddenin bulunmadığı bir ortamda cereyan eder. Bu sebeple ona yüksek değerdeki manevî hâdiselerden biridir de diyebiliriz.
Ser zerreciği ilk maddî şuaları yayımlar. Bu şualar, ilk ve en basit olduğu kadar da en kudretli maddî şualardır. Fakat ser zerreciğinden yayımlanan şualar, saf manevî robot değer ve varlıkların yayımladıkları şualardan farklıdırlar. Saf robot değer ve varlıkların yayımladıkları şualar, hiçbir maddî tezahürü olmayan şualardır. Ser zerreciğinin yayımladığı şualar ise yüksek manevî değerdeki “maddî şualar”dır.
Serin yayımladığı bu şualar, onun ekseni etrafında çok yüksek bir hızla dönmesine sebep olur. Bu dönüş, Mutlak Kanun esaslarına göre ve manevî varlıkların manevî tesirleriyle vuku bulur. Zaten tüm maddî hareketlerin ilki olarak kabul edilen bu harekette, diğer kaba maddelerin ve bu maddelerden hâsıl olan tesirlerin rolü olamaz. Çünkü kaba (kesif) maddelerin vücuda gelebilmesi için, daha önceden ser zerresinin mevcut olması gerekir.
Bir ser zerresinin yine kendi yaydığı şuaların tesiri ile dönmesini, ilim ve tekniğin üzerinde durduğu tepki prensibinden faydalanarak izah edelim:
Bir boşluk ve o boşluğun içersinde şualar yayımlayan bir ser zerreciğini düşünelim. Bu ser zerreceği en basit maddedir. Evvelâ o var olduktan sonra ancak diğer mevcut bütün maddeler var olabilirler. Bu sebeple, onu yapayalnız ufacık bir varlık olarak tasavvur edebiliriz.
İşte bu varlık, Mutlak Kanun esaslarına göre çok yüksek manevî değerdeki maddî şualar yayımlamakta, bu yayımladığı şualar da onu kendi ekseni etrafında akıl almaz bir sür’atle döndürmektedir. Buna misal olarak; uzayda bir füzenin hareketini gösterebiliriz. Benzer şekilde, ser zerresi de kendi varlığından başka madde bulunmayan bir ortamda öylece hareket eder.
Tepki prensibinde hareket; hiçbir şeyi itmeden sadece yapılan etkiye zıt yönde oluşan bir tepkiyle olmaktadır. Fakat füzenin hareketi ile ser zerresinin hareketi arasında farklar mevcuttur. Her iki harekette ortak olan ve bizim de belirtmek istediğimiz nokta; her ikisinin de hâsıl olan enerji ile dıştan hiçbir müdahaleye lüzum kalmadan (itmeden, itilmeden) boşlukta hareket edebilme kabiliyetidir. Fakat füzenin belirli bir yönde ilerlemesine karşın, ser zerresi ekseni etrafında dönmektedir. Çünkü füze arka tarafından yaydığı enerjiyle uç istikametine yönelir, ser zerreciği ise Mutlak Kanun esaslarına göre, varlığının çeşitli yerlerinden yayımlanan şualarla ekseni etrafında döner.
Füzede mevcut yakıtın bitmesi, füzeyi hedefine doğru yol almaktan alakoyar, halbuki ser zerreciği daima şualar yayımlayarak ekseni etrafındaki hareketine ara vermeden devam edebilir. Çünkü varlığından eksilen değerleri (yine hareketini sağlayan şualara dönüştüreceği manevî değerleri) varlığına cezbederek karşılar.
Ser zerreciğini, varlığında manevî robot değerleri kesifleştirebilen ve bu kesifleştirdiği değerlerin bir kısmını da madde ihtiva eden şualar halinde yayımlayabilen bir fabrikaya veya transformatöre benzetebiliriz.
Ser zerreceği kesifleşmiş varlığında toplu halde bulunan manevî robot değeri ile, civardaki ince robot değerler üzerinde devamlı olarak tesirler icra eder ve onları kendisine çeker. Bu manevî değerler, daima şualar yayımlamakta olan serin varlığında kesifleşir, kabalaşır ve sonucunda ser zerresinin yayımladığı şualar haline gelerek ser zerresi tarafından yayımlanırlar.
Bir ser zerresi, yayımladığı şua oranında dışarıdan varlığına robot manevî değerler cezbeder. Mükemmel bir fabrika gibi çalışan ser zerreciği, aynı zamanda, manevî robot değerlerle madde kâinatı arasında bir köprü vaziyetindedir. Ona, maddî ve manevî cepheleri olan bir varlık da diyebiliriz.
Bu sebeple de onun, maddî imkânlarla (hiç değilse teorik olarak) izah olunabilen maddî varlığının yanında, bir de madde ölçülerine vurulamayan ve maddî imkânlarla izah olunamayan manevî varlığı mevcuttur. Ser zerreciğinin, manevî değerlerin kabalaşmasından hâsıl olan varlığının büyük bir kısmı “manevî robot değerlik” hassasını kaybetmemiştir. Şua sarfiyatını karşılayan ve daima serin varlığına ilâve olunmakta olan manevî robot değerleri, madde ölçüleri ile izah mümkün değildir.
Ser zerreciklerinin birbirleri ile birleşmelerinden ser çekirdekleri, ser çekirdeklerinin ser zerreciklerini kendilerine çekmelerinden ser sistemleri, ve iki ser sisteminin birbirini cezbetmesinden de esîr zerreleri hâsıl olmaktadır. Dünyanın mensubu bulunduğu güneş sisteminin civarını saran esîrin bu şekilde hâsıl olduğunu izah etmiştik.
Güneş sisteminin civarı tıpkı açık denizlerde olduğu gibi anaforları, dalgaları, akıntıları olan esîr ile doludur. Bu anaforlardan her biri muhitindeki maddeleri ya içeriye çeken, veya fırlatan birer merkezdir. Esîr denizindeki bu kudret merkezlerine esîr anaforları denildiği gibi, ilk atomlar da denilebilir.
Esîr anaforunun esîri çekmek veya fırlatmak için sarf ettiği cazibe kudretine “elektrik”, bu sebeple anafora “elektron”, elektronun hâsıl ettiği gerilime de “mıknatıslık” denir. Elektrikle dolu olan esîr anaforları yani elektronlar, dünyadaki canlı, cansız istisnasız her maddenin esasıdır. Elektronlar ise atom çekirdeklerinin meydana gelmesinde mühim rol oynarlar. Bu çekirdeklerin diğer elektronları kendilerine çekerek hâsıl ettikleri sistemlerle “atom” denilmektedir. Atom sistemlerinde de tıpkı güneş sistemlerinde olduğu gibi bir merkez yıldızı mevcuttur. Buna atom çekirdeği adı verilir. Bu çekirdeğin etrafında elektronlar, tıpkı güneş etrafındaki plânetler gibi sür’atle dönerler.
Esîr sistemlerine göre son derece küçük olan esir zerrecikleri, düşünülmesi imkânsız küçüklüklerine rağmen ser sistemlerinin yanında dev gibidirler. Ser sistemleri ise ser zerrelerinden meydana gelmiştir, fakat biz bu zerreciklerin sadece mevcut olduklarından bahsetmekle yetineceğiz. Çünkü serin maddî küçüklüğünü idrak edebilmeniz şöyle dursun, onu biraz olsun tasavvur edebilmeniz dahi mümkün değildir.
Ser zerreciğinin kâinatların ana maddesi olduğundan daha önce bahsetmiş fakat madde ve benzeri kaba tezahürlerin kabalaşmasının başlangıç noktası olmadığını da söylemiştik. Çünkü robot değerler, sayısız kabalaşma safhaları geçirdikten sonra ancak ser zerresi haline gelebilmektedirler. Görülüyor ki, serden öncesine doğru gidilirse, madde ve benzeri kaba tezahürlerin başlangıcı robot değerlere kadar incelmektedirler.
Bu gittikçe incelme, “hiçlikler” dediğimiz ve sonsuzluklarla dahi ifade edemiyeceğimiz manevî değerleri içeren varlıklar içersinde eriyip gidinceye kadar devam eder. Burada üzerinde durulması icab eden nokta şudur; sonsuzluklara doğru ufalan madde, sayısız ufalma safhalarından sonra, manevî değerini arttıra arttıra daha yüksek manevî değerler istikametine doğru yükselmektedir. Yani madde değerleri, manevî değerlerle ters orantılıdır.
Maddenin küçülerek ve küçülüp inceldikçe de robot manevî değerlerini arttırarak eriştiği yüksek manevî bölgelere hiçlikler demiştik. İşte kâinatlar, bu hiçlik dediğimiz yüksekliklerin içersinde adeta kaybolurcasına ufalırlar ve (mecazî bir benzetişle) tıpkı sonsuz, hudutsuz okyanuslara serpili nohut tanecikleri halini alırlar.
Görülüyor ki madde; ister küçülerek mikrometrik, ister büyüyerek makrometrik istikamette gelişsin, sonucunda yine hiçlik dediğimiz manevî varlıkların sonsuzlukları içersinde kaybolmaktadır. Çünkü dünya, güneş sistemi, birçok güneş sistemleri ihtiva eden uzay adaları (galaksiler) ve içersinde sayısız uzay adalarının hep birlikte uçuşup durdukları kâinat, bu kâinat gibi sayısız birçok kâinatların da makrometrik istikamette büyüyerek ulaşacakları ve bir zerre olarak içersinde kaybolacakları varlık; maddenin küçülerek içersinde eridiği hiçlik dediğimiz varlıktan başka bir şey değildir.
110.
TİTREŞİM
Madde âlemlerinde her şey titreşimler sonucunda hâsıl olurlar.
111.
ŞUA
Şualardan madde ihtiva edenlerin istisnasız hepsi şua bileşikleridir. En basit şua olan ser zerresi şuası, maddî ve manevî özelliği olan bir bileşiktir.
112.
MİKROPLAR
Mikroplar da faydalıdır Faydasız olan hiçbir şey yoktur. Tıpkı tekâmül etmeyen ve tekâmüle yardımcı bulunmayan hiçbir şeyin mevcut olmadığı gibi.
Mikroplardan sakınmak lüzumludur. Fakat mikroplardan ifrat derecede korunmaya uğraşmak da zararlıdır. Çünkü bir vücut herhangi bir hastalığa karşı ancak lüzumlu olan mikrobu doğal yollardan temin edebildiği oranda bağışıklık kazanır.
113.
FAYDALI - ZARARLI
Mikroplar ve virüsler de dahil her şey birbirlerine faydalı olmaları için yaratılmışlardır.
Biz fenalıkların denenmesine müsaade ederiz fakat yapılmasına asla.. Bir adamın diğer bir adamı öldürmesi insanlar için bir sonuç, fakat bizim için sadece bir denemedir. Çünkü bu halde, öldüren imtihanı kaybetmiş durumdadır, ölen ise duruma göre, kaybetmiş değil belki de hakikatte çok şeyler kazanmış vaziyettedir. Bu demek; her öldürülenin kazançlı olduğu mânasına alınmamalıdır.
Bir mikrobu, bir virüsü veya bir insanı zararlı ve fena hale getiren onun esası değil; bu mahlûkları dünyaya intibak ettiren vasıtalara, şuaların yapmış oldukları tesirlerdir.
114.
ŞUALARIN TESİRİ
Her şeyin; hastalıkların, iyiliklerin, fenalıkların, hayatın ve insanın esası, muhtelif menşe’li şualardır.
Esîr zerreciklerinin hâsıl ettikleri esîr şuaları, dünyada önlenemezler. Çünkü esîr dünya kâinatının en basit ve en değerli esasıdır. Esîr şualarını kâinatta hiçbir şey durduramaz.
115.
RUH
Ruh, tesir edebilme özelliğindedir. Fakat bunu, malik bulunduğu şuuru ile elde etmiştir. Tekâmüle sevk olunan bir varlık, madde üzerinde, şuuru ile tesir ve hâkimiyet kurmaya başlamasıyla ruhluk hassasını kazanır. Şuur ise, ruhta şuur haline gelmeden evvel, kendi kendine (otomatik olarak) yetişen ve tekâmül ederek varlığından bizzat ruhu haberdar etmesi ile “şuur” haline dönüşen değerdir[3]. Ruh, şuurunu ancak tecrübelerle yükseltebilir. Ruh hiçbir zaman madde değildir. Sadece tekâmülünün belirli bir kısmını madde ve benzeri vasıtalar aracılığı ile yapar. “Ruh bedende midir?” suali; şimdiye kadar yapılan tariflerden anlaşıldığına göre “bedendedir” şeklinde izah edilebilir. Halbuki ruh, bedende olduğu kadar bedende değildir de!.. Beden, ruhun bağlantı kurduğu perisprinin aracılığı ile meydana gelmiştir. “Mekân mefhumu” içersindeki bu izahlar, ruhu bedenin sınırları içersinde imiş gibi gösterir.
Halbuki ruh, mekân mefhumunun tamamen dışında olan bir varlıktır. Beden üzerinde etkindir fakat bedende olduğu kadar bedende değildir de. Ruh yalnız madde ile irtibata geçerken, gideceği muhitin maddî hayatına uyacak şekilde, madde aracılığı ile tezahür eder.
116.
YENİLİKLER
Görülen bütün yenilikler, ruhî tekâmülün madde üzerindeki tesir ve yansımasından başka bir şey değildir.
117.
MADDE
Madde ihtiva eden şeyler hiçbir zaman eksiksiz olamaz. Maddeli mükemmeliyet asla bulunamaz.
118.
MADDE VE TEKÂMÜLE YARDIMCI
MANEVÎ DEĞERLER
Maddenin esası madde değildir. Madde, tekâmüle yardımcı (robot) manevî değerler’in kabalaşmasından (kesifleşmesinden) hâsıl olmuştur. Madde, tekâmüle sevk edilen manevî değerler’in tekâmüllerinde rol oynayan “robot değerler”in en kesif olanlarından biridir.
Diğer kâinatlarda, madde benzeri robot değerler, maddenin oynamakta olduğu role benzer roller oynarlar.
119.
EN ÜST HİÇLİKLERDEN MADDEYE..
Hiçliklerden bir üstünü, bir alt değerdeki hiçliğin oluşunun âmilidir. Bu sistem, her alt hiçliğin, bir üst hiçliğin tesirinde olduğunu gösterir. En yüksek hiçliklerin tesir sahası ise bütün hiçliklerdir ve onun üzerinde de Mutlak Varlıkla onun Kanun ve Plânı mevcuttur.
Görülüyor ki, ilk madde tezahürlerine kadar vaziyet bu şekilde devam etmekte, ilk madde tezahürlerinden sonra da aynı şekilde devam etmektedir.
En basit madde olarak kabul ettiğimiz ser zerreciği, hakikatte en basit madde değil, sizin en basit madde olarak kabul edeceğiniz değerdir. Bundan hâsıl olan sistemler ve birçok sistemlerden sonra dünya maddelerinin esaslarını teşkil eden atomlar, yüksek değerler halinde birleşerek dünyada mevcut olan varlıkları meydana getirirler.
Bu varlıklar iki şekilde değerlendirilir: O varlıkların madde değerleri ile, manevî değerleri.. Meselâ bir insan, en son birliğin[4] Kanun ve Nizamlarına uygun bir bedene, ve o bedende yine o birliğin Kanun ve Nizamlarına göre tekâmül eden bir ruha maliktir.
120.
PEYGAMBER
Toplumları, toplumlara mensup peygamberlerle irşad[5] devresi Muhammed’le kapanmıştır. Muhammed bu bakımdan son peygamberdir.
Peygamberlere irşad vazifeleri zaman ve şartlara uygun olarak yaptırılmıştır. Artık dünya idraki için ebediyen var olacak peygamber, “ilim” olarak kalacaktır.
İlme tekâmül ve iyilik yolunda hizmet edenler, en güzel ibadeti kendilerine seçenlerdir. Bunlar ilmi geliştirmekle, ilim yolu ile beşeriyete hizmet etmekle, evliyalık mertebesine yükselenlerdir.
121.
İLİM
İlim ebediyen var olacak, idrakle gelişecek ve geliştirecek olan peygamberdir.
122.
İLİM
İlim peygamberdir.
123.
BİLGİ VE ZAMAN MEFHUMU
Verilen bütün bilgiler, madde tesiri altında bulunan insanların tekâmüllerine faydalı olabilmek içindir. Bir de, madde dünyasındaki insanları daha üstün tekâmül devrelerine hazırlayacak bilgiler vardır. O bilgilerden, bilhassa, artık bedenlenerek dünya ve benzeri yerlerde imtihan olmalarına ve denenmelerine lüzum kalmayan kimseler faydanalabilirler.
Hiç şüphesiz ki, o bilgileri de, madde aracılığı ile fakat manevî hayatta tatbik edilebilecek şekilde vereceğiz. Bu tebliğde de o bilgilerin mahiyetinden kısaca bahsedeceğiz.
O bilgiler, madde tesiri ile verilmiş olan ve maddeli dünya hayatında tatbik edilebilecek bilgiler olmadığından maddî sıraya uyulmadan verilecektir. Şunun bilinmesi icab eder ki; bugüne kadar, madde dünyasına izah edilebilmiş tekâmül de yoktur. Tekâmül, bugüne kadar verilen bilgilerde daima zaman mefhumundan istifade edilerek bahsedilen bir bahistir. Çünkü maddeli hayatta “zaman”, her bakımdan mühim rol oynayan, fakat hakikatte aslı olmayan bir tekâmül faktörüdür.
Maddesiz yani bedensiz tekâmül devresini idrak edenler için zamanın mevzu bahis olmadığı bir tekâmül devresi başlar. İşte bunun izahı ve idraki madde dünyasında en zor olan işlerden biridir.
Maddesiz hayata yükselen bir ruh, bütün maddî mefhum ve düşüncelerin üzerine çıkabilmiştir. Onun için artık zaman mefhumunun üzerinde bir tekâmül devresi başlar. O, değerini[6] objektif olarak da idrak edebilir. Eksikliklerini tamamlayabilmek için kendisini geliştirmek yolunu tutar. O, madde ve benzeri tesirlerden uzak bulunduğu için, zaman ile izah edilemiyecek ve “mesafe” denilemiyecek uzaklıklara, hareket etmeden ulaşabilir. Almış olduğu vazifeleri, üzerindeki yükler eksildiği, tesirler kalktığı için, mükâfat telâkki eder[7] ve yorulmadan yapar.
Ruhlar için yorulmak da mevzu bahis değildir. Çünkü onlar ne yorulur ne de dinlenme ihtiyacı hissederler. Onlar artık, zaman ölçüsü ile tahdit edilemiyen manevî haz içersinde vazifelerini görürler.
Gittikçe artan değerlerine karşılık daha büyük vazifelerle mükâfatlandırılırlar. Bu mükâfatları da hiçbir zaman madde dünyasında izaha imkân yoktur. Çünkü dünyada bu kabil yüksek değerli manevî vazifelerin izahına yarayan hiçbir maddeli istinadgâh[8] yoktur.
124.
TEKÂMÜL
Dünyada tekâmülü zaman mefhumunun dışına çıkarak ne anlamak, ne de anlatmak mümkündür. Bu sebeple tekâmül, zaman mefhumu çerçevesi içersinde ve mecazî olarak izah edilebilmektedir.
Bu hal, sırf maddeli hayatın sınırlandırmalarından hâsıl olmaktadır. Hakikatte ruhî tekâmülün zaman mefhumu ile pek az bir alâkası vardır. Bu zerre kadar olan alâka da tekâmülün madde aracılığı ile olan kısmına aittir. Ruhî tekâmül, herhangi bir mefhumla sınırlandırılamıyacak değerdedir.
125.
TEKÂMÜL
Tekâmül Tanrının tezahürüdür. Tekâmülü inkâr, Tanrıyı inkârdır.
126.
RUH VE TEKÂMÜL
Tekâmüldeki bütün manevî varlıklara kısaca “ruhlar” denilmesine rağmen, gerçekte hiç de böyle değildir. Çünkü varlıkların ruh haline gelebilmeleri için birçok tekâmül merhalelerini aşmaları icab etmektedir. Ruhlar, tekâmüle sevk edilen manevî değerlerden ruhluk mertebesine erişenlerdir.
Tekâmül etmekte olan varlıklar sadece ruh olarak, insan olmak üzere dünyaya inmezler. İnsan olarak dünyaya inenler, tekâmül yolunda birçok merhaleler kat edebilmiş, idraklerini geliştirerek “insanlık” seviyesine erişebilmiş ruhlardır.
Tekâmüle sevk olunan varlıklar var oluşlarını müteakip, değersizlikler halinde ve robot değerlerle birlikte menşe’den “manevî mesafe”lere uzaklaştırılmışlardır. En son ulaşılan manevî uzaklıklardan tekrar menşe’e yönelmeleri ile tekâmüllerine başlayan varlıkların tekâmüllerini başlıca;
a – Vasıtalı tekâmül
b – Vasıtasız tekâmül
olmak üzere iki kısma ayırarak izah edeceğiz.
a. Vasıtalı Tekâmül:
Vasıtalı tekâmülün birçok safhaları vardır, bunlardan ilkleri, tekâmüle sevk edilen varlıkların, robot değerlerin tam hâkimiyetleri altında geçirdikleri tekâmül merhaleleridir.
Başlangıçta, tekâmüle sevk olunan varlıklar, tamamen değersiz vaziyette ve mensup bulundukları madde ve benzeri robot varlıkların hâkimiyetleri altında, adeta onların varlıklarında erimiş bir halde bulunurlar.
Dünyada tekâmülün ilk merhalelerindeki varlıklar tamamen madde hâkimiyetinde ve madde halindedirler. Tekâmülün bu devrelerinde onları madde dediğimiz robot varlıklardan ayırmaya imkân yoktur. Dünyadan başka diğer tekâmül okullarında maddeye benzemeyen robot değerlerle bağlı bulunan varlıklar da, tıpkı dünyadakiler gibi mensup bulundukları robot değerlerden ayırdedilemezler.
İlk tekâmül safhalarını takiben varlıklar, otomatik olarak, mensup bulundukları madde ve maddeye benzer robot değerler üzerinde tesirler icra etmeye başlarlar. Bu tesirlerle madde üzerinde değişiklikler husule getirebilirler.
Bunu takip eden devrelerde ise varlıklar, mensubu bulundukları maddeler üzerindeki tesirlerini yavaş yavaş arttırırlar ve bu tekâmül merhalelerini ilk canlılık devreleri takip eder.
1. Cansızdan Canlıya Geçiş:
Tekâmüle sevk edilen varlıklar robot değerlerin yardımları ile tekâmüllerine en uygun maddelerle temasa geçerek bu maddeler üzerinde tesirler icra edebilirler. Tekâmüle sevk olunan varlıkların belirli maddeler üzerine şualar halinde gönderdikleri tesirler, cansız maddeleri canlı haline geçirirler.
İlk canlılar, canlı veya cansız, bitki veya hayvan oldukları ayırdedilemiyecek kadar küçük ve basit olmalarına rağmen birçok yüksek hayat sırları ihtiva etmektedirler.
2. Tekâmül Eden Varlıkların Bitki Haline Geçişleri:
Tekâmüle sevk edilen varlıklarda ilk canlılık belirtileri bitki olduktan sonra gözlenebilmektedir. Fakat en basitinden en tekâmül etmişine kadar tüm bitkilerde şahsiyet yoktur. Ancak tesir edebilme özelliklerini idrakleri ile değerlendirebilen varlıklar şahsiyet sahibidirler. Mevcut bütün varlıklarda olduğu gibi bitkilerde de tesir edebilme hassaları vardır. Fakat onlar tesir edebilme hassalarını idrakleri ile değerlendirerek, tesirlerini yönlendirebilecek seviyeye erişmemişlerdir.
Bitkiler, Mutlak Kanun esaslarına göre robot varlıkların himayelerinde tekâmüllerine devam ederler. Buna; bitkilerle irtibatta olarak tekâmül etmekte olan varlıkların, Mutlak Kanun esaslarına göre robot varlıkların himayesindeki tekâmülleri de denebilir. Yani gaye, bitki bünyelerinin gelişerek tekâmül etmesi değil, o bünyelerden istifade eden varlıkların tekâmülleridir.
İşte bu sebeple varlıklar, robot değerlerin (robot varlıkların) aracılığı ile, tekâmül seviyelerine uygun bitki bünyeleri ile irtibat kurar ve tekâmül yollarında ilerlerler.
3. Bitkiden Hayvana Geçiş:
Ruh olmaya namzet varlıklar, dünyadaki bitki bünyelerinde geçirmiş oldukları tekâmül safhalarından sonra, bitki ve hayvan arası varlıklarda tekâmüllerine devam ederler. Bu türden varlıklar, dünya ve diğer tekâmül yerlerinde mevcutturlar.
Hayvanlarla bitkileri birbirlerinden ayıran en büyük fark; hayvanlarda “irade”nin[9] belirmeye başlamasıdır. Bitkilerde “can”, hayvanlarda “irade” ve “idrak” vardır.
Çünkü onlar yaşadıklarını bilir ve bir şeyler isteyebilirler[10].
Hayvanlar, tekâmüllerine bitkiler gibi tam mânası ile robot varlıkların himayesinde devam etmezler. Onlar malik oldukları irade oranında hürdürler. Bitkilerle hayvanlar arasındaki en büyük farklardan birisi de; bitkilerde tekâmül eden varlıklar, bedenlerini terk ettikten yani öldürdükten sonra ahirete idraksizce uğrayıp, tekrar bitki olarak bedenlenirler. Buna karşılık, hayvanlık safhasındaki varlıklar, ölümden sonra ahirete giderek bir sonraki hayatlarının plânlı hazırlıklarını robot değerlerin himayeleri altında yaparlar. Hayvanların dış görünüşlerinin ruhî seviyeleri ve olgunlukları ile alâkası vardır.
Tekâmüldeki her varlık, olgunluğu ile uygun bir kalıba veya şekle bürünmek için dünya ve benzeri tekâmül okullarından birine iner. Tekâmüldeki varlıkların bürünebilecekleri o kadar çok kalıp vardır ki, bunların haricinde bir kalıp veya şekil düşünebilmek imkânsızdır. Fakat sizler dünyanızda bu kalıpların hepsini göremezsiniz. Çünkü bunlar, her biri bir imtihan yeri olan sayısız dünyalara dağılmışlardır.
Tekâmüle sevk olunan varlıklar istedikleri yere inemezler. Onlar ancak tekâmüllerine en uygun yerlere inebilir ve oralardaki en uygun kalıplara bürünebilirler.
4. Hayvandan İnsana Geçiş:
Dünyanın en tekâmül etmiş varlığı insandır. Hayvanlardan insanlara geçiş safhalarını ise dünyada göremezsiniz. Sadece dünyada en ileri tekâmüldeki hayvanın, insana en çok benzeyen maymun olduğu bilinmekte, fakat maymunla insan arasındaki tekâmül safhaları, başka tekâmül yerlerinde olduğundan dünyada bilinmemektedir.
İlk bakışta maymun ile insan arasında gerek vücut yapısı, gerekse hareket bakımından birçok benzerlikler görülür. Fakat insanda bulunan “tahayyül” hassası onda yoktur. Zaten insanları, dünyada mevcut diğer varlıklardan tam anlamı ile ayıran, aynı zamanda da üstün kılan bu hassadır.
Dünyada kesin olarak hiçbir hayvanda görülmeyen ve yalnız insanlarda bulunan bu fevkalâde meleke nedir? Bunu kısaca izah edelim:
Tahayyül:
İnsanlık mertebesine erişen varlıklarda görülen tahayyül hassasını, bir şeyi tasavvur etmekle bir tutmamak icab eder. Tahayyül; bir şeyi ruhta suretlendirmektir, tasavvur ise; ruhta suretlenmeleri mümkün veya mümkün olmayan şeyleri düşünmektir. Tasavvur edilen birçok şeyler tahayyül haline gelemezler[11].
Tahayyül hâdisesini hâsıl eden hayaller, doğrudan doğruya insan ruhunda hâsıl olabildikleri gibi, hariçten de ruha gelmiş olabilirler. Ruhta tahayyül edilmiş şeyler, madde ölçüleri ile izahları imkânsız varlıklardır ve tıpkı dünyada görüp tanıdığımız eşyalar, maddeler, hâdiseler gibi mevcutturlar[12]. İşte ruh, kendisinde suretlenen bu varlıkları tesir gücü oranında dışa yansıtabilir ve dışarıda “var” edebilir.
Şayet hayvanlar tahayyül hassasına ve tahayyül ettiklerini de maddeler üzerine tatbik imkânlarına malik bulunsalardı; onlar da gerek kişisel, gerek toplum olarak tekâmül edebilirler ve hayatlarına birçok yenilikler sokabilirlerdi. Halbuki maymunlar da dahil bütün hayvanlar bin sene önce nasıl yaşıyorlarsa bugün de öyle yaşamaktadırlar.
İnsanlardaki ruhları hayvanlardakine üstün eden, sadece, insanlık mertebesine erişmiş bulunan ruhlardaki “tahayyül hassası” değildir. İnsanlık seviyesindeki ruhlar daha birçok bakımlardan hayvanlarınkinden üstündürler; fakat bu üstünlüğü bedende değil, ruhta ve ruhun tesir gücünde aramak icab eder.
Zira birçok hayvanlar, insanlardan daha üstün bedensel kabiliyetlere sahiptirler; kuşlar uçar, arslan kuvvetlidir, birçok hayvanlar insanlardan çok daha iyi görebilir ve duyabilir. Fakat insan, zekâsı ile hem arslandan daha üstün güçlere, hem de kuştan daha hızlı ulaşım imkânlarına sahiptir.
İnsanlar bedenî aczlerini, ruhlarının kudretini ve tesir gücü ile örtmek imkânlarına maliktirler. Bu imkânları elde etmek için de uğraşırlar, bu arada hem maddeye hâkimiyetleri artar, hem de ruhen gelişir ve tekâmül ederler.
b. Vasıtasız Tekâmül
Buna, “tekâmülün yüksek safhaları” da diyebiliriz. Bu safhalara erişen ruhlar, artık madde ve benzeri değerlerle denenme merhalelerini aşmış ruhlardır. Tekâmülün bu safhasındaki varlıklar yüksek ruhlardır ve aslî hayatları içersinde tekâmül etmektedirler.
127.
İLK GELİŞ
Dünya veya benzeri yerlere ilk defa inen ruh tamamen madde tesiri altındadır.
128.
TAASSUP VE CEHALET
Ruhî tekâmülün en büyük iki düşmanı, cehalet ve cehaletten ileri gelen taassuptur. İstisnasız bütün peygamberler, en büyük mücadelelerini taassupla yapmışlardır.
Cehaletsiz taassup, taassupsuz cehalet olmaz. Birinin bulunduğu yerde muhakkak öteki de bulunur.
129.
BİTKİ, HAYVAN, İNSAN
Bitkilerle hayvanlar ve hayvanlarla insanlar arasında, dünyada misalleri bulunmayan birçok tekâmül devreleri mevcuttur. Bitkilerde de, her biri diğerinden farklı tekâmül etmiş bulunan cinsler vardır. Bu, hayvanlarda da, insanlarda da böyledir.
130.
GAFLET
Ömrün ne kadar uzun olursa olsun, ölümün yakındır. Sen, ebediyen var olacak olan, sonsuz büyüklüklerin ufacık bir varlığı olan dünyada, sayılı olan günlerini doldurmadasın.
Hayatının dünyada başladığını ve yine orada sona ereceğini düşünenlerdensen, aklananlardansın.
Allahın, tekâmül edebilmen için verdiği zorlukları adaletsizlik sananlardansan, kısa görüşlü olanlardansın.
Dindar gözükmeyi, vicdanını ve ruhunu temizlemeye tercih edenlerdensen, Allahı kandıracağını sanıp kendini avutanlardansın.
131.
BEDEN VE RUH
Beden veya cismin büyüklüğü, güzelliği, o cisme veya bedene bağlı bulunan ruhun olgunluğu hakkında bilgi veremez . Çok büyük bir bedene sahip olan ruh, çok ufak bedene sahip olan bir ruhtan daha geri olabilir.
Fakat bir bedende hâkim olan esas ruh, o bedenin tamamına direktif veren en olgun ruhtur. Diğer ruhlar, bu ruhun bedeninden birer parça olan bedenlere sahiptirler[13].
132.
BİTKİ, HAYVAN
Bir bitki üzerinde birçok bitkiler, bir hayvan üzerinde birçok hayvanlar, bitkide hayvanlar, hayvanda da bazen bitkiler yaşar, tekâmül yollarında ilerlerler.
133.
İNSAN BEDENİNDEN FAYDALANANLAR
İnsan bedeninden faydalanarak tekâmül etmekte olan ruhlar, bitkilerdeki ruhlardan biraz daha tekâmül etmiş durumdadırlar. Fakat bunlarda irade yoktur.
134.
TEKÂMÜLDEKİ VARLIKLAR VE BEDENLENME
Tekâmüle sevk olunan varlıklar, ilk tekâmül devrelerini cansız olarak ve tamamen madde ve robot varlıkların idaresi altında geçirirler.
Bitkilerde “can” vardır. Topraktan yetişir, gelişir ve ölürler. Bitkilerin canlı halden cansız hale geçişleri çoğunlukla tedrici bir şekilde cereyan eder. Buna, bitkiler yavaş yavaş ölürler de diyebiliriz. Çünkü bitkilerle, o bitkide tekâmül etmekte olan varlık arasındaki bağlar birden bire kopmaz.
Hayvanlarda can’dan başka, bitkilerde bulunmayan, “irade” bulunmaktadır. İrade, herhangi bir canlının bir şeyi isteme hassasıdır ki; çeşitli şekillerde, bilhassa arzu ve arzuya mukavemet şekillerinde tezahür eder.
Hayvanlar da bitkiler gibi doğar, yaşar ve bedenleri ile ruhlarının arasındaki irtibatın kopması ile de ölürler. Hayvanlarla bitkiler arasındaki en mühim farklardan biri; hayvanların hissedebilmesidir. Gerçi hemen hemen bütün bitkiler tabiat hâdiselerine karşı hassasiyet gösterirler. Meselâ bazı çiçeklerin güneşin kavurucu sıcaklığından korunmak için kapandıkları, sıcaklık azalınca da tekrar açılarak korundukları malûmdur. Bitkilerde görülen bu gibi haller, tamamen Mutlak Kanun esaslarına göre ve robot bir şekilde olmaktadır. Hayvanlarda ise irade ve iradeleri oranında da serbestî mevcuttur. Onlar önce güneşten korunmak ihtiyacını hisseder, sonra da korunma çarelerini ararlar.
Şayet tedbir alınmamışsa, bir hayvanın vücudundan bir parçayı acı hissettirmeden koparmaya imkân yoktur. Buna karşılık bitkilerde his olmadığından onlar acı duymadan budanabilirler.
İnsanlarda ise can, his ve iradeden başka dünyada tekâmül etmekte olan hiçbir varlıkta mevcut olmayan “tahayyül” hassası vardır.
Tekâmüle sevk olunan bütün varlıkların, inecekleri yerlerin esasını oluşturan robot varlıklardan bir kalıba bürünmeleri veya bir kalıpla irtibata geçmeleri zorunludur. Buna; varlıkların, inecekleri tekâmül yerlerinin icab ettirdikleri hallere girmeleri de diyebiliriz. Bu sebeple, dünyaya inecek varlıklar, madde ile irtibata geçmek ve maddeden bir kalıba bürünmek zorundadırlar.
Tekâmüle sevk olunan varlıklar hayvanlık mertebesine (veya diğer tekâmül yerlerindeki buna eşdeğer mertebelere) eriştikten sonra kazanılan per değerinin aracılığı ile inecekleri muhitin robot varlıkları ile irtibat kurarlar.
PER
Ruhun tekâmülünde çok büyük rolü olan per, robot bir değerdir ve ruha, ruhun idrak safhasının arifesinde bağlanmış bir değerdir. Bu sebeple ruh onu kendi vasfı sayar ve bu kudretin vasıtası ile, maddeli hayatı için lüzumlu olan maddî ve manevî değerleri birçok imkânlarla birlikte plânına uygun tarzda toplar.
Per, ruhun madde ve benzeri robot değerlerle vasıtalı olarak tekâmül ettiği sürece bir melekesi halinde tezahür eden, fakat hakikatte ruha tekâmülü icabı eklenmiş olan bir değerdir.
Per ruha ihtiyacı olan vasıfları, değerleri ve imkânları temin için otomatik olarak vazifelendirilmiştir. Bedenlenmesi halinde ruha, tekâmül plânına uygun bir hayat geçirmesini sağlayan per, ahiretteki ruhlar üzerinde de son derece kuvvetli roller oynar.
Ruhun tekâmülünde çok büyük hizmetler ifa eden per değeri, diğer taraftan da, yine tekâmüle hizmet gayesi ile onun imkânlarını sınırlar. Hangi şartlar içersinde olursa olsun değer kazanabilme imkânlarına malik olan ruh, kazandığı değerler oranında, perin sınırlayışlarından kurtulabilir.
Ruhun idraki ne kadar gelişmiş olursa olsun maddeli hayatında olduğu gibi ahirette de onu tesirleri altında bulunduran per değerini, madde ile denenme merhalelerini aşamadığı sürece his ve idrak edemez.
Ruh, tekâmül ederek “hiçlik” mertebesine yükselmedikçe per’den ayrılamaz ve asıl yüksek hayat ve imkânlarına kavuşamaz. Per’e, ruhun melekesi denilmemesinin sebebi ise; ruh ve per münasabetlerinin, ruhun idrak seviyesine erişmesi ile başlayıp, ahiret hayatı süresince devam ettikten sonra sona ermesidir. Per değerinin ruha eklenmesine gelince de, bu tamamen manevî bir hâdisedir. Bu sebeple onun, maddeyi izaha yarayan tabir ve mefhumlarla izahı mümkün olamamaktadır.
Burada per değerinden bahsetmemize ve onu kısaca izah etmemize sebep; per değerinin, ruhu, maddeli hayatlara intibak ettirecek[14] sistemlerin oluşmasında en büyük rolü oynamasıdır. İnsanların dünya hayatı geçirebilmeleri, yani, madde ile irtibat kurabilmeleri de perispri adı verilen sistem sayesinde mümkün olabilmektedir.
135.
DEĞER
Değer idrakle başlar. Herhangi bir varlığın idrak edilemiyen değerine kıymeti denir.
136.
FENAYA MEYİL
Allah, insanlara karşı koyacak imkânları vermeden fenaya meyil ettirmez ve bu yolda asla imtihana girişmez.
137.
TÂBİ OLUŞ VE MANEVÎ DEĞER
Maddeler, maddî şualar yanında manevî şualar da yayımlarlar. Bir güneş sisteminde, gezegenler güneşe tâbidirler. Tıpkı atom çekirdeğine elektronun tâbi olduğu gibi. Burada esas; tâbi olunan büyük kütleden çok, manevî değerdir.
Manevî değeri fazla olana, daima, daha az manevî değere sahip olanlar tâbi olurlar. Manevî değerlerin, madde değerlerine tesirleri de bu yoldan olur. Yani güneş dünyaya, sadece sıcaklık ve ışık göndermez; aynı zamanda o sisteme renk ve karakter veren manevî şualar da gönderir. Bu manevî şualar, dünya ve benzeri yerler için hayatî önemdedir.
138.
SABIR
Tanrı insanları fenalıklara, zorluklara, kötülüklere karşı gösterebilecekleri sabırla da dener.
Kötülükleri, fenalıkları; iyilik, mantık ve vicdanla cevaplandıranlar. Zorluklarla karşılaşınca, iyi niyetlerini bozmadan, sabrederek, doğru yoldan ayrılmadan zorlukları aşmaya uğraşanlar.. Sabır imtihanlarında kazananlardır.
139.
NEFSE ZULÜM
Nefsine hâkim ol!.. Kötü olmaman, günahkârlara karışmaman için bu ezlemdir[15]. Fakat nefsini boş yere azaba sokarak Tanrı yolunda ilerleyeceğini umma.
Tanrı, ne kendini, ne de başkasını azaba sokmaktan seni men eder. Nefsine zulmedenler, Allaha karşı gelendir. Tanrıya yaklaşmak için kendilerini Allahın bahşettiği lûtuflardan mahrum edenler; fenalıklar yolunu, Tanrı yolu zannedenlerdir.
Nefse hâkim olmak; nefse zulm etmek demek değildir. Nefsine hâkim olmakla fenalık etmeni önlersin, nefsine zulm etmekle de sadece Tanrının lûtuflarını reddederek nankörlük edersin.
140.
PERİSPRİ
Manevî bir varlık olan ruhun, dünyaya inerek bedenlenebilmesi ve dünyadaki maddelere, “tesir edebilme” özelliğini tatbik edebilmesi için, madde ile irtibat kurması icab eder. İşte ruhlar bu irtibatı perispri haline girerek kurarlar.
Ruhlar maddenin en basit halleriyle, per vasıtasıyle irtibata geçerek sistemler teşkil ederler. Perispri dediğimiz bu sistemin; “bir ucu maddedeyse, diğer ucu da per’de, dolayısiyle ruhtadır” şeklinde mecazî izahını yapabiliriz.
Bu bilgilere kadar perispri ruhtan ayrı olarak mütalâa edilmiştir. Bu, per değeri hakkında bilgi sahibi olunmamasının sonucudur. Perispriyi ruhtan ayrı mütalâa etmek yanlış değil, eksik bilgiye dayalı bir izah tarzıdır.
Perispri; ruh, per ve madedden hâsıl olmuştur. Ruhun kâinattaki herhangi bir tekâmül dünyasına inebilmesi için, evvelâ o dünyanın bulunduğu kâinatın en basit unsuru ile münasebet kurması lâzımdır. Dünyanın bulunduğu kâinatın en basit maddesi ve esir zerresinin ana unsuru; ser zerreciğidir. Bundan dolayı da ruhun dünyaya inebilmesi için her şeyden evvel ser ile irtibata geçmesi icab etmektedir. Ruh da bu irtibatı per değeri vasıtasıyle sağlar ve böylelikle; “ruh”, “per” ve “ser zerreciği”nden hâsıl olan bir sistem vücuda gelir ki, bu sisteme perispri denir.
Perispri ilk oluştuğunda, madde ihtiva eden çok yüksek bir manevî varlık halindedir ve son derece seyyaldir. Bu tarzda hâsıl olan perispri, kesif madde âlemlerine nüfuz ettikçe, muhitindeki maddelerle bağlantılar kurar. Meselâ perispriler dünyanız civarındaki esîr ve esîr sistemleri ile irtibat kurmadan dünyanıza yaklaşamazlar.
Perispri halinde dünyaya inen ruhlar, per ve diğer robot değerlerin yardımları ile bedenlenmeye başlar ve bedenlenmenin birçok safhalarından sonra, hayvan veya insan olarak madde ile bağlı hayatlarını yaşamaya başlarlar.
Per değeri ruha, sadece perisprinin hâsıl olması için bağlanmış bir değer değildir. Onun ifa etmekte olduğu daha birçok vazifeler vardır. Bu vazifelerin en mühimlerinden birisi de, perisprinin hâsıl oluşundaki rolüdür.
Görülüyor ki daha perispri oluşmadan evvel, ruh per ile bağlı haldedir. Per ise, ser’i ruha bağlar. Bunlardan birisinin eksilmesi o sistemdeki perisprilik hassasını ortadan kaldırır. Nitekim ölüm hadisesiyle ser (yani perisprinin madde kısmı) per’den (dolayısiyle ruhtan) ayrılmakta, böylelikle de perispri dediğimiz sistem bozularak ortadan kalkmaktadır.
Şu halde ölüm hâdisesi; perisprinin hiç bozulmadan ruhla birlikte bedeni terk etmesi değil, perisprideki ruh ve ona bağlı olan per değerinin ser’den ayrılmasıdır. Ölümden sonra ruh, per değeri ile birlikte bedeni terk ederken, ser zerrecikleri vasıtasıyla kurulan sistemlerden hâsıl olan beden de hayatiyetini kaybeder. Özet olarak; ölümle, bedeni ruhla birlikte terk eden bir perispri mevcut değildir.
Ölüm; perisprinin, daha bedendeyken basitlerine[16] ayrılması sonucunda hâsıl olan bir hâdisedir. Ruhtan ayrı bir perispri düşünmek doğru olmaz.
141.
PERİSPRİ
Vermekte olduğumuz bu bilgilerden evvelki bilgilerde, perispri, ruha bağlanan, ruhtan ayrı bir değer olarak gösterilmiş ve ruh ona dahil edilmemişti. Buna da sebep, vasıtalı olarak indirilen o bilgilerde, perin mevcudiyet ve rolünden bahsedilmemiş olmasıdır.
142.
VERİLEN BİLGİLERDE HUDUT
Dünya ile irtibata geçebilen varlıkların verdikleri bilgide hudut, dünya imkânlarıdır. Bu sebeple, bir varlık perispriden bahsederken sere gidemez. O bilgide, en son izah edebileceği nokta esîrdir.
143.
BU TEBLİĞLER...
Biz bu tebliğleri hiç şüphesiz ki; gaipten haber vermek veya insanların erişemedikleri ve erişemiyecekleri bilgileri delil ve ispatlarla bildirip, onları küçümsemek maksadı ile vermiyoruz. Gayemiz, insaniyetin önünde uzanan iki yoldan birisini daha belirli olarak çizmektir. İnsanların iyiden kötüyü ayırdetmelerine imkân vermektir.
İnsan, asla öğrenemiyeceği şeyleri dahi öğrenmek arzusu ile kıvranır. İşte birçok insanın teşevvüş içersinde olmasının sebebi de budur. Çünkü insan bildiğinden daha ilersini öğrenmeye çalışmakla ilerler. Kabiliyet ve kudretinin dışında olanları öğrenemediğinden de teşevvüşe düşer. Çünkü bu ruh hali içersindeki insanın eski inancına karşı itimadı sarsılmıştır. Fakat eski inancının üzerinde hiçbir tatmin edici bilgi elde edemediğinden ve eski inancını takviye eden daha ileri bir inanç bulamamaktan dolayı teşevvüş içersindedir.
Teşevvüş halleri ise Mutlak Plân icabı, her merhale, kademe veya plân arasında vukua gelen, yahutta bedenlilikten bedensizliğe, bedensizlikten bedenliliğe geçiş anlarında meydana gelen bir haldir ki buna, ruhun bir sonraki hayat devresine intibak edebilmesi için lüzumlu olan toparlanma devresidir diyebiliriz.
Kitabın, ilerde vereceğimiz esas ve yüksek kısımlarını içeren bilgilerin biraz olsun anlaşılabilmesi için, şu verilmekte olan hazırlayıcı bilgileri iyice anlamak lâzımdır.
İnsanlık bu vermekte olduğumuz bilgileri iyice anlar ve vereceğimiz bilgileri de kavrarsa; yap dediklerimizi yapar, yapılmamasını bildirdiklerimizi yapmazsa, saadete ve kendilerini bekleyen daha yüksek kademelere kolaylıkla erişebilecektir.
İleride vereceğimiz bilgiler öyle bilgilerdir ki, İnsaniyet, bilgilerimizi bilip tatbik ederse pek kısa bir zamanda, binlerce senede erişilebilecek bir tekâmüle mazhar olacak ve şu andaki durumunu pek kısa bir zaman sonra “taş devri” kadar basit bulacaktır.
144.
İNSANLIĞA AÇILAN İMTİHAN
Biz insaniyeti bu bilgilerimizle saadete götürmek istiyoruz. Fakat onlar ellerine verdiğimiz imkânları fenaya kullanırlarsa kendilerini felâkete atmış olacaklardır.
Onlar ki ikazlarımızı, apaçık delillerimizi bir yana bırakır, “idraklerine uymayarak” kötü yollarında yürürlerse, bilmelidirler ki, biz; milyonlarca mecazî ateşli cehennem azabının, yanında zerre dahi olamayacak ıstırapları, tek bir ruha yükleriz. Ona, susuzluğunu giderecek cehennemleri bile uzak ederiz.
Biz bu bilgilerimizle insaniyeti ya yüceltecek, yahut da mahva götürecek olan imtihanı açıyoruz!.. Onlar bilmelidirler ki; idrakli kötülük, üstün kötülüktür! Kötülüğün üstünü ise üstün cezayı icab ettirir. İki yol da önlerinde.. Bizim ise onların erişmelerini arzu ettiğimiz sonuç, saadetleridir.
145.
YOL
En bedbaht insanlar; şeytanın yolunu, Allahın yolu tanıyanlardır.
146.
DEĞER
Dünyada ve dünya hayatında değerleri en güzel belirleyen ölçü fiiliyattır[17]. Çünkü bir insanı yaptıklarına ve hareketlerine dayanarak başkaları da değerlendirebilir. Tatbikat sahasına çıkmayan düşünceler, diğer insanlar tarafından değerlendirilemezler.
147.
VÜCUDUN PARÇALARI OLARAK
TEKÂMÜL EDEN DEĞERLER
Her beden, “tekâmül etmekte olan” ve “tekâmüle yardımcılıkla vazifelenen” değerlerden teşekkül eder. Bu değerleri esas ana değere bir vücudun parçaları olarak bağlayan, perisprinin yayımladığı manevî şualardır.
Birçok şualar ve döllenme, bu şekildeki toplulukların teşekkülünde rol oynar. Çünkü bir şeyin canlı olarak üreyebilmesi için manevî şualara (şehvet şualarına) ihtiyaç vardır.
Şehvet şuaları, ruhun bağlı bulunduğu perispri sistemini harekete getirir ve bunun neticesi olarak hâsıl olan döllenmede ise ruhun dünya hayatının, yani maddeli hayatının, esas temeli atılır.
148.
KÂİNAT
Kâinattaki küçücük varlıklardan bir çoğu, daha küçük varlıkların dünyalarıdır.
149.
RUH VE CAN
Tekâmüldeki varlıklar manevî şualar yayımlarlar. Bu şuaların robot varlıklar üzerinde icra ettikleri tesirler sonucu robot varlıklarda canlılık alâmetleri belirir. Canlılık alâmetleri beliren robot varlıklar, Mutlak Kanun esaslarına göre tekâmüllerine devam ederler.
Ruhun, robot varlıklar üzerindeki tesirleri gelişigüzel olmaz, Mutlak Kanun esaslarına göre cereyan eder. Ruhun, herhangi bir tekâmül yerinde bedenlenebilmesi için, ilk önce o tekâmül yerinin bulunduğu kâinatın “esas (ana) robot varlığı” ile birleşmesi icab eder ki; dünyanın bulunduğu kâinatın esas (ana) unsuru, ser zerreceğidir.
Ruh, per değeri vasıtası ile ser zerreceğine tesir eder ve bunun sonucu olarak ruh-per-ser’den oluşan bir sistem kurulur. Bu sistem, dünyaya, Mutlak Kanun esaslarının çizdiği yolu takip ederek iner ve ruh, plânı icabı girmesi gereken şekle bürünür.
Dünyadan veya benzeri tekâmül yerlerinin birinden ayrılan ruh, canlılık hassasını kaybederek hayatına devam eder. Bu da ruhun, beden denilen robot varlıklardan, yani kâinata nüfuz ederken per değerinin aracılığı ile birleştiği ser zerreceğinden, ayrılması ile mümkün olur.
150.
MUTLAKLAR
Mutlak Varlık Tanrının kudretini, Mutlak Kanun intizam ve adaletini, Mutlak Plân ise tatbikatını temsil eder. Üçünü birbirinden ayrı düşünmek ve madde tesiri altında, hakikî değerlerini hissetmek imkânsızdır.
Onlar, “robot” değerleri olan Tanrı temsilcileridir.
151.
CANLIDA HER ŞEY KENDİ KENDİNE
Tabiatta canlı olarak bulunan her şey, diğer canlıların müdahalesi olmaksızın kendi kendine birçok safhalar geçirdikten sonra meydana gelir. Bu, Mutlak Varlığın, bütün var olanlara istisnasızca tatbik edilen bir kanunudur.
“Tekâmül eden”, tekâmülde en büyük rolü oynar. Hariçten yapılan müdahaleler sadece yön vericidir.
Nasıl ki her şey “oluş”tan bu yana kendi kendine oluyorsa, bir varlık, kendi bedenini kendisi inşa ettiği gibi lâyık olduğu ceza veya mükâfatı da kendi kendisine vermektedir.
152.
CANSIZDAN CANLIYA GEÇİŞ
Dünya tekâmül ettiren, aynı zamanda da tekâmülü öğreten bir okuldur. Orada, cansızdan canlıya geçişi bulmaya ve tetkik etmeye imkân vardır.
153.
CAN
Can, sadece “tekâmüle sevk edilen manevî değerler”de bulunan bir hassadır ki, bu varlıkların tekâmülleri müddetince, maddeli maddesiz hayatlarındaki vaziyetlerine uygun şekilde tezahür eder.
Robot değerlerde (tekâmüle yardımcı değerlerde) ise, can yoktur. Onlar sadece tekâmüle sevk olunan değerlerin tekâmülleri ile ilgili çeşitli roller oynarlar.
154.
RUH VE BEDEN İLİŞKİSİ
Ruhun kâinattaki herhangi bir tekâmül dünyasına inebilmesi için evvelâ o dünyanın bulunduğu kâinatın en basit unsuru ile bağlantı kurması lâzımdır.
Kâinatınızın en basit maddî unsuru ser zerreciğidir. Bundan dolayı da ruhun dünyaya inebilmesi için öncelikle ser ile irtibata geçmesi icab etmektedir. Bu icabın gereği olarak Perispri denilen bir sistem oluşur. Bu sistemin nasıl oluştuğunu izaha çalışalım:
MANEVÎ ÇEKİM:
Aksi işaretli madde değerleri birbirlerini çekerler, aynı işaretli madde değerleri ise birbirlerini iterler. Manevî değerlerde ise bu hal geçerli değildir. Çünkü manevî değerler pozitiftirler ve sadece pozitif olan değerler birbirlerini çekerler. Çeken daima büyük olan manevî değerdir, çekilen ise küçük değerdir. İşte hiçliklerdeki çekiş bu esasa dayanır.
PER-SER SİSTEMİ:
Perisprinin bileşimi % 80 manevî, % 20 maddîdir. % 20’den fazla madde ihtiva eden perispriler ihtiva ettikleri madde oranında kabalaşırlar. İnsanlarda ruh ile beden arasındaki irtibatı kuran perispride, % 20 ilâ % 22 oranında madde bulunur.
Perisprideki manevî kısmı oluşturan; hiçliklerde yer alan, per diye isimlendirdiğimiz manevî değerdir. Perler manevî per zerreciklerinden oluşur ve maddî ortamda (+) ve (–) özellik kazanırlar. Büyük manevî değerler daima küçük manevî değerleri çektiklerinden; kabalaşmış dolayısıyle manevî değerinden kaybetmiş olan madde, manevî değerlere tâbidir ve manevî değerler tarafından çekilirler.
Perispri bileşimindeki (% 80 oranındaki) manevî değer (+ ve – özellik kazanmış per değerleri) de daima manevî değerlere göre aksi işaretli olan madde değerini (ser’i) kendisine çeker ve bir per-ser sistemi meydana getirir. Aynı, ser sistemlerindeki ser çekirdeğinin, ser zerresini çekerek bir sistem teşkil etmesi gibi.. Per-ser sisteminin ser sisteminden farkı, per-ser sistemi çekirdeğinin % 100 manevî değer olmasıdır.
Perler ise bu birleşmeden önce basitliğini koruyan bileşimler halinde bulunurlar. (+) ve (–) perlerin birleşerek perispri haline gelebilmeleri için az veya çok maddeli ortamda bulunmaları icab etmektedir. Bu sebeple hiçliklerdeki perler hiçbir zaman madde aracılığı olmadan birleşemez ve perispri haline gelemezler. Dünya perlerin birleşmesine müsaittir ve burada birleşen perler, dünyada yaşayan canlılarda ruh ve beden arasındaki irtibatı kurar.
PERİSPRİ:
İşte bu şekilde teşekkül eden per-ser sistemlerine, ser bölgesi ile hiçlikler arasında tesadüf edilir. Şu halde per-ser sistemleri madde ile manevî değerlerin hudutlarında teşekkül ederler. Dünyada bedenlenecek ruh, per-ser sistemleri ile gayet kolay irtibat temin edebilir ve bir “ruh sistemi” hâsıl eder.
Bir ruh sistemi her ne kadar şema ile izah edilme imkânı olmayan bir sistemse de, sırf kolay anlaşılması için aşağıdaki şekilde çizilebilir.
Per-ser sistemi ruh ile irtibat temin ettikten sonra maddeli kâinatla, sistemdeki madde vasıtasiyle temasa geçer ve ruh bir sistem halinde dünyaya plânının icab ettirdiği şekilde iner. Ruhun, bedenle temasa geçmeden evvel muhakkak surette bir per-ser sistemi ile temasa geçmiş olması icab eder. Ruhun per-ser sistemi ile temasa geçmesinden hâsıl olan sisteme perispri diyebiliriz. Kısaca; ruhun, per (değeri) vasıtasiyle ser (zerreciği) ile birleşmesinden perisprinin hâsıl olduğunu söyleyebiliriz.
Görülüyor ki perispri, ruh ile beden arasındaki irtibatı kuran bağ değil, bizzat ruhu da ihtiva eden bir sistemdir. Per değeri; ruha sadece perisprinin hâsıl olması için bağlanmış bir değer değildir. Onun ifa etmekte olduğu daha birçok vazifeler vardır.
155.
MERKEZ ÇEKİMİ
Her cismin ortasında bir şua stoku vardır. Bu şua stoku, normal şua hareketleri ile çevrelerinde elektromanyetik bir alan oluştururlar. Bu, çekme özelliğine sahip bir özdür. İşte merkez çekimi budur.
156.
Riyazet yolu ile aç kalarak vücudun ham madde ihtiyacını karşılamayanlar; beden-perispri arasındaki irtibatı gevşetirler ve perisprinin, beden dışında serbest olarak melekesini temin yoluna bilmeyerek giderler ve bunu keramete atfederlerdi. Fakirler ve zahitler bunlardandı.
157.
PERİSPRİ
Perispri ne kadar kesif bir durumda olsa da, yine dünyada mevcut en ince maddelerden daha incedir.
158.
KÂİNATTA HER ŞEY MADDE..
“Madde, manevî değerlerin kesifleşmesinden[19] kabalaşmasından meydana gelmiştir” demiştik. Bu sebeple “kâinat ve dünyada mevcut olan her şey maddedir” diyebiliriz. Yalnız ruha; perispri haline geçiyor ve bu şekilde diğer maddelerle münasebet kuruyor diye madde gözüyle bakılamaz.
159.
PER
Per değerine, “ruhun robot iradesi” demek yanlış sayılmaz.
160.
ÖLÜM
Ölüm, insanı oluşturan iki esas unsur olan beden ve ruhun madde ve manevî değerler halindeki menşe’leri tarafından çekilişleridir.
Madde menşe’inin de menşe’i mevcuttur. Bu da manevî değerdir.
161.
BİTKİLERDE PERİSPRİ
Bitkilerdeki perispri, hayvanlar ve insanlardakinden bambaşka tezahür eder. Bitki perisprileri çok az bir hassasiyete maliktir. Bitkinin toprak üzerindeki büyük bir kısmı kesilse de kökten itibaren tekrar gelişir. Bunun sebebi, bitki perisprisinin yerçekimi tesirinde oluşu ve perispri zerreciklerinin balta veya bıçak darbesi ile birbirlerinden aynlmayarak merkez çekimi istikametinde köke doğru kaymasından ileri gelir.
162.
İLİM VE METAPSİŞİK TETKİKLER
İlmi, metapsişik tetkiklerden ayırmaya imkân yoktur. Her ne kadar bugün bunun aksi düşünülüyorsa da, yani ruh mevzuu ile uğraşmak ilimden ayrı tutuluyorsa da, hakikatte bu, dünya kuruldu kurulalı olamamış ve metapsişik daima ilme önderlik etmiştir. İlim deneylere dayanır.. Metapsişik de aynı şeye dayanmaktadır ve her ikisinin de müştereken dayandığı kanunlar mecuttur ki, biz bunlara Mutlak Kanunlar diyoruz.
163.
İLİM VE MÜSLÜMAN
İlmini en iyi yolda kullanan, en iyi müslümandır.
164.
MUTLAKLAR
Tanrının ilk halk ederek kendisine tâbi kıldığı erişilmez değerler, Mutlaklar’dır.
165.
MUTLAKLAR
Allah her şeyi, ilk halk ederek kendinden ettiği Mutlak Varlığının Kanun ve Plânına göre var eder ve idare eder.
Mutlak Varlık, Tanrının emirlerini Kanun ve Plânına göre tatbik ettirendir. Mutlak Varlığın Mutlak Varlıklık hassası, “Mutlak Kanun”a ve bu kanunun “tatbik plânı”na sahip olmasından ileri gelmektedir.
Bu; izahı imkânsız büyüklük olan Mutlakların, insanî idraka uygun izah şeklidir.
166.
PERİSPRİ, BEDEN
Perispri, bedene ruh kudreti ile birlikte intikal eder. Ruh, perispri sistemine dahil olduktan sonra ebedî âlemle yavaş yavaş âlakası kesilir ve dünya veya benzeri yerlerdeki maddeli hayata adapte olmaya başlar.
Perispri mevcut maddeli şuaların en incesi ve nüfuz kabiliyeti en fazla olanıdır. Bu bakımdan, evvelden tesbit edilen bedene kolaylıkla girebilir. Perispri sistemi bedene dahil olur olmaz, o bedendeki sistemlere uyar ve son derece seyyal oluşu, bedenin her tarafında tezahür etmesini sağlar.
İnsanlarda perispri bütün vücuda yayılmış bir halde bulunur ve ölüme sebep gösterilen her hâdise onun tekrar basitlere ayrılması sonucunu doğurur. Perisprinin basitlere ayrılması demek; % 20 oranındaki maddenin, perispriden ayrılarak perisprinin perlere ayrılması demektir. Ayrılan perler derhal madde ile birleşemezler. Perlerin tekrar birleşebilmeleri için tıpkı kimyasal maddelerin sentezinde tatbik edildiği gibi sıraya, usule, şartlara ve zamana ihtiyaç vardır.
Perisprinin ihtiva ettiği ruhun yepyeni bir bedene sahip olabilmesi için evvelâ ilk girdiği bedendeki[20] en basit sistemler olan ser zerrecikleri ile irtibata geçmesi icab eder.
Perisprinin ilk girdiği bedenden yüklendiği ser zerreciğinin adedi, dölleme ile aktarılacağı bedenden yükleneceği ser zerreciğinin adedinden az ise, ruh ikinci bedenin cinsiyetini alır; fazla ise birinci bedenin cinsiyetini alır. Ve bu şekilde, ruhun dünya imtihanları için evvelce tespit edilen cinsiyeti ortaya çıkar.
Bugüne kadar verilmiş bulunan plân bilgileri’nde hayatın esası bildirilmemiş ve per-ser sistemleri perispri olarak gösterilmiştir.
167.
HAREKET İÇİNDEKİ SİSTEMLER
Her şey harekette olan birçok sistemlerin intizamla bir araya gelmesinden hâsıl olmuştur.
*
Duruyor gözüken her şey sür’atle harekettedir. Hareketleri duruyor görmek insanlardaki seziş ve muhakeme eksikliğindendir.
*
Birbirlerine göre çok az farklı sür’atle hareket edilen bir kâinatta sür’at farklarının azlığı, sür’atlerin anlaşılamamasına sebep olmaktadır.
168.
RENK
Bir insan, ancak, kendi duyularındaki mevcudiyetlerin hareketlerinden daha sür’atli hareketleri hisseder. Kendi duyularındaki mevcudiyetlerden daha yavaş hareket edenler ise renkli olarak görünürler.
Bir şeyin renk atması demek, aldığı şuaların tesiri ile sür’atinin artması demektir.
169.
RENK
Koyu renkli madde ve organizmalar, renklerinin koyuluğu oranında açık renkli maddelerden daha az sür’attedirler.
170.
RUH EKSİKLİ DE DEĞİLDİR,
MÜTEKÂMİL DE DEĞİLDİR
Mevcut olan varlıklarda yarım halk edilmiş[21] hiçbir şey yoktur. Ruhlar da bu sebeple yarım yaratılmış durumda değillerdir.
Ruhlar, zamanla diğer hassaları ile birlikte ruhluk hassalarını da kazanmış, “tekâmül etmekte olan” varlıklardır. Bu sebeple ruhların mütekâmil varlıklar olarak düşünülmesi de, onları yarım olarak düşünmek kadar yanlış ve zararlıdır.
171.
RUH TESİRİ
Ruh, bir madde üzerinde, yine maddeleri vasıta ederek tesir icra eder. Ruhun madde üzerinde ilk tesiri, per değeri aracılığı ile ser üzerindedir.
172.
ALLAH
Allah, hiçbir kuvvetin tesirinde olmadan tahayyül edebilen, tahayyül ettikleri de var olabilen ve bu var olanlar içersinde de tahayyül hassasına sahip olanları kontrolü altında bulundurabilen en büyük kudrettir.
173.
MAHVOLUŞ
Arzın, üzerinde bulunanları kendisine çekmesi gibi, Tanrı da ruhları kendisine çeker. Bu, tekâmül yolunda Tanrıya yaklaşıştır. Tanrıya yaklaşma, bir bedenlinin maddeye verdiği değerle ters orantılıdır.
Tanrı, sonsuzluğa uzanan tekâmül yolunun bir başına en yüksek manevî değeri, öbür başa da en yüksek madde değerini koymuştur (+) tarafta bulunan en yüksek manevî değer arkasında kendisi vardır. (–) olan en yüksek madde değerinin arkasında ise maddeye dönüşme vardır. Yani (–) yönündeki maddenin cazibesine kapılan ruh sür’atle veya yavaş yavaş o yönde yol alır. (–) yönde yol almak demek, manevî değerlerin madde veya benzeri değerlere dönüşmesi demektir.
İşte, gittikçe maddîleşen bir varlık, tıpkı hiçliklerdeki manevî değerlerin kabalaşması gibi kabalaşır ve bu kabalaşma devam ettiği takdirde o ruh, madde içersinde ve madde hâkimiyetinde kaybolur.
Her maddenin menşe’inde manevî değer bulunduğunu izah etmiştik. İşte ruh evvelâ bu âkıbete duçar olur; yani herhangi bir madde veya cismin malı olur. Bu; ruhun hata ve ihtiraslar sonucu, emrinde olan maddenin emrine girişidir! Artık ruh, ya bir tuğla parçası, ya maden kömürü veya onun yanmasından hâsıl olan duman veya küldür. Hiç şüphesiz ki kül, kül olarak kalmaz, değişir ve madde değiştikçe ruh da maddeye tâbi olarak istenilen kılığa girer ve diğer ruhların o maddeye vermek istedikleri şekilleri alır. Ayaklar altında ezilir, fırlatılır, parçalanır, yakılır.
İşte, tekâmül etmeyen, fena yolları seçerek azabı hak eden ruhlar, bu âkıbete duçar kalırlar. Fakat hiçbir zaman bu, o ruhlar için bir son değildir. Düştükleri, yuvarlandıkları derinliklerden tekâmül ederek yükselmek imkânlarına sahiptirler. İşte, denizlerde tekrar canlı olarak hâsıl olan basit hayvanlar, tekrar tekâmül yolunda (+) istikamette yol almaya başlayan ve yeniden canlı olarak doğan ruhlardır.
Tam bir madde haline gelen ruh, tekrar (+) istikamette yürüdüğü takdirde derhal eski seviyesine erişemez. Evvelâ basit bir deniz bitkisel hücresi, sonra bitki, sonra da sularda yaşayan basit canlılar olarak hayata döner ve birçok ruhlar işte bu vaziyettedirler. Dünyadaki basit yaratıkların eksilmemelerinin sebebi de budur.
Şayet ruh, madde haline geldikten sonra (+) istikamette tekâmüle başlamazsa o zaman gittikçe kabalaşan maddelerin bileşimlerindeki manevî varlık rolünü oynamaya başlar. Bu hal; tekâmüle sevk edilen ruhların tekâmülleri için madde ve benzeri unsurlar kullanmak lüzumu kalmayıncaya kadar devam eder. Ve madde dünyalarının ortadan kalkacakları gün, hepsi madde oldukları için, Mutlak Varlığa verilecek emirle, bir anda, yine kaba bir madde olarak yepyeni kâinatlarda var edilmek üzere yok olurlar. İşte bu, bir ruh için mahvoluştur.
Gününüze kadar yapılan cennet ve cehennem izahları sadece, ruhların hiçliklerde karşılaştıkları azapların zerrelerini ifade edebilmek maksadı ile verilmiştir..
174.
ÖLDÜR EMRİ
İstisnasız hiçbir âmir, maiyetindekilere[22] öldürmek maksatlı emirler veremez. Verdiği takdirde; o emri alıp da tatbik eden, bu cinayetten âmiri kadar mes’uldür.
175.
HATA, MANTIK
En çok hatayı ekseri “ben hata yapmam” diyenler yaparlar. Bir hâdisenin içinde bulunanlar, o hâdiseyi dışardakiler kadar objektif olarak müşahede[23] edemezler; çünkü onlar hâdisenin tesiri altındadırlar. Bunun için, müşkül vaziyette olanlar, müşküllerini, mantıklı olduğuna inandıkları yakınlarına danışarak ve onların fikirlerini kendi düşünceleri ile karşılaştırarak karar vermelidirler.
Bu; dünya imtihanlarından bazılarının, mantıkla hal yoludur.
176.
BEYİN VE PER
Dikkat, tahayyül, hâfıza gibi melekelerde beyin aracılık rolü oynar. Bunlardan lüzumlu olanlarını depo eden ve icab edenlerini tekrar hatırlatan beyin değil, per değeridir.
Per değeri beyini bir transformatör gibi kullanır. Unutulan bir hâdise, sadece dünya hayatı boyunca unutulmuş demektir. Hakikatte ruh için en önemsizinden en önemlisine kadar unutulan tek bir hâdise mevcut değildir. Bir ruh diğerlerinden geri kalmış olabilir. Fakat hiçbir ruh, için ne zaaf[24] ne de hastalık mevzubahis olamaz.
177.
ROBOT VARLIKLAR
Robot varlıklar, “tekâmüle yardımcı robot değerler”in kesifleşmelerinden hâsıl olurlar. Robot değerler, yayımladıkları şualarla birbirlerini cezbederler[25]. Bu cezbediş sonucunda robot varlıklar hâsıl olurlar.
Bu durum, dünya anlayışına göre; “aksi işaretli robot değerlerin birbirlerini cezbetmelerinden robot varlıklar hâsıl olurlar” şeklinde de izah olunabilir.
Dünyanın bulunduğu kâinatta, artı ve eksi işaretler yalnız robot değer ve varlıkların izahı için kullanılabilir. Manevî değerleri bu gibi işaretlerle izah imkânsızdır.
178.
DEĞER-VARLIK
Manevî değrelerden değeri yüksek olanlar, değerce az olanlarını cezbederler. Manevî değerlere; mevcut oldukları için, varlık da denilebilir. Fakat bunları diğer robot değer ve varlıklardan ayırdedebilmek için; manevî değerler’e, manevî varlık dememek daha doğrudur.
Manevî değerler, ancak robot varlıklarla irtibat kurduktan sonra varlık haline gelebilirler. Bu şekilde husule gelen varlıklara, canlı varlıklar denilmektedir.
Manevî değerlerin robot varlıklarla birleşmelerine rağmen cansız halde olmaları hali de mevcuttur. Fakat bu çok ender görülen, müstesna bir haldir.
179.
CANLI, CANSIZ
Canlılarla cansızlar arasındaki fark, cansızları canlı hale getiren sebeptir. Cansız atomları canlı vaziyete getiren, tekâmüle sevk edilmiş olan varlıkların “şua” denilerek izah edilebilecek tesirleri ile, “robot” denilerek izah edilen tesirlerdir.
180.
TEKÂMÜLDEKİ DEĞERLERİN ROBOT VARLIKLAR ÜZERİNDEKİ ŞUA TESİRLERİ
Tekâmüldeki varlıklar yayımladıkları şualarla, robot değer ve varlıklar üzerine tesir ederler. Buna karşı, robot varlıkların yayımlamakta oldukları şualardan da tekâmülleri yolunda faydalanırlar.
Tekâmüldeki varlıkların yayımladıkları şualar vasıtası ile robot varlıklarla birleşmelerinden “can” hâsıl olur. Kısaca Can; tekâmüldeki değerlerin robot varlıklar üzerlerindeki tesirlerinin sonucudur.
Bir robot varlıkta can hâsıl olması için; o robot varlıkla, tekâmüldeki bir değerin irtibat kurmuş olması icab eder.
181.
SUN’Î CAN
Robot varlıklar üzerine sun’î[26] yollardan, tekâmüldeki değerlerin yayımladıkları şualardan gönderilirse, o robotlarda canlılık oluşabilir. Fakat hakikatte bu bir robot canlılıktır ve tekâmüle sevk olunan varlıkların robot varlıklarla irtibat kurmaları sonucunda hâsıl olan canlılıktan bambaşka bir şeydir.
Çünkü tekâmüldeki değerlerin, robot varlıklarla birleşmelerinden hâsıl olan beden ve benzeri varlıklardaki can “ruhlu”dur. Ruh ise; zamanla şuurlu olabilen ve şuur ve iradesini bulunduğu robot vasıtası ile belirtebilen bir varlıktır.
182.
SUN’Î YOLLARLA İNSAN YAPILABİLİR Mİ?
Tekâmüldeki bir değerin, herhangi bir robot varlık veya varlıklarla temasa geçmesi, o varlıkta hemen, beklenilen canlılık ve hayatiyeti göstermez.
Bir robotun, tekâmüldeki bir varlıkla birleşmesini takiben, Mutlak Kanun esaslarına uygun olarak bazı merhaleleri aşması gerekir. Meselâ; bir insanın insan haline gelebilmesi için ruh, evvelâ per vasıtası ile serle birleşir ve kâinata nüfuz eder.
Dünyada, ruhun etrafına ser vasıtası ile diğer maddeler cezbedilir ve Mutlak Kanunun icab ettirdiği bazı yollardan, döllenme yolu ile ana rahmine düşer. Orada geliştikten sonra çocuk halinde doğar ve normal seyrini takip ederek gelişir.
Görülüyor ki bu, basamak basamak ve her basamağın hakkı verilerek elde edilen bir sonuçtur. Sun’î yollardan kolaylıkla elde edilemez. Sun’î yollardan ancak basit canlılar elde edilebilecektir. Meselâ; sun’î bir insan imali için evvelâ ruhu, per vasıtası ile ser zerresiyle birleştirmekten başlamak icab eder ki; bunu insanlar asla yapamıyacaklardır.
Onların yapabilecekleri; ruhun yayımladığı şuaları robotlar üzerine tesir ettirerek, bir müddet hayatiyet eseri gösterecek canlılar imal etmekten ibaret kalacaktır. Şayet onlar bu robotları perispri ile birleştirdikten sonra uygun zemin ve şartları da hazırlayarak, bir insanın normal olarak tekâmülünü sağlayabilirlerse, normal canlılar imal edebilirler. Bu yol insanlar için açıktır.
Fakat, insanların sun’î canlılar imal etmesi, yani tekâmüle sevk olunan ruhlarla robotları birleştirebilmesi sonucu hâsıl olacak canlılar, yine eskilerinden pek farklı olmayacaklardır. Çünkü neticede insanlar sadece beden imâl edebilmiş olacaklar, fakat ruhu imal değil, izaha bile asla muktedir olamayacaklardır!.
183.
ARZ
Arz öyle bir dünyadır ki, çorak yerlerin altında madenler bulunur, çöllerin diplerinde ise petrol kaynaşır.
Arz öyle bir robottur ki, üzerinde yaşayanları düşünceye tefekküre sevk eder. Ondan istifade etmeyi arzu eden, muhakkak eder.
184.
EGOİZM VE EKMEK BAĞI
İnsanları evvelâ mide ihtiyaçlarından yakalayanlar ve onları kendi arzularında kullananlar, midelerinden yakaladıklarının haklarını yiyip yutarlar. Onları evvelâ ağızlarını açamayacak hale getirdikten sonra menfaatlerine el koyanlar; alçakların en alçaklarından, zelillerin de en zelillerindendir[27].
185.
YÜZEYDE KALANLAR
Bazı insanlarla anlaşmak çok zordur. Buna rağmen bu kişiler son derece iyidirler, doğrudurlar fakat onlar için her şey yüzeyden ibarettir. Bu yüzeyin derinliklerine veya yüksekliklerine nüfuz edemezler.
Düşündükleri gibi söylerler, söyledikleri gibi düşünürler, verdikleri kararlar ise çok defa yüzeyseldir. Onlar gibi yüzeyde kalmayıp, derinine veya yükseklere nüfuz edebilenlerle, bütün iyi niyetlerine rağmen anlaşamazlar. Ve onlar yüzey buutlarından derinliklere nüfuz edemedikleri için; kurtulamazlar..
186.
İDRAK, VİCDAN, GÜNAH, SEVAP VE DEĞER
Her şahsın, içinde bulunduğu tekâmül safhasına uygun bir idraki ve vicdanı vardır. İdrakin yüklediği mes’uliyetleri sadece idrak etmekle kalmayıp hayatına tatbik etmesi; o insanı, bu işi yapabildiği oranda değerlendirir.
Vicdan, insanı daima idrak seviyesine uygun olarak ikaz eder. Hiçbir insanın vicdanı, onu, idrak seviyesinin üzerine çıkarak ikaz edemez. Vicdan; şuur ve idrâkin yüklediği mes’uliyetleri daimî surette hatırlatmakla vazifelidir.
Bir üstün idrak seviyesine erişmek, ancak mevcut idrakin benimsenmiş ve tatbik edilmiş olması ile mümkündür. Üstün idrak, üstün değerlere yol açar. Üstün değer ise, idrak edilen iyilik ve güzelliklerin hayata tatbiki ile kazanılır. Fakat kazanılan her üstün değerin üzerinde, kazanılabilecek daha üstün değerler mevcuttur.
İnsan imtihanlar ile denendiği müddetçe, olumsuz tesirler altındadır. Bu gibi tesirler vicdanı körelterek insanı vicdan sesinin aksi istikametine yöneltebilir. Fena olduğunu idrak ettikleri şeylerin cazibesine kapılarak idrakli kötülük edenler, manevî değerlerinden kaybederler ve günaha girerler. Günahların karşılığı ise ahiret azabıdır.
Doğru olduğuna inanılanların aksini yapmak, ruhu değer zararına uğratır; ruhun değer zararına sebep olan şeylere ise günah denir. Günahlar kazanılamayan; sevaplar ise kazanılan değerlerden hâsıl olurlar.
Ruh, gerek günahlarını, gerekse sevaplarını zaptetmek imkânına maliktir. O, denendiği müddetçe kendi melekesi halinde tezahür eden per robot değeri vasıtası ile, günah ve sevaplarını zapteder. Zapt olunan günah ve sevapların hıfz olunduğu[28] yer vicdana bağlıdır.
Vicdan aynı zamanda, tatbiki düşünülen veya düşünülmeyen fikir ve düşüncelerin mutlak surette geçirildikleri bir süzgeçtir. Vicdan ruhta ruhun değerinin koruyucusudur. Ruha yerleşen günahlar, dünya hayatı boyunca vicdan azabı halinde kendini hissettirirler.
Ruhun dünya hayatı boyunca maddeye bağlı oluşu, maddede bulunuşu, ruhî zevk ve azapları tam mânası ile hissederek yaşamasına engel olur. Dünyada hissedilen vicdan azabı veya huzuru, aslî hayat olan ruhî hayattaki vicdan azabının veya huzurunun yanında pek ehemmiyetsiz kalır.
Dünya hayatı sonunda ruh maddeden kurtulur. Fakat bu hiçbir zaman ruhun maddeli hayat tesirlerinden kurtuluşu değildir. Daha madde ve benzeri varlıklarla denenmesi lüzumlu olan ruhlar için, dünya hayatını takiben ahiret hayatı başlar.
Bir ruh için dünyaya geliş, hakikî doğum olmadığı gibi, dünyadan göçüş de hakikî ölüm değildir. Ruhlar, dünya ve benzeri yerlere, sonsuz güzelliklerle dolu olan asıl yüksek hayatlarına kavuşabilmeleri için lüzumlu olan değeri kazanmaya gelirler.
187.
VİCDAN
Vicdan, bir insanın ruhî yüksekliğinin ölçüsüdür.
188.
BİRBİRLERİYLE ANLAŞABİLENLER
İnsanlar, yayımladıkları şualarla birbirleri ile irtibatlar temin edebilirler, anlaşabilirler. Yayımladıkları şualar birbirlerine intibak eden insanlar, anlaşan insanlardır. Aksi ise anlaşamamazlıkların sebebidir.
İki anlaşan insan, aynı dalga uzunluğundaki istasyonu alan iki radyoya da benzetilebilir.
189.
PER-SER
Per öyle bir değerdir ki, ruh ile birleşerek ser ile bağlantı kurabildiği gibi; ruh olmadan da ser zerreciği ile bağlantı kurabilir. Fakat buna ser zerreciğinin manevî değeri denemez. Perle birleşen ser zerrecikleri, daha önceki izah edildiği şekilde gelişen ser sistemlerinden ayrı olan diğer sistemleri kurarlar.
190.
ÖLÜM VE AHİRET
Madde veya benzeri vasıtalarla denenerek tekâmül eden bütün varlıklar, her maddeli hayat sonunda ölürler. Ölüm, ruhun per değeri vasıtası ile birleştiği ser’den ve dolayısı ile beden şeklinde tezahür eden fakat hakikatte serin şekillendirmiş olduğu sistemlerden başka bir şey olmayan bedenden ayrılması ile meydana gelir.
Ölüm ruhun tekâmülü için olması gereken en lüzumlu hâdiselerden biridir; aynı zamanda da canlı varlıkların yaşadıkları sürece hayatlarında rol oynayan, hattâ hayatlarına yön veren bir hâdisedir. İnsanlar ve hayvanlar hayatlarının sonuna kadar yaşamak için mücadele ederler. Yapılması icab eden de zaten budur, fakat bunu iyi yoldan yapmak şartı ile!.
Hayatta kalmak için yapılan mücadeleler ne kadar tesirli olurlarsa olsunlar, birgün kudretlerini kaybetmeye başlarlar ve ölüme götürecek sebep, vakit gelince, ya ani olarak karşılarına çıkar, yahutta gittikçe artan ve vahimleşen bir hastalık halinde kendini gösterir. Can çekişenin etrafında bulunanlar ne yaparlarsa yapsınlar, mukadder âkıbete mani olamazlar. Mutlak Kanun hükmünü icra edecek ve hasta ölecektir. Nihayet, hastanın şuuru iyice bulanır, hâtıralar yavaş yavaş silinerek kaybolurlar. Vücut uyuşur, bütün ağrı ve sızılar da bedeni terkederler.
Artık perisprinin vücutla olan son bağları kopmak üzeredir. En son anlarda, ruh ve beden arasında kısa bir çekişme olur ve beden en son can çekişme belirtilerini göstermeye başlar, fakat bu çırpınışlardan derin bir uykuya dalmış bulunan hastanın asla haberi olmaz. Artık o bir daha ahirette uyanmak üzere uykuların en derini olan ölüm uykusuna dalmıştır.
Hepsi birbirinden farklı olan ölüm hâdiselerinde ortak olan bir taraf vardır, o da; ölüm ânının bilinmemesidir. Ölmek üzere olan insan, isterse en son saniyelere kadar aklı başında olsun, yine de öldüğü andan haberdar olamamaktadır. Ölüm hâdisesi yavaş yavaş cereyan eden bir hâdise değildir, ruh bir anda ahirete intikal eder. Ahirete intikal edince de, ruhun hayatını, artık zaman ve mekân mefhumlarından faydalanarak tam anlamıyle madde dünyasındakilere izaha imkân yoktur.
Ahiret, üç buutlu âleminizin çok üzerinde bulunan ve maddeli yerlerdeki ölçülerle değerlendirilemeyen manevî bir yerdir. Dünya idraki göz önüne alınarak bugüne kadar indirilip açıklanan bütün bilgilerde, ruhî hayatın sadece ahiret devresi izah edilmiş ve ötesine gidilmemiştir. Mevcut din kitaplarındaki cennet, cehennem izahları, mecazî misallerle ahiretin (spatyomun) izahından başka bir şey değildir.
Madde ve madde benzeri robot değerlerin tesirlerinden, tekâmül ederek tamamen kurtulmuş olan ruhların artık ahiret hayatı yaşamalarına lüzum yoktur. Onlar, saf ruhlar halinde ahiret üstü bir hayat yaşarlar.
Şimdiye kadar, dinî yollardan, ahiret ötesinin izah edilmeyişi, insanlığın idrak seviyesi ile ilgilidir. Bugüne kadar yapılan cennet ve cehennem izahlarının maddî misallerle dolu oluşunun birinci sebebi; genel idrak seviyesine hakikatleri izah için mecazî ve maddî misallere ihtiyaç hâsıl oluşu, ikinci sebebi ise; ruhun ahirette kaldığı sürece per ile irtibatta bulunması yüzünden, dünya hayatının tesir ve izlenimlerini ahirette büyük bir kudretle yaşayabilmesidir.
Ruh, ölümden sonra bedeni terk etmekle, birçok tesirler altında bulunmasına rağmen büyük bir serbestîye kavuşur. Bedenini terk etmesine rağmen per ile olan irtibatını muhafaza etmekte olan ruh, ahiret hayatını, dünya tesirleri altında yaşamaya başlar.
Artık o, dünya hayatı ile, ebedî hayatı olan maddesiz hayatı arasında ve her iki hayatın da tesirleri altında olarak ahirettedir. Üzerinden beden ve sair maddî dünya yüklerinin kalkması ile manevî değerini idrake yaklaşan ruh, bir taraftan ahiret hayatına tedricen alışırken, diğer taraftan da dünya hayatının hesapları görülür.
Ahirette beden ve dünyanın maddî tesirlerinden uzaklaşan ruh, bağlı bulunduğu per vasıtası ile dünya hayatında yaşamış olduğu hâdiseleri son derece kuvvetle ve dünya hayatındakinden çok daha tesirli olarak yaşamaya başlar. Ahirette tekrar yaşanan hâdiseler, o ruhun tekâmül gayesi ile karşılaştığı, başardığı ve başaramadığı imtihanlardan en büyük ve önemli olanlarıdır. Sık sık tekrarlananlar ise, ruhun idraki olarak dünya hayatında yapmış olduğu iyilik ve fenalıkların değerce karşılıklarıdır.
Ruh, ahiret hayatını, olgunluğu oranında idrak edebilir ve ancak uzun tekâmül devrelerinden sonra ahiret hayatının üzerine çıkabilir. Maddeli tekâmülün zirvesine erişen ruhların per ile olan irtibatları çözülür; onlar hiçliklere yükselirler ve tekâmüllerine ahirettekine göre çok daha geniş serbestî ve imkânlar içersinde devam ederler.
191.
HAYAT, ÖLÜM
Tekâmül etmiş ruhlar için hayat uykuya, ölüm ise uykudan uyanmaya benzer.
192.
MADDE
Madde, sadece imtihan vasıtası değildir. Maddeli hayattaki misaller, insanları maddesiz hayatı idrake alıştırır. Çünkü maddeli misaller, maddesiz olan manevî hayatın zerre kabilinden modelleridir.
193.
Bütün yüksek fikirlerin menşe’i aynı yüksekliktir. Bütün icat ve buluşlar ise sadece plân icabıdır. Mucit, hakikatte bir vasıtadır. Bunu insanî cüz’i kabiliyetçiklerle karıştırmamak lâzımdır. Her şey, her şeyi var edenin Mutlak Varlığının, Mutlak Kanun ve Plân’ındandır. Aradaki plânlar, varlıklar, insanlar, sadece vasıtalardır.
194.
MUTLAK VARLIK
Tanrı, dünyada, kâinatta ve kâinatlarda “Mutlak Değerler” halinde tezahür eder. Mutlak Varlık, Mutlak Kanun ve Mutlak Plân şeklinde tasnif ederek izah edeceğimiz şeyler, hakikatte Tanrının varlıklar üzerindeki tezahürleridir. İnsanî idrak, bu tezahürlerin üzerine çıkamaz; onun çok üzerinde ise Tanrı mevcuttur.
195.
TANRI VE MUTLAKLAR
Mutlak Varlık, Mutlak Kanun ve Mutlak Plân’ı Tanrıdan ayrı olarak müşahede etmenin sebebi; Tanrının bütün bu Mutlaklarla kabiliyetlerini sınırlamamak içindir.
Hakikatte bunlar Tanrının var ettiği robot değerlerdir ki, yaptırmak istediği en büyük icraata onları vasıta eder, onların kanununu tatbik eder ve bütün olup biteceği onlara atfedilen plânla plânlar.
196.
HAKİKAT BASAMAKLARI
Her seviyenin bir realitesi vardır. Her tekâmül devresinin ise hakikatleri başka başkadır.
Daha yüksek hedeflere asla birdenbire erişilemez. Çünkü en yükseklere eriştiren bir merdiven ve merdivenin tedricen yükselten basamakları vardır. En yüksek hakikate doğru yükselinir; fakat erişilemez! Çünkü orada her şeyin, hiçbir şeyle tahdit edilmesine imkân olmayan âmili vardır.
197.
REALİTE
Realite; insanların inanarak doğru olduklarını savundukları şeylerdir.
İnsan tekâmül ettikçe realitesini de yeni tekâmül seviyesine uyacak bir şekilde değiştirir. Şu halde bir devrin realitesi, diğer bir devrin realitesine uymamaktadır. Hattâ aynı devirde yaşayan insanların arasında da realite farkları mevcuttur.
Ruhlar her tekâmül mertebesinde aynı değildirler. Onlar tekâmül ettikçe kabiliyetleri de artar, bunun sonucu olarak da hakikatleri daha iyi anlar ve onlara daha çok yaklaşırlar. Bir taraftan duygu, diğer taraftan da daimî surette görgüleri artan ruhların realiteleri de durmadan genişler. İnsanlar dolayısı ile dünya tekâmül ettikçe realite de eskisine göre biraz daha hakikate doğru yaklaşarak tekâmül edecek ve değişecektir. Mutlak Realite ise, ancak Allaha mahsustur. Ona asla erişilemez!
Ruhun Mutlak Kanunda hâsıl olan sonuçlara uygun düşünceleri verite’dir. Her realite verite değildir. Çünkü realitelerin hepsi Mutlak Kanun esaslarına ve Mutlak Kanundan hâsıl olan sonuçlara uymazlar. Meselâ bir zamanlar, dünyanın küre halinde olduğu bilinmiyor ve dümdüz olduğu zannediliyordu. Bu, o zamanın realitesiydi. Fakat Mutlak Kanun sonuçlarına uymadığı için bir verite değildi. Buna rağmen, dünyanın yuvarlak olduğu daha o zamanlar bilinmediğinden, hataya düşülmüş ve verite olmayan bir realiteye uzun süre verite gözü ile bakılmıştı.
Keza, çok eskiden sevap sanılan şeyler daha sonraları günah halini almışlardır. Meselâ, eskiden puta tapılıyordu. Bu, o devrin realitesiydi. Fakat zamanla bu realite değişmiş ve Tanrı dururken puta tapmanın günah olacağı fikri realite halini almıştır. Bu iki halden veriteye daha yakın olanı, hiç şüphesiz ki ikincisidir, fakat birincisi de zamanında bir verite addedilmişti.
Görülüyor ki, “yüksek hakikatler” konusunda Mutlak Realite’ye erişilememiş ve erişilemiyecektir de.. Çünkü insanlar, kendilerini bu kadar yüksek hakikatlere eriştirecek imkânlara malik değildirler. İnsanlar, ancak madde aracılığı ile yüksek hakikatlerden ve madde üstü varlıklardan haberdar olabilmektedirler. Bu sebeple, verilen bilgiler ne kadar yüksek olurlarsa olsunlar, yine de izah etmekte oldukları hakikatleri tam değeri ile size ulaştıramazlar. Çünkü insan, o yüksek bilgileri tam değerleri ile idrak edebilmek imkân ve vasıtalarına malik değildir.
İnsanlık yüksek bilgileri daha iyi anlayabilecek mertebelere ancak tekâmül ederek erişebilir, fakat hiçbir zaman, onları lâyıkiyle idrak edebilecek duruma yükselemez.
Dünyaya zaman zaman indirilen bütün tebliğler, günün ve yakın geleceğin realiteleri göz önünde bulundurularak ve zamanın kavrayabileceği misallerle süslenerek indirilmiştir. Bu sebeple birkaç asır evvel dünya realitesine uygun gelen bir bilgi, birkaç asır sonra değişmiş bulunan realiteye tamamen intibak etmeyebilir. Asırlarca evvelki realiteye uygun bir bilginin asırlarca sonraki realiteye tıpa tıp uymaması gayet doğal bir sonuçtur.
Hakikat böyle iken, insanlar, eski realiteye uygun olarak vaktiyle indirilmiş bilgilerin bugünün realitesine uymayan taraflarını arayıp bularak, o bilgilerin hatalı, hattâ yalan olduklarını ispata çalışmışlardır.
Realite hatalarının ruhi tekâmülde çok büyük rolleri vardır. İnsanların, günün realitesine uygun hakikatleri kitaplardan okuyup öğrenmeleri; o hakikatleri benimsemeleri için kâfi gelmemektedir. Şayet böyle olsaydı; suçluların feci âkıbetlerini duyan, gören ve okuyanlar, lüzumlu olan ibret dersini alır ve o suçu işlemeye teşebbüs etmezlerdi.
Bir şeyi öğrenmekle, öğrenileni benimseyerek hayata tatbik etmek arasında çok fark vardır. Bir insanın okuduğu veya duyduğu bir fikri benimseyebilmesi için o fikri benimseyebilecek seviyeye yükselmiş olması icab eder. Bunu ise insanlar ancak, tekâmül yolunda sarf edecekleri gayret ve bu yolda verecekleri emekle kazanabilirler.
Bir insanın halihazırdaki realitesi, eski realitesinden farklıdır. Acaba son realitesine erişinceye kadar yaşadığı ve inandığı realiteler değersiz midirler? Hiç şüphesiz ki hayır. Çünkü insanlar en son realitelerine ancak eski realitelerini basamak olarak kullanmakla yükselebilmişlerdir.
Unutulmaması icab eden bir şey de; ne kadar üstün realitelere erişilirse erişilsin, yine de üzerinde erişilebilecek realitelerin mevcut oluşudur. Kısacası, bir üstün realitenin daha üstünleri vardır ve bütün bu realiteler erişilmesi imkânsız olan Mutlak Realite’ye uzanan yol üzerinde dizilidirler.
Bir evvelki realiteden, bir üstün realiteye, eski realite tatmin etmediği için yükselinir. Buna da sebep, eski realitedeki bazı hata veya eksiklikleri idrak edebilecek seviyeye yükselinmiş olunmasıdır. Bir gün gelecek bugünkü realitede de bazı hatalar görülerek, yukarı realitelere yükselinecek ve bu böylece devam edip gidecektir. Hatalı inanışlardan, daha az hatalı inanışlara yükselerek, erişilmesi imkânsız bir hedef olan Mutlak Realite istikametinde tekâmül devam edecektir.
198.
BÂTIL
Maddeye, puta, maskota tapılan devirlerin bırakmış olduğu tesirlerden ruhunu temizle!. Varlığını karartan, bâtıl düşüncelerden idrakini kullanarak sıyrıl. Bil ki, dünyadaki en temiz ruhlar bile temizlenmek ihtiyacındadırlar.
199.
HAKSIZ
Sana haksızlık edene kızma ve onu hoş karşıla. Şayet haksızlığını idrak eder ve senden özür dilerse, ona, haksızlıklarla karşılaşınca, senin onu karşıladığın şekilde karşılamasını rica et.
200.
AFFETMEK
Kalben atfetmedikten sonra sözle affetmenin kıymeti yoktur. Kalben affediş, ruhen affediştir.
201.
İYİLİĞİN TATBİKİ
Hem iyi ol, hem de her duyduğunun iyilik için söylendiğini zannetme! Çünkü bütün insanlar iyilikten kolayca bahsederler, fakat söylediklerini tatbikte zorluk çekerler.
202.
EBEDÎ HAYAT İLE İRTİBAT
Ebedî hayattan birçok misalleri dünya hayatında görmek mümkündür. İşte buna bir misal olarak dünyada yaşayan insanlar arasındaki irtibatı gösterebiliriz. Yakından ve uzaktan, vasıtalı ve vasıtasız olarak yapılan temasların çok hem de pek çok mükemmeli aslî hayat’ta mevcuttur.
Bir de dünya ile ahiret arasındaki münasebetler, irtibatlar vardır. Bunlar medyomlar ve rüyalar vasıtasiyle temin edilen irtibatlardır. Her insan medyom değildir; fakat rüya görmeyen insan pek azdır.
Rüyaların menşe’leri çeşitlidir ve bunlardan bir kısmı ahiret denen bedensizler âlemi ile irtibattır. Dikkat edilmesi gereken bir husus da, görülen birçok rüyaların içersinde vazifeli olarak dünyaya gönderilenlerin pek az görüldüğüdür.
203.
SPATYOMDA “MADDE DIŞI LİSAN”
Spatyomdaki bir ruh ile medyom vasıtasiyle temas kurulabilir. Burada ruh, medyomun anlayacağı ve anlatabileceği bir lisanla hitap eder. Bu, ruhlar için gayet kolaydır. Çünkü onlar orada madde aracılığı olmadan anlayabilmek imkânlarına sahiptirler. Bu imkâna sahip olan ruhlar, kolaylıkla medyom ile anlaşmak imkânlarını elde ederler.
204.
SPİRİTİZMA TATBİKATINDA YAPILAN HATALAR..
Spiritizma deneylerinde bazen, siyah elbise ve önlükler kullanılmıştır. Buna sebep, medyomun şuaları cezbedebilmesini temin etmek arzusu idi[30].
Halbuki siyah renk, ancak madde şualarını cezbeder. Medyomun aslında beyaz renk kullanması icab eder; buna da sebep, manevî şuaları alırken, madde şualarını beyaz renk vasıtası ile uzaklaştırabilmektir[31].
205.
REALİTE, VERİTE[32] VE HATA
İnsan hata yapar. Hata yapmayan insan ise mevcut değildir. Her insanın bir realitesi vardır. Dünya hayatı ise bu realitelerin verite haline gelmesine müsait değildir.
İnsanlar, hatalarını anlamaları ve onları tamir etmeleri oranında tekâmül ederler.
206.
HATA VE YARDIM
Hatalar tekâmül için çok lüzumludur. Bir insana hatasını tamir için yapılacak yardım, şayet yoluna uygun yapılmıyorsa, o insana zararlı olabilir.
207.
REALİTE HAKKINDA
Dünyada insan adedi kadar çeşitli realite mevcuttur. Her insanın realitesi küçük ve büyük farklarla diğer insanların realitelerinden ayrılır. Bir ruh için realite olmayan, daha tekâmül etmiş bir ruh için realite olabilir.
208.
TEK REALİTE, TEK VERİTE
Tek realite, aynı zamanda tek verite, her şeye âmil olan ve mutlakları ihtiva edendir.
Mutlak Kanun veritedir. Mutlak Kanuna yaklaştıkça realiteler değerlenir ve verite halinde tezahür ederler.
209.
EN BÜYÜK HATA
Bir insanın dünya hayatında yapabileceği en büyük hata, kendi realitesinin “mutlak realite” olduğunu iddia etmesidir. Dünyada yaşayan hiçbir insan, mutlak değere erişen bir realiteye sahip olamaz.
Bir insan şayet realitesine takılır ve onu bir ideal addederek tekâmülüne engel olursa, o insan tekâmül edebilme imkânlarını frenleyen bir zavallıdan başka bir şey değildir!
210.
İLMÎ REALİTE
Dünya hayatında ilmî realite yoktur. İlmî verite de mevcut olamaz. Mevcut olan sadece ilmî tekâmüldür.
211.
MADDE
İnsanlar manevî değerleri madde ölçülerine vururlar, bu sebeple, hakikatler hatalar içersinde kaybolurlar.
212.
ZAMAN VE MEKÂN DIŞI MEFHUMLAR[33]
Biz size aynı olan bir konuyu çeşitli şekillerde izah etmek yolu ile, madde üstü değerleri idrake yükselinecek yolu göstermekteyiz.
Maddesiz değerler madde dünyasında ve maddî vasıtalarla hiçbir şekilde izah edilemezler. Zaman mefhumunun ve mekânın söz konusu olmadığı bir yerde “evvel” ve “sonra” gibi tabirler veya, şunun bunun “yeri” gibi izahlar olamaz.
Ruh ile perin münasebeti ise hiçbir zaman tam mânası ile dünya anlayışıyla kavranamaz. Çünkü manevî münasebetlerde ne yer, ne mekân, ne zaman, ne de cisim veya madde mevcuttur. Ruhu tarif ederken “spatyoma yükselir”[34] demek de, tam mânası ile mecazî bir izahtır; çünkü ruh bu mecazî yükselişi esnasında, dünya anlayışı ile 1 mm. mesafe bile katetmez. Manevî değerler, maddî mesafelere ve zamana ancak madde aracılığı ile tâbidirler.
Hiçlikler ve spatyom gibi, bölgelere ayırarak izah ettiğimiz hakikatler de mecazî mânadadır. Mekân mefhumunun hiçbir rol oynamadığı maddesiz hayatta bölgelerin mevcut olabilmesi imkânsızdır.
Manevî değerler, madde dünyası şartlarına ancak madde ile irtibat kurarak intibak ederler. Böyle olduğu için de manevî değerler ancak maddî misal ve vasıtalarla izah olabilmektedir.
213.
SAN’ATKÂR
Dünya hayatını yaşayan yüksek ruhlar, ruhlarının değerleri oranında, dünya hayatında da manevî bir hayat geçirirler. Bunların çoğu san’atkârlar ve eser verebilen, iç hayatlarını maddeye aksettirebilen değere erişmiş olanlardır.
214.
MADDELİ HAYAT VE RUHLAR
Maddeli hayata dönüşün esas sebebi, hiç şüphesiz ki ruhî tekâmüldür. Madde, ruhî tekâmül için daima bir vasıtadır. Geri ruhlar, dünya hayatında her ne kadar maddeyi esas zannederlerse de, hakikatte madde her zaman için ruhî tekâmüle bir vasıtadır.
Ruh üzerinde madde, tam bir hâkimiyet kuramaz. Maddenin; üzerlerinde tam bir hâkimiyet kurduğu zannedilen ruhlar ise ruhluk vasfını haiz değillerdir. Hayatı, para biriktirmek için gaye addedenler geri ruhlardır. Bir hayat boyunca tamamlanmamış işleri tamamlamak için spatyomdan dünyaya dönmek isteyen ruhlar da mevcuttur.
Tekrar dünyaya dönecek olan ruhlar, per değeri vasıtası ile yüksek ruh ve değerlerin yardımlarına mazhar olurlar ve dünyaya dönerek tekâmüllerine kaldıkları yerden devam ederler.
215.
YOL
Dünya hayatında; evvelâ ruh, sonra sıhhat, ondan sonra da meşru yollardan madde aranmalıdır. Evvelâ madde arayarak, ruh ve sıhhat ihmal olunmamalıdır. Geçici hırs ve ihtiraslara kapılarak asıl değer unutulmamalıdır,
Sonsuzluklarla ifade edilemiyecek irtifalara[35] doğru yükselen hakikatleri idrake, idrak edilenleri ise hayata tatbike çalışılmalıdır.
[1] Bedri Ruhselman belirtilmektedir.
[2] meleke: İcra vasfı, yeti.
[3] şuur: Ruhta birikmiş olan bilginin tamamına verilen isimdir ki, “bilmek” şeklinde tezahür eden; bilgi, tecrübe kayıtları, sonuç çıkarma (sentez) haznesidir. Şuur, “ruhun kendisidir” diyebileceğimiz kadar ruhu meydana getiren canlı bir bilgi arşividir. Karşılaşılan bir durum veya gelen bir tesirin uyarısıyla, bu arşivin (ruh enerjisiyle) tarama çabasına DÜŞÜNME, mevcut bilgilerde yapılan tarama ve karşılaştırma sonucu uyarı hakkında yargıya varmaya İDRAK diyoruz.
Şuurdaki mevcut bilgiler yetersiz kalır ise idrak olamamakta, her idrak edilebilen sonuç ise, gelen uyarı hakkında bir bilgi olarak mevcut şuura eklenmekle ve şuuru zenginleştirmektedir. Ruhun tüm bilgisine “ruhun aslî şuuru” denir. Ruhun bedenlenmesinden dolayı bilgilerin üzerine adeta bir sis perdesi iner ve kişi sadece bedeni ile o dünya hayatında edindiği bilgi kayıtlarının farkındadır. Bedenlide ön plânda olan bu melekeye “dünya şuuru” denir ve daima “aslî şuur”la temastadır.
[4] Değerler, yüksele yüksele Mutlak Varlığın “bir”liğine kadar çıkarlar.
[5] irşad: Doğru yolu gösterme; aydınlatma; uyarma.
[7] telâkki eder: Kabul eder, sayar.
[8] maddeli istinadgâh: Ona benzeterek veya baş vurarak izah edilebilecek bir madde, bir sembol.
[9] irade: İstemek ve isterken de bu isteğin olmasını sağlayan ruhî potansiyelde olmak hali. İstenenin olması için bir ruhî güç sarfı gereklidir ki, bir şeyi yapmayı veya yapmamayı isteyen varlık, o isteği esnasında gerekli ruhî gücü de, istekle beraber harekete geçirir. Bu istek, beraberindeki ruhî gücün kuvvetine göre “irade gücü” olarak ortaya çıkar.
[10] Hayvanlık safhasının ortak melekesi olan irade, yani isteyiş; gerek içgüdüsel, gerekse bilinçli olarak hayvanlığın her aşamasında izlenebilir. Yani bir örümcek dahi, içgüdüsel de olsa, meselâ ağını örmek “istemekte”dir. Bir köpek ise, sahibinin ondan istediği şeyleri dahi yapmak “isteyip” yapabilmekte; uzağa atılan bir şeyi getirmektedir. Fakat idrak’a gelince, insanlık safhasının bu üstün melekesi, hayvanlık safhasında; hiç bulunmamak ile, ileri denilebilecek bir seviyeye kadar geçiş aralığı halinde izlenebilmektedir: Basit hayvanlarda idrakin olmadığını görmekteyiz: Tek hücreliler, böcekler, kertenkele, balık gibi. Daha ileri aşamalardaysa idrakin başladığı görülür: Terbiye edilince bazı şeyleri öğrenen güvercin, tavşan, yunus balığı gibi. Çok ileri hayvanlarda ise idrakin, adeta insanlarla anlaşabilecek, onlara arkadaşlık yapabilecek dereceleri görülür: Şempanze, köpek, at, fil.. gibi hayvanlar, icabında insanların aklına gelmeyen bir davranışta bulunup onları şaşırtabilmektedirler.
[11] tasavvur-tahayyül (ideation imagination): Dıştan gelen tesirler insan şuurunda idraki meydana getirmektedir. Duyularımız ışık, ses, dokunma, koku ve tat gibi tesirler aldığında, bizde o cisim veya olay hakkında bir idrak oluşur. Fakat bu idrak, ayna önündeki cismin kaldırılması ile aynada görüntünün yok olması gibi olmaz. İdraki meydana getiren sebep ortadan kalktıktan sonra idrak işi sona ererse de bizde bir “iz” bırakır. Bu iz sayesindedir ki biz evvelce idrak ettiğimiz bir şeyi sonradan ve dışardan bir tesir olmaksızın hatırlayabilir ve tekrar fikren (düşünce olarak) canlandırabiliriz. İşte evvelce idrak edilmiş olan şeyleri dışarıdan gelen bir tesir olmadan tekrar fikren şekillendirip biçimlendirmeye, onları canlandırıp hatırlamaya “tasavvur” denilmektedir. Meselâ, “Ben, bir elmayı tasavvur ediyorum” demek; evvelce tanıdığım bir elmayı, rengiyle, şekliyle gözümün önüne getiriyorum, tadını, kokusunu duyar gibi oluyorum, demektir. Bu tasavvurlar, somut şeyler (insan, yer, olay...) olabileceği gibi, soyut kavramlar da olabilir (ahlâk, hürriyet, adalet, mutluluk tasavvurları gibi). Hafızamızda mevcut bulunan tasavvurlarımızın özelliklerini, diziliş sırasını değiştirmek suretiyle yeni tasavvurlar, yeni tasavvur silsileleri meydana getirmek kudret ve kabiliyetine ise “muhayyile” (imagination) diyoruz. Muhayyile sayesinde meydana gelen tasavvurlara hayal, hayaller yapmak işine de “tahayyül” denir. Hafızanın vazifesi, evvelce idrak edilmiş şeyleri saklamak ve icabında bunları hiç değiştirmeden aynen tekrar etmektir (tasavvur işi). Tahayyül işinde ise yaratıcılık (creation) vasfı vardır. Gerçi, tahayyül ile hiçbir şey yoktan var edilemez. Yaratılan hayallerin esas unsurları hafızadan alınır. Fakat bunların terkipler halinde mezcedilişiyle yenilikler vücuda getirilir. Bu yüzden hafıza, tahayyül için gerekli hammadde deposudur. Kısaca; tahayyül etmekle yani muhayyile sayesinde, yeni hayaller meydana getirilir. Fakat aynı türden mevcut idrakler, kişilerde değişik hayalleri meydana getirirler. Bu tıpkı, aynı renk boyaları kullanan ressamların, aynı notaları kullanan bestekârların, boya ve notaları mezcederken başka başka resimler ve melodiler meydana getirişleri gibi, yaratış kabiliyetine göre değişen bir durumdur.
[12] Sübjektif değil, reeldirler.
[13] Burada; bedendeki mikroorganizmaların dahi tekâmül eden değerler taşıdığı belirtilmektedir.
[14] intibak etme: Adapte olma, uyum sağlama.
[15] elzem: En lüzumlu; en gerekli.
[16] Meydana getirenlerine, bileşenlerine.
[17] fiiliyat: Yapılan şeyler, işler.
[18] riyazet: Tarikatlarda, özellikle aç kalarak nefsin isteklerine karşı koyma ve nefsi köreltme mücadelesi; riyazet sırasında bazı olağanüstü ruhî haller hissedilirdi.
[20] Buradaki “ilk girdiği beden” tabiri ile “babanın bedeni” kastedilmektedir.
[21] Eksikli yaratılmış, nâtamam anlamında.
[22] maiyet: Bir âmirin emri altında çalışanlar.
[24] zaaf: Zayıflık; kuvvetsizlik; insanın “bazı konularda” kendine hâkim olamadığı, o konudaki irade zayıflığı hali.
[25] cezbetme: Kendine doğru çekme.
[28] hıfz olunduğu: Saklandığı; ezberlendiği.
[29] mucit: İcat eden; fikir ve mâna türeten.
[30] Siyah; ışığı ve içindeki tüm renkleri üzerinde tutar, yansıtmaz. Beyaz ise; ışığı ve tüm renkleri yansıtır, üzerinde tutmaz.
[31] Mevlevîlerin sema ederlerken beyaz giymeleri gibi.
[32] verile: Realite gibi, kişinin tekâmül derecesine bağlı olarak “gerçek olduğu zannedilen hakikatler” olmayıp, “mutlak hakikatler”dir ki; insanlar, verite doğrultusunda yükselen realitelere sahiptirler ve realitelerini verite zannederler.
[33] mefhum: Kavram, anlaşılan mâna.
[35] irtifa: Yükselme, yükseklik; yukarı çıkma.
|