Lisanssız Demo Sürümü
Lisanssız Demo Sürümü
Lisanssız Demo Sürümü
Lisanssız Demo Sürümü
Lisanssız Demo Sürümü
Lisanssız Demo Sürümü
Lisanssız Demo Sürümü
Lisanssız Demo Sürümü
Lisanssız Demo Sürümü
Şuur İnanç I ; Bölüm 11 - www.şuurluinanç.com

 


 

  

 



 

 

 

  

                              
                                                                                                                                                     

         Aramanızı büyük harfle yapınız  

      

...Şuurlu İman devri , insanlığın idrak edebileceği en yüksek devir olacaktır...

Şuur İnanç I ; Bölüm 11
716.
TEKÂMÜLE SEVK EDİLEN DEĞERLER
 
Tanrı, tekâmüle sevk edeceği varlıkları, onlara kendi izahı imkânsız değerinden bahşederek halk etti.. Onlar, ancak tekâmül ederek değerlerini idrak edebilecek “değersizlikler” halinde halk edildiler.
Yukarıdaki kısa izahta, değer’in de asıl anlamı izah olunmaktadır. Bir şeyin değeri çok fazla olabilir, fakat bu değer herhangi bir tarzda tezahür etmezse ve o değerin sahibi olan varlık kendi değerinden haberdar değilse; o değer âtıl bir değerdir. Kısaca; “değerlerin değersizlik halidir” denilerek de izah olunabilir.
Bu hal robotlarda da görülebilir. Meselâ ateşle karşılaşmadan gayet zararsız bir şey olan dinamit, ateşle karşılaştırılınca derhal patlayıcı ve tahrip edici kudreti ile tezahür eder. Dinamiti hiç tanımayan birisi onun patlayıcı bir madde olabileceğini kolayca düşünemez, düşünemediği için de dinamitin tahrip ediciliği onun için meçhuldür..Bu ve buna benzer birçok misaller sıralanabilir. Fakat biz bir tanesini yeterli görerek konuya devam edeceğiz.
“Tanrı, tekâmüle sevk ettiği varlıklarını, kendi değeri ile halk etti” demek doğrudur; fakat, şayet “Tanrı tekâmüle sevk ettiği varlıklarını var etmek için Mutlak Varlığını vasıta etti” denirse, bu izah da yanlış değildir ve bu izah analiz metoduna göre yapılmıştır. Analiz metoduna göre; Tanrı tekâmüle sevk etmek istediği varlıkları Mutlak Varlığına var ettirmiştir. Çünkü Tanrının kudret ve imkânlarını, “O; tekâmüle sevk edilen varlıklarla, robotları halk eden ve idare edendir” diyerek tahdit edemeyiz!. Çünkü O’nun icraatını tahdit eden ne bir varlık vardır, ne de bir kanun veya sistem mevcuttur.
Fakat Tanrı, kendi arzusu ile Mutlak Varlığın icraatıyla tezahür etmektedir. Çünkü O böyle tezahür etmek istemiştir. Kısaca; Tanrı, Mutlak Varlık denilerek izah olunamaz. Çünkü O, “varlığın” kanunu ile idare edilen sistemlere hiç benzemiyen, sonsuz sistemleri kolaylıkla var edebilecek bir kudrete malik olan değerdir. Hattâ O değer’in üzerinde olduğu ve değerler ancak O’nun arzusuna göre değerlendirilebildiği için, O’na değer dahi demek doğru değildir.
Şu halde bütün varlıklar, Tanrıyı düşünmeye yeltenir yeltenmez sonsuz bir acz içinde kıvranmaya başlarlar!.. İşte bu sebeple de O, Mutlak Varlığın icraatıyla hudutlandırılamaz. Fakat, O arzu etmiş ve insanlar tarafından hissedilebilen bir kısım icraatını, Mutlak Varlık ve onun Kanunu ile hudutlandırmıştır. Böylece Mutlak Varlık, Tanrının bir kısım icraatının izahı olması bakımından, ona, Tanrının hudutlu tezahürü gözü ile bakılabilir.
Tekâmüle sevk olunan varlıklar, Mutlak Nizama uygun olarak tekâmül edebileceklerinden, (kısaca; Mutlak Nizama tâbi olduklarından) onlara;
“Tanrı, tekâmüle sevk edilen varlıkları Mutlak Varlığına var ettirmiştir”
demekle bir mazhur olmadığı gibi;
“Tanrı, tekâmüle sevk ettiği varlıklara kendi değerinden bahşederek Mutlak Kanun esaslarına göre tekâmüle sevk etmiştir”
de denilebilir.
Bu iki tarif arasında, sizlerin madde tesiri altında bulunmanızdan doğan bir fark mevcuttur. Çünkü siz ancak maddî mefhumlarla bir şeyi anlayabilir, değerlendirebilirsiniz. Halbuki bu bilgiler madde hudutlarını aşan bilgilerdir. Böyle olduğu için de muhteviyatında manevî mefhumlar rol oynamaktadır. Siz ise ancak şuur ve liyakatiniz oranında bu bilgilerdeki manevî değerlere yaklaşarak faydalanabilirsiniz. Bu; dünyaca tatbik edilebilecek en üstün tekâmül metodudur ki, ancak çok ileri realitelerde faydalanabilinecektir.
Siz ise, mevcut bilgilerin manevî değerine yaklaşmaya ve asıl ifade etmek istedikleri şeyle, madde tesirleri altında yaptığınız izahlar arasındaki farkı liyakatle kapamaya çalışarak tekâmül edebilirsiniz. Bu sebeple de bu bilgilerde erişebildiğiniz değerleri sözle izah etmekte zorluk çekeceksiniz. Fakat bu zorluk sizi ileri realitelere eriştirecek bir zorluktur. Çünkü bu bilgileri, daha fazla, hissedebilecek fakat izah edemiyeceksiniz. Bu hal dünya hayatınız boyunca zaman zaman bir acz olarak tezahür edebilir. Fakat hakikatte; manevî değerlere doğru, madde baskısına ve tahdidine rağmen, bir yükseliştir.
Tanrı, tekâmüle sevk ettiği değerlerin tekâmül edebilmeleri için, tekâmüle yardımcı robot değer ve varlıkları halk etmiştir. Hiç şüphesiz ki robot değer ve varlıkların da menşe’i, “manevî” denilerek dahi tahdit edilmemesi gereken Tanrı’nın varlığıdır.
Şimdi akla “acaba tekâmüle yardımcı varlıklar mı, yoksa tekâmüle sevk olunan değerler mi daha evvel halk edilmiştir?” suali gelir. Bunu yine size madde tahdidi altında bulunduğunuzdan dolayı lâyıkiyle izaha imkân yoktur. Çünkü sizin dünyada tanıdığınız zaman mefhumunun robotsuz hayattaki zaman mefhumunun karşılığı olan mefhumlarla alâkası yoktur. Buna rağmen hepsinin aynı anda halk olunduğunu kabul edebilirsiniz.
Tanrı, tekâmüle sevk ettiği varlıklarla, tekâmüle yardımcı varlıkları “an” bile denilmemesi gereken bir sürede var etti. Veya; Tanrı Mutlak Varlığına, tekâmüle sevk ettiği varlıkları “an” bile denilmemesi gereken bir sürede var ettirdi denilebilir. Bu iki ifadeden birincisi “analizden sonra sentez”, ikincisi ise “analiz” metoduna uygun izahlardır. Analizden sonra elde edilen “sentez bilgiler”in ise değerce analiz metodundan daha üstün olmaları gerekir.
Madde de robotlardan biridir ve Tanrının arzusu ile Mutlak Kanun esaslarına göre, Tanrının manevî denilmesi bile doğru olmayan yüksek tesirleri ile ihtiyacı karşılayacak şekilde kabalaşmış’tır.
Maddenin kabalaşıp incelmesi, ihtiva ettiği manevî değer ve tesirlerin değişmesi ile mümkündür. Fakat bu, maddenin geniş mânadaki değeri üzerinde bir tesir icra etmez. Çünkü madde hakikî mânada, tekâmüle sevk olunan değerler gibi bir değere malik değildir. Onu sadece tezahür edişine göre, tekâmüldeki varlıklar kendi değerleri ile değerlendirebilirler. Bu sebeple de; tekâmüldeki varlıklar maddeyi değerlendirerek, şuur ve liyakatlerini arttırır, tekâmül ederler.
 
717.
NİÇİN “MUTLAK VARLIK VAR ETTİ” DENİLDİĞİ!
 
Tekâmüle sevk olunan varlıklarla, robot varlıklar arasındaki en büyük fark; Tanrının tekâmüldeki varlıklara kendi şuur ve liyakatleri ile tekâmül etme imkânlarını vermesine karşılık, robotlarda bu hassanın bulunmayışıdır.
Tekâmüldeki varlıkların, sadece Tanrıda mevcut olan değerden malik oluşları, onların “doğrudan doğruya Tanrı tarafından halk olundu” denilebilmesinin âmilidir. “Tanrı, tekâmüle sevk ettiği değerleri en yüksek robotu Mutlak Robota var ettirdi” denilmesinin sebebi ise, tekâmüldeki varlıkları kendi değerinden fakat Mutlak Varlığın Kanununun esaslarına göre var etmesinden ileri gelmektedir. Çünkü tekâmüldeki varlıklar Tanrıdan hassalar taşımalarına rağmen Mutlak Varlık hudutlarını aşamazlar. Var edilirken de bu sınırlar göz önünde tutulmuştur. Fakat Tanrı için sınır yoktur.
Sonuç; Tekâmüldeki varlıkların Mutlak Varlık vasıta edilerek var edildiklerini söylemek, onları Tanrıdan ayırarak Mutlak Kanun esasları ile sınırlandırmak içindir. Hiç şüphesiz ki Mutlak Varlık da dahil her şey Tanrı tarafından var edilmiştir. Fakat var ettikleri ile O’nun imkânları asla sınırlandırılamaz.
Kendinden hassalar bahşederek Mutlak Kanun esaslarına görev tekâmüle sevk ettiği değerler, sırf onlarda Tanrı hassaları mevcut diye; asla Tanrı ile bir tutulamazlar.
 
718.
GAYE
 
Mutlak Varlığı, “Tanrının, Mutlak Varlık esaslarına göre var etme fikri”ne benzetebilirsiniz. Buna “arzu” da denilebilir. Hiç şüphesiz ki O’nun arzu etmesi demek, o şeyin, arzu ettiğine tıpatıp uygun şekilde var olması için yeterlidir. Bu sebeple Tanrının mutlaklıkla tahdit etmek istediği arzusuna Mutlak Arzu diyeceğiz. Tanrının Mutlak Arzusu ise, asla, Tanrının arzu ederek “var ettikleri” ile tahdit edilemez.
Tanrı Mutlak Arzusunu kanuna bağlamak istemiştir ki, buna Mutlak Kanun diyoruz. Mutlak Kanun, “halk olan” her şeyin “var” ve idare edilişini esasa bağlayan kanundur. Fakat hiç şüphesiz ki Tanrının hareketlerini tahdit ederek onları kendisine tâbi kılacak bir kanun mevcut değildir.
Mutlak Kanunun icraatı Mutlak Plânla belirtilmiştir. Var olan ve var olacak olan her şey bu plânda mevcuttur. Fakat Tanrının icraatını hiçbir plâna sığdırmaya imkân yoktur.
Mutlak Arzu, Mutlak Kanun, Mutlak Plân; her üçü birden bir vücuda benzer ki, buna Mutlak Varlık denir. Fakat Tanrının izahı imkânsız varlığını ne bir şeye benzetmeye, ne de O’na Mutlak Varlık diyerek tahdit etmeye imkân vardır.
Yukarda vücuda benzettiğimiz Mutlak Varlığın ruhu Tanrının Mutlak Arzusudur. Kısaca, O arzu etmiş ve Mutlak Varlık var olmuştur. O arzu etmiş ve Mutlak Kanun esaslarına göre varlıklar tekâmüle sevk olunmuşlardır.
O arzu etmiş ve bu arzuyu Mutlak Kanunla hudutlayarak Mutlak Varlığa mâlettirmiştir. Ve arzu ederek tekâmüle sevk ettiği varlıklarına, Mutlak Kanun esaslarına göre tekâmül imkânları vermiştir.
Tanrı kendi öz değer cevherinden halk etmeyi arzu ettiği tekâmül eden varlıkları, Mutlak Kanun esaslarına göre var etmek istemeyip, başka esas veya esassızlıklara göre var etmeyi arzu etseydi, o zaman; “tekâmüldeki varlıklar Mutlak Varlık esaslarına göre var edilmişlerdir” denilemiyecekti. Bunun böyle denilmesine sebep, Tanrının, Mutlak Arzusunu Mutlak Varlığa mâletmek istemesidir. Bu sebeple; “tekâmüldeki varlıklar, Tanrının arzusu ile Mutlak Varlık esaslarına uygun olarak var edilmiştir” denebilir.
Tanrı, Mutlak Varlığı Mutlak Arzusu ile varlığına bağlayandır!. Tanrının Arzusu ile Mutlak Varlık esaslarına göre Var olan “bütün robotları ihtiva eden Mutlak Varlık, robotların ilkidir ve onda Tanrı değeri olarak Tanrının Arzusu mevcuttur. Bu arzu, tekâmül ettirme gayesi ile var etme ve idare etme arzusudur.
Bütün varlıklar, Mutlak Varlığın, Mutlak Tekâmül Kanunu’na göre tekâmül ederler. Mutlak Varlığın zirvesi ise Tanrının Arzusudur.
Varlıklar, tekâmül ederek yükseldikçe Mutlak Kanunun robot sınırlarını aşarlar ve Tanrının Mutlak Varlığa ruh olarak kattığı ve her şeyi ona göre halk ettiği Mutlak Arzu’ya erişirler. Ve artık Mutlak Kanunun robot esaslarının sınırlarını aşarak en yüksek (manevî dahi denilmemesi gereken) değerler içersinde yükselirler.
Fakat bu, Tanrıya erişiş değil, O’nun sevgi ve imkânları istikametinde yükseliştir. Tanrı ise her şeyin çok üzerindeki varlıktır ki, O’na değerini arttırarak yükselenler, Tanrıyı daima kendilerinden değerce daha yükseklerde hissederler.
Yukardaki izahattan anlaşılacağı gibi; tekâmüle sevk olunan varlıklar, Tanrının Arzusu ile ve Mutlak Varlık esaslarına göre tekâmül ederek, Mutlak Varlığın robotluk hassalarını taşıyan sınırları aşarak, Mutlak Varlığın ruhu olan “Tanrının Arzusu” mertebesine erişebilir ve artık bütün robot ölçülerin üzerinde, Mutlak Nizama uymak zorunda olmadan, Tanrının erişilmez değerine göre yükselirler ve liyakatlerine göre yüksek manevî vazifelerle, değerlerini Mutlak Kanun esaslarına göre tezahür ettirirler.
Tekâmüldeki varlıklar, en yüksek manevî vazifeleri, Mutlak Varlığın ruhu olan “Arzu” merhalesine eriştikten sonra robotlardan devralırlar. Bu hale, Mutlak Varlığın şuurlanması da denilebilir.
Yukarda, tekâmüldeki varlıkların tekâmül ederek Mutlak Varlık hudutları içersinde mevcut bütün robotlu merhaleleri aşabileceklerini ve artık robotlarla tekâmül etmek tahditlerinden kurtulacaklarını izaha çalıştık.
Tekâmüldeki varlıkların bu yükselişlerinin (mecazî olarak Mutlak Varlığın ruhu dediğimiz) Tanrı Arzusuna doğru olduğunu söyledik.. ki, (analiz metoduna göre) bu; izahı imkânsız kudretler, kuvvetler, imkânlar ve güzellikler ihtiva eden bir arzudur. Ona, Tanrının Mutlak Varlığına ruh olarak vermeyi arzu ettiği kuvvet, kudret, imkân ve güzellikler de denilebilir.
İşte tekâmüldeki varlıklar, bu izahı, imkânsız değere yükselebilir ve bu değer içersinde de tekâmüllerine devam ederler. Fakat, bu yüksek tekâmül de Tanrının arzusuna göre bir tekâmüldür. Ve işte bu mertebelere yükselen tekâmüldeki varlıklar, Mutlak Varlığın idareci yüksek ruhları olarak vazife görmek imkânlarını kazanırlar.
Bu hal, Mutlak Varlığın, kendi liyakatleri ile yükselen ruhlar tarafından ruhlanışıdır. Çünkü Mutlak Varlığa Tanrının kendi değerinden bahşettiği arzusu, Tanrıdandır fakat tekâmül ederek değerlenmiş bir kudret değildir. İşte Tanrı kendinden hassalar bahşettiği tekâmüldeki varlıklarına, tekâmül etmeleriyle Mutlak Varlığın mekanizmalarını vermeyi arzu edendir.
Bu; Tanrının, liyakatle yükselen varlıklarına kendi eserinin idaresini robotlardan devretmesidir. Fakat Tanrı robotluktan şuurlanan Mutlak Varlığın çok üzerindedir. Ve asla değerine ulaşmak şöyle dursun, O’nu tahayyüle dahi imkân olmayacaktır.
 
719.
ŞUURLU TEKÂMÜL YOLUNUN İDRAK ESASLARI
 
Tekâmül yolunda şuurla ilerleyen varlıklar ki, bu sözlerden şuurlu tekâmül seviyesine erişmiş olanları kastediyoruz; hangi şartlar içersinde olursa olsun, esası, robota tercih edenlerdir. Bu hal, dünyada, manevî değer ve varlıkları maddeye ve maddenin geçici cazibesine tercih etme şeklinde tezahür eder. Bu halin kolay söylenen fakat çok zor tatbik edilen bir şey olduğu malûmdur.
Şuurlu Tekâmül safhalar arzeder. Bu safhaların sabit hudutları yoktur; fakat liyakatleri ile Şuurlu Tekâmül mertebesine erişenler, nerede olduklarını bilmeleri için, hudutlanmış gibi gözüken bazı tekâmül merhalelerini kalıp olarak kullanabilir ve kendi ruh seviyeleri hakkında bir bilgi sahibi olabilirler.
Fakat Şuurlu Tekâmülü idrak edenler, idrak ettikleri için de otomatik olarak bu yola girenler, her şeyden önce zamanın realitesini ve vicdanlarını göz önüne alarak aşağıdaki hususlarda kendi kendilerini kontrol etmeli ve azami gayretle tarafsız olmaya çalışarak eksiklerini giderme yolunda çaba sarfetmelidirler.
Şuurlu Tekâmülü idrak seviyesine erişmiş bir insanın, kendi durumunu ve eksiklerini objektif olarak tesbit etmesi, analiz-sentez metodlarından faydalanarak sebeplerini araştırması ve bu sebepleri teşhise çalışarak ruh eksikliklerini yine kendi liyakati ile tedavi ederek tamamlaması gerekir. En başta kontrol edilmesi ve eksikliklerinin giderilmesi gereken hususlar şunlardır:
1. Tanrının izahı imkânsız bir varlık olduğunu, hattâ O’na bu bakımdan “varlık” veya “değer” denilmesinin doğru olmadığı fikrine inanarak benimsemiş olması.
2. Kendisinin Mutlak Tekâmül Kanununa uygun olarak yücelen bir varlık olduğuna inanması.
3. Bilinen mânada ne doğumun ne de bir ölümün mevcut olmadığını, hayatın ilk halk oluş ânında başladığını, bu ânı ise zaman mefhumu ile izaha imkân olmadığını anlayacak ve inanacak seviyeye yükselmiş olması.
4. İlk “var oluşun”[1] Tanrı tarafından ve kendi kendini var ediş şeklinde tezahür ettiğine[2], bunun ne zaman olduğunun ise ne robotlu tekâmül yerlerinde, ne de en yüksek robotsuz değerler seviyesinde dahi idrak edilemiyeceğine; böyle olduğu için de bunu düşünmenin doğru olmadığına inanması.
5. Din devrinin getirdiği her türlü usul ve ibadetlerin, tekâmüle hizmet gayesi ile olduğuna ve bütün dinlere saygı gösterilmesi gerektiğine inanması. Halen “din devri realitesi” içersinde olanları mensup bulundukları dinin esaslarına bağlı kalmaya teşvik etmesi ve fakat; dinlerin, tekâmülde geçilmesi gereken merhaleler olduğunu öğretmesi[3]. Öğrendiklerini öğretirken de çok titiz hareket edecek bir seviyeye yükselmiş bulunması.
6. Kendi hatalarını ve değersizliğini yeteri kadar anlayabilecek bir seviyeye erişmiş bulunması.
7. Vicdan sesini daima duyabilecek bir seviyeye kendini yükseltmesi, kendi hakları ile başkasının haklarını aynı görmesi, realite ve şuuru oranında hak bildiğini hayatına tatbik etmesi, mütevazi, affedici olması, af veya yardım ederken şuurunu kullanması. Kin denilen hissi, varlığından izini dahi bırakmadan çıkarıp atması, vazife şuuruna sahip olması, cinsel his ve arzularını zamanın realitesine uygun olarak vicdan ve şuuru ile ayarlaması.
Kendi yüksek realitesi için sakıncasız fakat toplum realitesi için sakıncalı olan hareketlerden vazife şuuru ile ve liyakatle uzak bulunması. Yersiz tenkitlerle karşılaşarak vazifenin ruhunu manen zedeliyecek hareketlerden uzak kalması. Kısaca; herkesi kendisi, kendisini de herkes bilmeye çalışarak maddî hırs ve eğilimlerini yenmesi, maddeyi ise çok faydalı bir tekâmül faktörü olarak sevmesi ve maddeden daha fazla faydanılmasını sağlayacak ilmî teşebbüsleri desteklemesi gerekir.
İşte bu vasıflara sahip veya sahip olma yolunda şuurla çalışmaya kararlı olanlardan Şuurlu Tekâmül mertebesine erişmiş olanlar bu yolda yürüyebilirler.
 
720.
ESKİ BİLGİLER
 
Eski bilgilerden faydanılması gerekir. Hattâ önceki vazifelilerin geçmiş vazifelerinden bahsedilmesi dahi tekâmülle ilgilidir. Fakat bu bilgilerden taassuba kapılmadan faydanılması gerekmektedir. Çünkü eskiye körü körüne bağlı kalmak ve eskiyi put olarak muhafazaya kalkışmak Şuurlu Tekâmüle en aykırı yoldur.
 
721.
BÂTILI TEVİL[4]
 
Bâtılı mevcut realitelerin getirdiği imkânlardan faydalanarak tevil, şuurlu tekâmüle kadar tekâmülde çok büyük rol oynamıştır.
 
722.
FİKİRLER VE TAASSUP
 
Bir fikre ancak “daha yüksek” denilebilir. “En yüksek” denilemez. Bir fikir ne kadar mantıkî görünürse görünsün, ona hiçbir zaman ebedîlik damgası vurulamaz. Biliniz ki, fikirleri “en yüksek fikir” kabul ettiren ve onların hiçbir zaman değişmiyeceğini söyleten taassuptur.
Her şey gibi taassuptan da tekâmülde faydalanılmış ve taassup, fikirlerin ölesiye savunulmalarında, böylelikle de benimsenmelerinde âmil olarak mühim rol oynamıştır.
 
723.
SAHTE ŞAHSİYETLERE BÜRÜNENLER
 
Şahsiyeti zayıf olanlar ve ruhen yeterli derecede tekâmül etmemiş bulunanlar, değerleri ile uygun olmayan mevkilere getirilirlerse, temsil etlikleri makam da, değerlerinden yüksek ise; o zaman böyleleri, işgal ettikleri makamın değeri altında ezilir ve bunu örtmek için bazı teşebbüslere geçerler. Dik yürürler, kaşlarını çatarlar, seslerinin tonunu değiştirirler ve otorite olarak görünmek için, mevcut tabiî[5] hallerini terkeder, bambaşka bir şahsiyete, malik olmadıkları fakat özledikleri şahsiyete bürünürler.
Bu hal ancak ruhen olgunlaşmamış olanların tabiî karşılayabilecekleri veya tabiî zannedebilecekleri bir haldir. Fakat bu gibiler, bulundukları makamdan ayrılır ayrılmaz takma hallerine de ister istemez son vermek mecburiyetini hissederler ve eskisinden daha aciz ve zavallı hale geliverirler.
İnsanların diğer insanlarla olan münasebetlerinde, hattâ eşyalara olan alâkalarında ruh olgunluğu kendisini belli eder. Meselâ, topluma hitab etmeye kendini alıştırmamış biri, birkaç kişiyle konuştuğu biçimdebirkaç yüz kişiye hitab edemez. Tekâmülde geri kalmış bir kadın, hoşuna giden birkaç şeye malik olabilmek için toplum realitesini çiğnereyerek hoşlanmadığı bir erkekle cinsel ilişki içine girer. Zengin olmayı hedef olarak seçmiş olan, değersiz biri hedefi uğruna katil bile olabilir. Ve buna benzer birçok misal sayılabilir.
Keza film artistlerinin tesirinde kalan birçok insan zamanla olgunlaşarak bu tutkularından vazgeçerler. Korkak veya kendini kudretsiz gören bazıları vardır ki, bunlar güçlerini ispatlamak için hunharca hareket edebilirler. Bedenî görünüşlerde şahsiyet arayanlar da, bunu sakal, bıyık, süslenme ve yürüyüş şekli ile elde etmek gayreti içine girerler.
Kısaca sun’î şahsiyete bürünmek sevdasına kapılanlar zamanla bu hallerini terk edebilirler. Taklitçiler ise kendilerince üstün insan olarak tanıdıklarını taklit ederek şahsiyet sahibi olacaklarını zannederler. Bütün bu haller ruh tekâmülü ile önlenecek hallerdir.
 
724.
ŞUURLU TEKÂMÜLDE AKİTLER
 
Şuurlu Tekâmül beşeriyete yerleştikçe; gününüzde lüzumlu olan birçok akit, mukavele, anlaşma gibi kâğıt üzerinde tesbit edilen şeylere lüzum kalmayacak ve bu gibi anlaşmalar sadece görüşülenlerin unutulmaması için yazı ile yapılacaktır. Böyle oluşunun sebebi ise insanların birbirlerine şüphe ile bakmasına sebep olan amillerin ortadan kalkacağıdır.
 
725.
SESLENİŞ
 
Şu anda hatırlayamıyacağın bir zamanda Tanrıya şöyle seslendin[6]:
Sesimin çirkinliğinden utanarak sana sesleniyorum. Biliyorum ki, ne seslenişlerime verdiğin cevapları duyabilecek, ne güzelliğini takdir edecek, ne de kudretini değerlendirebilecek imkânlara malikim. Beni, kendimi göl kenarında yetişen kamışlar kadar cılız hissedebildiğim anlardan mahrum eyleme. Çünkü bu anlar, sana yöneliş, seni anış, varlığımın varlığında bir zerre olarak kaybolduğunu hissediş ânıdır.
 
726.
TANRI VE TEVAZU[7]
 
Tanrı, tevazu’un izahı imkânsız muhteşem örneğidir. Tekâmül etmekte olan en aciz varlıklara kadar kendi değerinden veren ve onları kendinden edendir.
O, tekâmüldeki varlıkların kendi erişilmez değerini münakaşa etmelerine, hattâ zaman zaman inkâra yeltenmelerine bile müsaade edendir. Çünkü Tanrı, varlığını inkâr edecek kadar geri varlıkların bile tekâmül etmelerini, yükselmelerini isteyendir. Hak edilen cezaları bile ilerde mükâfatlara lâyık olunması için verendir.
 
727.
BİLGİNİN TEKÂMÜLÜ
 
Tekâmül!.. Tekâmül olduğu için de, en yüksek sanılan bilgilerden daima daha üstünleri vardır. Bu kitap; ancak, tekâmül eden bilgilerle tekâmül edileceğini açıklayan, “din devri”ni kapayıp “Şuurlu Tekâmül” devrini açan kitaptır. Şuurlu Tekâmül’ün kısaltılmış adı ise “İnanç”tır.
 
728.
DİN, İNANÇ DEVRİ VE BU BİLGİLER...
 
Din devrini kapayan “inanç devri” dinlere aykırı fikirler taşımaz. Çünkü Şuurlu İnanç; tüm dinlerin asıl değerleri ile tanıtıldığı ve yüksek değerlerinin modern metodlarla belirtildiği, bütün dinlerin aynı menşe’li olan dostudur.
Bu bilgiler; zamanın realitesine göre dinleri, inanç devrinde yaşatacaktır. Onları pozitif metodlarla şuurlara mâledecek, bâtılı silecek, dinler “inanç” adı ile ve hakikî çehreleriyle belireceklerdir. Böylelikle beşeriyetin Şuurlu İnanç seviyesine erişebilmesi için, mevcut dinlere bağlanmalarını ve dinlerin icab ettirdiği ibadetleri yapmalarının faydalarını belirtecek ve aslında zaten tek din olduğu halde dinler halinde tezahür edeni bâtıldan temizleyerek inanç haline getirecektir.
 
729.
TEKÂMÜL İHTİYACI
 
Dinler ihtiyaçtan doğmuşlardı. Şuurlu Tekâmül de aynı sebepten, ihtiyaçtan doğmaktadır. Bu ihtiyaç, beşeriyetin daima yükselen değerini daha yükseltmek ihtiyacıdır ki, buna kısaca tekâmül ihtiyacı denilebilir.
 
730.
VAZİFELİNİN DOĞRU OLDUĞUNA İNANDIKLARI
 
Şuurlu Tekâmül vazifelileri yapılması gerektiğine ve iyi olduğuna inandıkları şeyleri yapmalıdırlar. Şayet biz onların yapmak istedikleri şeyleri doğru bulmuyorsak mani oluruz!. Onlar da iyi olduğuna inandıkları şeyi yapmak için uğraştıklarından kendilerine düşeni yapmış olurlar.
Şunu biliniz ki, sonuçlanmayan iyi teşebbüslerin de karşılığında değer kazanılır.
 
731.
İNANÇ
 
Din, insanın varlığında ancak tekâmülle “inanç” haline gelebilir. Keza din, inanılarak malik olunabilecek bir değerdir. Halbuki inanç, inanılanın tatbikini icab ettirir ve insanın varlığının sadece bir kısmını değil bütününü kontrol altına alır. O seviyeye erişenler, zaten bunu yapmak mecburiyetini kendiliklerinden hissederler.
 
732.
MEÇHULLER VE BİLGİ
 
Her bilgi analiz veya sentez usulü ile tetkik edilebilir. Çünkü Tanrının halk ettikleri hakkında verilebilecek bütün bilgiler (en basitleri de dahil) bileşik haldedirler. “Manevî değerler” âlemlerinde ise bilgi, robotlu tekâmül yerlerinde verilen bilgilerden daha basit ve basitliği oranında da değerlidir.
İlk insanî bilgiler de böyle bileşik bilgilerdi ve çoğunlukla meçhuller halinde tezahür etmişti. Her şey gibi meçhuller de bilgidir. Meçhullerin çözülmek istenmesi ancak, bir meçhulün mevcut olabileceğini düşünmekle başlayabilir. Meçhul bir şeyin var oluşunu düşünmek dahi bir bilgidir ve birçok zincirleme bilgilerin bileşiğidir.
Meçhul bilgiler, muhtelif şekillerde tezahür ederler:
1. Bunların en fazla meçhullük hassasını haiz olanları; insanların hiçbir yoldan varlıklarını tesbit edemedikleri, tesir ve tezahürlerini de sezemedikleri fakat mevcut olabileceğini de düşünmekten kendilerini alamadıkları şeyler (meçhuller) hakkındaki bilgilerdir.
Misâl; Hiçbir bilgiye malik olmadan madde kâinatından başka kâinatların da olduğunu düşünmek..
2. İkinci derecede en çok meçhul ihtiva eden bilgiler; maddî varlıklar halinde tesbit edilemedikleri halde tesirleri de inkâr edilemiyen şeyler hakkındaki bilgilerdir ki, ruhu buna misâl verebiliriz.
3. Dünyadaki varlıklar üzerinde tesirleri tesbit edilen bazı kuvvetler hakkında bilgiler; cazibe, telepati gibi.
4. Kaba madde halinde tezahür etmeyen bilgiler; atom, elektron, şualar, gibi.
5. En az meçhul ihtiva eden bilgiler ise yüksek manevî değerli varlıklardır[8]. Fakat bugün için bu varlıklar, insanlarca en meçhul olanlardır.
6. Beşeriyetin bugünkü realitesine göre en az meçhul ihtiva eden bilgiler;
a. Bilinen bir maddeyi veya bileşiği bilimsel metodlarla basit elemanlarına ayırma sonucunda elde edilen bilgiler (analiz).
b. Basit elemanların birleşmesinden ortaya çıkan yeni bileşikler hakkında elde edilen bilgiler (sentez).
Kısaca; bugün beşeriyet için en az meçhul ihtiva eden bilgiler, bilimsel metod ve teknik imkânlardan faydalanılarak kökenlerine yaklaşıldığı zannedilen bilgilerdir. Halbuki ilim yolu ile bilinip öğrenilmesi mümkün olan şeyleri bir elmaya ve en derin hakikatleri de o elmanın içindeki çekirdeklere benzetirsek; beşeriyet bugün hâlâ o elmanın kabuğunu bile çözememiştir. Kabuk soyulup çekirdeğe inmek demek, bir meçhulün içindeki manevî değerlere yaklaşmak demektir.
Bilgi gibi çok önemli bir bahsi izah edebilmek için yukardaki basit tasnifi yapmak lüzumunu hissettikten sonra şunu söyleyebiliriz;
Bilindiği zannedildiği için malûm[9] addedilen, malûm addedildiği için de kat’î sanılan her bilgi içinde meçhuller mevcuttur. İlmî, tekâmül, bu meçhullerin çözülmesi ile mümkündür. Bunun için de “analiz”den faydalanılır. Fakat analizle basitlerine inilen bir bilgiden tekâmül yolunda daha fazla faydalanabilmek, onu ancak olduğu durumdan daha iyi anlamakla mümkündür ki, bu da; analizden sonra senteze lüzum gösterir.
İşte, “önce analiz, sonra sentez” Şuurlu Tekâmül yolunda bilgilerin tetkik edilebilmesi için izlenmesi gereken yoldur.
 
733.
BİLGİ
 
Genel olarak bilgiyi üç kısma ayırarak izah etmek mümkündür:
1. Dünyada madde aracılığı ile alınan bilgiler; “dünya bilgileri”: Bu bilgilere daha geniş mânada “Robot bilgiler” denilebilir, dünya ve diğer robotlu tekâmül yerlerindeki bu tür bilgiler, tekâmüldeki varlıkların bağlı olarak tekâmüllerine devam ettikleri robotların tesirlerini taşıyan bilgilerdir. Böyle oldukları için de maneviyat âlemlerinin robotsuz bilgileri ile mukayese edilemiyecek kadar az değerdedirler. Çünkü bu bilgiler robotların imkân hudutları ile sınırlandırılmıştır.
2. Medyomlar vasıtasıyle manevîyat âlemlerinden ve ahiretten alınan bilgiler: Bu tür bilgiler çok çeşitlidir. Aralarında tekâmüle yardımcı çok yüksek bilgiler olduğu gibi, yine tekâmülde rol oynadığı için verilmesine müsaade edilen aldatıcı, şüphe uyandırıcı, hattâ doğru yoldan uzaklaştırıcı bilgiler de mevcuttur. Bu bilgilerin tekâmülde direkt olarak pozitif öğretici rolü olanlarını ayırdedebilmek; bilgi ve liyakat[10] isteyen bir ihtisas işidir.
3. Vazifelilerin zamanı gelince açıkladıkları, tekâmül ile ilgili bilgiler: Bu bilgiler, uzun tekâmül merhalelerinden sonra “tekâmüldeki varlıkların” liyakatle yükselerek edindikleri bilgilerdir. Tekâmüldeki varlıklardan vazifeli olarak robotlu tekâmül yerlerinde çalışacaklar, vazifeleri esnasında yayacakları bilgileri, evvelâ tekâmül ederek kendilerine mâlederler. Fakat vazife görecekleri yerlerde bu bilgilerin hepsini bir anda hatırlayamazlar. Zaten hatırlamamaları gerekir. Meselâ dünyaya yüksek bir vazife ile giden bir vazifeli; her insan gibi doğar, ilerdeki vazifesini yapabilmesi için en güzel imkânlar içersinde vazifeye hazırlanır. Çünkü dünyaya gelen bir vazifelinin maddeye intibak etmesi, (evvelce dünyaya gelmiş dahi olsa) bu gelişinde yine madde ile lüzumlu bağlantıları kurması, dünya şuurunu geliştirmesi gerekir. Bunun için de şuurunu, iradesini arttıracak hâdiselerle karşılaşır. Kısaca; göreceği vazifeye en uygun bir hazırlık devresinden sonra ve en uygun şekilde başlar.
Vazifesi devam ettiği müddetçe de sırası geldikçe, önceden kendisine mâletmiş olduğu bilgileri hatırlar, fakat bu hatırlayış, dünya hayatında yaşanmış bir hâdiseyi hatırlamaya benzemez. Çünkü bu, tekâmüle yardımcı robotlar vasıtası ile yapılan bir hatırlatmadır. Bu sebeple gayet kuvvetli, tıpkı dikte ettiriliyormuş veya sözle anlatılıyormuş gibi tezahür eder.
Bütün yüksek bilgiler, vazifeliler tarafından bu şekilde bildirilmiş olan aynı menşe’li bilgilerdir. Bunun böyle oluşunun sebebi vardır. Şayet tekâmülle ilgili en yüksek bilgiler, medyomlar vasıtasıyle verilen bilgiler olsaydı ve vazifeli bedensizler, medyomlara, bilmedikleri şeyleri öğretmeye çalışsaydı; medyomlar hiç bilmedikleri mevzulardaki bilgileri almada zorluk çeker, hattâ maddî tesirler onları bazen çok müşkül vaziyete sokabilirdi.
Bu sebeple, tekâmülde en yüksek rolü oynayacak bilgilerin sahipleri tekâmül yerlerine gönderilmekte ve robotların yardımları ile vazifelerini ifa etmektedirler. Din devrinde bu şekilde verilen birçok bilgilere misal olarak İsa’nın ve Muhammed’in getirdiklerini söyleyebiliriz. Hakikatte Muhammed’e zamanı geldikçe söyleyeceklerini ve yapacaklarını hatırlatan Cebrail[11], bu işle vazifelendirilmiş bir robottur.
Tekâmüle hizmet eden vazifeliler, Tanrının, Mutlak Varlığı ile koruduğu varlıklardır. Bunu böyle söylerken, İsa’nın neden çarmıha gerildiği suali akla gelebilir.. Bunun kısa cevabı; İsa’nın çarmıha gerilirken bile korunduğudur!.. İsa’nın çarmıha gerilişi hakikî bir çarmıha geriliş değildir. Çünkü o, görünüşte çarmıha geriliş, hakikatte ise çarmıhtan korunuş halinde olmuştur. Neden böyle olduğundan ilerde bahsedeceğiz..
Kısaca; tekâmülde esas rolü oynayan bilgiler; vasıtasızdır ve vazifeliler tarafından benimsenmiş bilgilerin vakti gelince, zaman zaman robotlar tarafından hatırlatılması ile verilmiştir.
 
734.
BİLGİYİ YAŞAMAK
 
Bir bilgiyi yaşamak, ancak, o bilgiyi yaşayacak değere ulaşmakla mümkündür.
 
735.
BENİMSETİCİ BİLGİLER’DE ANALİZ VE SENTEZE MİSAL: “ALLAH VE MUTLAK VARLIK”
 
Dünyadaki mevcut imkânlardan faydalanılarak öğrenilen bilgiler “öğretici bilgiler”dir. Meselâ sağlıklı bir insan, romatizmalı bir hastanın ıstıraplarını, onun halini görerek, şikayetlerini dinleyerek öğrenir fakat o ağrıları tatmadığı için yaşayamaz.. Keza, ahlâk kitaplarında nelerden bahsedildiğini o kitaptan okuyup öğrenenler arasında birçok ahlâksızlar mevcuttur. Kısaca, insan her öğrendiğini hayatına tatbik edemez. Buna rağmen öğretici bilgilerin tekâmülde rolleri mühimdir. Çünkü insanların bir fikri kendilerine mâledip benimseyebilmeleri için evvelâ onu öğrenmeleri lüzumludur. Öğrenilmemiş bir bilginin benimsenemiyeceği gayet tabiîdir.
Fakat manevî menşe’li, tekâmüle yardım gayesi ile verilen bilgilerde, ön plânda göz önünde tutulan, o bilgiyi öğretmek değil “benimsetmek”tir. Bunun içinde benimsetici bilgilerin verilişleri, öğretici bilgilerin verilişlerine benzemez. Öğretici bilgiler, öğretilmek istenen konuyu ne kadar iyi izah edebiliyorsa o kadar değerlidirler. Benimsetici bilgilerde ise, sırf benimsenmesi istenen konuları daha iyi benimsetmek için, ekseri, söylenmesi gerekenlerin hepsi birden söylenmez.
Evvelâ bir kısım verilir. Bu ekserî bileşik bir bilgidir. Bilgiyi alan onu öğrenir, belki de en doğruyu okuyup öğrendiğini zanneder. Fakat aynı konu hakkında ilerde verilen bilgiler, öğrenildiği zannedilen ilk bilgilerin öğrenilmemiş olduğunu ortaya koyarlar. Fakat, o bilgiyi alıp okuyanın yanıldığını anlayabilmesi için, her iki bilgi üzerinde de durması, düşünmesi, kısaca, mevcut imkânları ile bilgileri değerlendirmeye çalışması gerekir. Ve o bilgiyi alıp okuyan şahıs veya toplumun realitesi göz önünde bulundurularak, aynı konu hakkında verilen bilgiler; tedricen yükseltilir. Ve bu yükselişten de evvelce verilen bilgilerle daha sonra verilenler arasında tabiatıyle farklar meydana gelir.
İşte bilgiler arasında bu şekilde meydana getirilen farklar, fertlere ve toplumlara evvelâ yeni bilgileri yadırgatır, sonradan eski bilgilere karşı bir şüphe uyandırır. Gerek yadırgama, gerek şüphe ve teşevvüşler, o bilgiye karşı duyulan alâkayı arttırır. Ve bu alâka vasıtası ile tekâmüldeki varlıklarla benimsetilmek istenen bilgiler arasında bir irtibat kurulur. Bu süre içinde de o bilgiler üzerine eğilenler lüzumlu olan robot yardımları otomatik olarak alırlar ve sonucunda da, şayet o bilgiler üzerine liyakatle eğilebildilerse, onları benimserler.
İşte tekâmülle ilgili bilgiler, yukarda kısa olarak anlatılan usulle verilir. Bu sebeple de benimsetici bilgiler, öğretici bilgilerden çok büyük değer farkları ile ayrılırlar.
Bilgiler bileşik haldedirler demiştik. Şimdi bileşik haldeki bilgilerin analiz metoduna göre nasıl verildiklerini misallerle izaha çalışacak, bu arada da öğretilmek istenilen bazı şeyleri yine “benimsetme metodu”na uygun olarak izah edeceğiz;
 
MUTLAK VARLIK HAKKINDA:
 
Mutlak Varlık, evvelâ;
 
“Mutlak Varlık, Allahın var olmasını isteyerek kendisine mâlettiği en yüksek değerdir.”
 
denilerek, bileşik halde izah edilmiş; daha sonra verilen bir bilgide de;
 
“Mutlak Varlık Allahın, kendi arzusundan hâsıl ederek kanun ve plânla tahdit ettiği yüksek değerdir.”
 
denilmiştir. Görülüyor ki, ilk bilgi tam bileşik bir bilgidir[12]. Fakat ikinci bilgide Mutlak Varlığın, analiz metodundan faydalanılarak izahına başlanmasıyla, üzerine eğilinmesi gereken noktalar belirmeye başlamıştır. Bu konuda ve aynı zamanda verilen diğer bir bilgide;
 
“Tanrının arzu ettiği her şey isteğine uygun olarak olur. O’nun arzuları kayda ve şarta bağlı değildir. Fakat istediği takdirde O, kendi arzularını kayda ve şarta bağlayabilir.”
 
denilerek yardımcı bir bilgi verilmiştir ve yine başka bir bilgide;
 
“Tanrının bir şeyi var etmek istemesi, o şeyin var olması demektir.”
 
denilmiştir. Bir diğer bilgide de;
 
“Tanrı isterse, var ettiklerini bir zerre bile bırakmamak üzere yok edebilir.”
 
denildikten sonra Tanrı ve Mutlak Varlık hakkında verilen çeşitli bilgilerin üzerlerine eğilenler, kendi liyakatlerine göre bir sentez işlemine girişmek mecburiyetini hisseder ve bu ilk bileşik bilginin analizinden faydalanmak yolunu tutarlar. Bu arada, aşağıdaki bilgiler analizi biraz daha ileriye götürerek açar ve senteze yardımcı olur;
 
“Allah, Mutlak Kanun esaslarına göre, Mutlak Varlığa halk ettirdiği şeyleri de halk eden kudrettir.”
“Tanrı, varolmasını istediklerini, Mutlak Kanun esaslarına uygun olarak halk eder, geliştirir, değiştirir, tekâmül ettirir. Buna; Tanrı, var etmek istediklerini Mutlak Kanun esaslarına uygun olarak halk eder, geliştirir, değiştirir, tekâmül ettirir de denilebilir.”
“Mutlak Varlık Tanrı değildir, fakat onu Tanrıdan ayrı olarak düşünmek doğru olmaz. O; Tanrının, iradesi ile Mutlak Kanun ve Plânla tahdit ettiği bir arzusudur. Vazifesi; Tanrının isteklerini, Kanun ve Plânına uygun olarak gerçekleştirmektir.”
“Mutlak Varlığa; Tanrının kendi yüksek ve izahı imkânsız değerinden robotlaştırarak Kanun ve Plâna bağladığı değerdir de denilebilir.”
“Allah, sizce idrak edilebilecek her şeyi, ilk var ettiği Mutlak Varlığın Kanununa göre Mutlak Plânla idare eder.”
 
denilmiştir. Bütün bu analizlerden sonra, bir başka tebliğde de;
 
“Mutlak Varlık; Tanrının kendi Kanun ve Plânı ile tahdit ettiği icraatını izaha yarayan bir mefhumdur.”
 
denilmiş ve daha sonra söylenecekler için analiz metoduyla açıklananların sentezine, yani bu analiz bilgiler arasındaki bağları bulup, onları birbirlerine bağlayarak sonuçlar elde etmeye yol açılmıştır.
Bu bilgilerden sonra Tanrı ve Mutlak Varlık hakkındaki bilgiler üzerinde düşünülünce bazı noktalar aydınlanır; buna karşılık birçok da sualler ortaya çıkar. Çünkü benimsetici bilgiler, sualler oluşmasını sağlayarak ilgilileri kendilerine bağlar.
Yukarıdaki Tanrı ve Mutlak Varlık hakkındaki bilgilerden çıkan esas neticeler şunlardır:
 
1. Tanrının, Mutlak Varlığın çok üzerinde, izah edilmesine imkân olmayan bir varlık oluşu..
2. Mutlak Varlığın, Tanrının arzusundan hâsıl olduğu..
3. Bir şeyin var olması için o şeyin arzu edilmiş olması kanunu.. Bunun için de var olacağı var edecek olan daha üstün bir kudretin mevcut olduğu, bu kudrete de Tanrı denildiği..
 
hakikatleri ortaya çıkar ve bir an için Tanrı ve Mutlak Varlık hakkında en yüksek bilgilerin alındığı tahmin edilir. Fakat her bilgiden daha üstün bilgi mevcuttur!
Zaman geçer ve artık Mutlak Varlığın, Tanrının bir robotu olduğuna ve Tanrı’nın her şeyi arzusu ile ona var ettirdiğine inanılmışken şöyle bir tebliğ alınır;
“Mutlak Varlığa, izah için, Tanrının robotu denilmektedir fakat onda Tanrının arzusu mevcuttur. Bu sebeple onu Mutlak Varlık emrindeki robotlarla bir tutmamak, hattâ robot derken bu deyişin hatalı ve eksik olduğunu bilmek gerekir.”[13]
 
Görülüyor ki, bilgilerde analizden sonra kudretli bir senteze giriliyor ve başlangıçta tamamen Tanrıdan uzaklaştırılarak izah edilen Mutlak Varlık, tekrar sentezle O’na yaklaştırılıyor ve bu şekilde liyakatlere göre bilgi benimsetmek imkânı sağlanıyor.
Bütün bu analiz ve sentezlerden elde edilebilecek sonuç; Tanrının, Mutlak Varlığın çok üzerinde bir değer oluşu, Mutlak Varlığı arzu ederek halk ettiği ve ona Mutlak Kanunu tatbik edecek değeri kendi değerinden bahşettiği’dir.
Mutlak Varlık mevcut bütün varlıkları Tanrının kontrolü altında bu değerle idare eder. Mutlak Kanuna Tekâmüldeki varlıklar da dahil mevcut olan[14] her şey tâbidir. Tekâmüldeki varlıkları robotlardan ayıran şey, Tanrının onlara liyakatleri ile tekâmül etme imkânını vermiş olmasıdır.
 
736.
MUTLAK ARZU
 
Dünyanın bulunduğu kâinatın esas robot unsuru olan maddenin menşe’i de Mutlak Varlığın ruhu olan Mutlak Arzudur.
Tekâmüldeki varlıklara ise Tanrı, kendi değerinden bahşetmiş ve onlara liyakatleri ile tekâmül edebilme imkânlarını vermiştir.
 
737.
DİN DEVRİ
 
Mutlak Varlık hakkında şu âna kadar verilen bilgileri tetkik ederseniz, şu sonucu elde edersiniz:
Mutlak Varlık, din devri boyunca Tanrı zannedilmiştir. Din devri, Tek Allah prensibine dayanan birçok dinlerden meydana gelmiştir ki; aslında bütün dinlerdeki bilgiler, analiz ve sentez metodlarına uygun olarak verilen benimsetici bilgilerdir ve bütün bu bilgiler “birçok dinler” halinde tezahür etmesine rağmen aslında; muhtelif tekâmül safhaları gösteren tek bir dindir.
 
738.
BENİMSETİCİ METOD
 
İlkel dinlerde de tıpkı Şuurlu Tekâmül bilgilerinde olduğu gibi, benimsetici metod olan analiz-sentez metodundan faydalanılmıştır; ve yine aynı usulle beşeriyet din devri’ne hazırlanmıştır.
 
739.
DİN DEVRİ
 
Din devri, “Allahın en üstün değer olduğunu, her şeyin O’nun tarafından halk olunduğunu” idrakla başlar. O’nun eşi olmadığını izah için de “Allah birdir” denmiştir.
Halbuki realiteler daha yükselince, Allahın değerini de daha üstün idrak edebilmek imkânları doğmuş ve yine din devrinde olduğu gibi Allahın en üstün değere sahip olduğu açıklanmak istenmiş; fakat bu sefer “Allah birdir” demek o realiteleri tatmin edemiyecek bir izah olduğundan, Allahın değeri “anlatılması imkânsız yükseklik” olarak izaha çalışılmıştır.
Burada gaye bakımından Allaha “birdir” demekle, “Allahın değeri, bir denilerek bile tahdit olunamaz” demek arasında hiçbir fark olmadığını belirtmek istiyoruz. Nitekim biz bir zamanlar dünyaya “Allah birdir” diye bilgi verirken doğru söylemiş olduğumuzu ve şimdi de O’nun birin üzerindeki değerini izah ederken yine doğru söylediğimizi izah etmiş oluyoruz. Şu halde, birbirine karşıt olan her iki bilgi de doğru olabiliyor.
İşte muhtelif zamanlarda indirilen bilgiler, zamanın realite ölçüsüne vurulursa; gerek din devrinde, gerekse daha önceki devirlerde verilen bütün bilgilerin doğru oldukları ortaya çıkar. Bu nokta, Şuurlu Tekâmül’de üzerinde durulması gereken ve üzerinde çok durulacak olan bir noktadır.
Ancak bu şekilde ilim yolu ile elde edilen ve tekâmül etmez zannedilen kanunlar tekâmül ettirilebilecektir. Kanunların tekâmül etmesi ise Şuurlu Tekâmül metodlarına dayandırılacak olan hakikî ilmin temeli olacaktır. Çünkü gerçek ilmi, eski realitelerden doğan kanunlar üzerine inşa etmek mümkün değildir. Çünkü onların çoğunda taassup bulunmaktadır. Her şeyin seyyal olduğu, tekâmül eden bir sistemde ilmin de tekâmül esasları üzerine şuurla oturtulması gerekir.
Tek Allah prensibine dayalı dinler, aslında birçok tekâmül safhaları arzeden bir tek dindir. Ve bu dinin tekâmülü devamınca birçok peygamberler vazife almışlardır. Tek Allah prensibine dayalı dinlerin, İsa ve Muhammed’in getirdikleri ile dinlerin zirvesine ulaştığından ve İslamiyetin Şuurlu İnanca geçiş köprüsü vazifesi gördüğünden bahsetmiştik. Gerçi Kur’ân’da da Allahın bir olduğundan bahsolunur fakat bu, “birin hudutlarını zorlayan” bir izahtır.
İşte beşeriyet, indirilen bütün bu bilgilerle yepyeni şüphe ve teşevvüşler hâsıl olana kadar başbaşa bırakılmış ve Şuurlu Tekâmüle zemin hazırlanmıştır. Şuurlu Tekâmül, din devrinden kesin özellikleri ile ayrılmasına rağmen ona, din devrinin devamı gözü ile de bakılabilir. Çünkü şu anda yazılmakta olan kitabın ilk tohumları din devrinde atılmıştı. Bu yazılanlar ise Kur’ân’ın devamından başka bir şey değildir. Kur’ân ise İncil’in[15] devamıdır ve bu böylece devam eder gider.
İşte ilk insandan bu yana beşeriyet, birbirine ekli halkalar gibi bir bilgi zincirinden faydalanarak daima daha yüksek bilgilere doğru tekâmül etmiş ve edecektir.
 
740.
MUTLAK VARLIK
 
Mutlak Varlık, hakkında yazdırılan bütün bilgiler gözden geçirilirse, önce; Mutlak Varlığın Allahtan tamamen ayrılarak izah edildiği görülür. İlk bilgilerde o sadece Allahın bir icra vasıtası olarak gösterilmiştir. Fakat bilgiler yükseldikçe tekrar senteze geçilmiş ve Mutlak Varlık Tanrıya yavaş yavaş yaklaştırılmış ve nihayet Tanrının Arzusu, Tanrıdan Mutlak Varlığa uzanan bir köprü gibi gösterilmiştir.
İşte bu “Mutlak Arzu” izahından sonra bilgiler biraz daha yükseltilmiş ve Mutlak Varlığı idare edenin Tanrının mutlaklıkla sınırladığı Arzusu, olduğu açıklanmıştır. Bunun açıklanması ile de; Mutlak Varlığın sadece, mevcut olan her şeyi idare eden bir robot olmadığı, mevcut olan her şeyin de Mutlak Varlığa dahil olduğu ve Mutlak Varlık tarafından Mutlak Arzu ile (ki buna Mutlak irade de denecektir) idare olunduğu izah edilmiştir. Ancak bundan sonra; “Mutlak Varlık; Tanrının idaresini ve mevcut robotlu ve robotlarla ilgili her şeyi ihtiva eder” diyebilmek için lüzumlu zemin hazırlanmıştır.
 
741.
YAPILMAMASI GEREKENİ YAPAN DEĞERLİ VARLIKLAR
 
Şuurlu Tekâmül, insanı, alışıldığından daha değişik tarzda değerlendirir. Bir varlık var edildiği andan, en son yaşadığı âna kadar kazandığı değerleri kendine mâletmiştir. Bu değer onun malıdır ve daima onun olacaktır. Buna, varlıkların liyakatle kendilerine mâlettikleri değer de denir.
Bir de, bir varlığın bulunduğu muhite uygun değeri mevcuttur. Meselâ, dünyaya gelmeden evvel çok değerlenmiş bir varlık gerçek değerini, tekâmül plânı icabı, dünyada tezahür ettirmeye imkân bulamaz veya beklenen liyakati gösteremez ve bu hal değersiz tezahür etmesine sebep olur[16].
Birçok liyakatli hayatlardan sonra, son dünya hayatında liyakatsizlik gösterenler vardır. Hattâ bazıları karşılaştıkları hâdiseler karşısında yapmamaları gereken şeyleri yaparlar ve aslî değerlerine hiç yakışmayan fena insan damgasını dünya hayatları boyunca taşımak mecburiyetinde kalırlar.
Böyleleri eski kazanabildikleri değerlere, fena insan damgasını yedikten sonra da sahiptirler. Fakat aynı zamanda da yapmamaları gerekeni yaptıkları için ahirette bunun hesabını yine kendi kendilerine vermek zorundadırlar. Yapılmaması gereken bir şeyi yapan varlık ne kadar aslî değere sahipse işlediği hatanın veya günahın ceza olarak tezahür eden karşılığı da o kadar azap verici olur.
Çünkü varlıklar değerlerinin yüksekliği oranında kendilerini suçlu bulurlar. Bunun için değerli varlıkların işledikleri suçların karşılığı daha ağır olur.
 
742.
TEKÂMÜLE YARDIMCI VAZİFELİ
 
Tekâmüle yardımcı olarak dünyaya bilgi ile yüklü gelenler vardır ki bunlar, bugüne kadar tekâmüldeki rollerinin menşe’ini bilmeden vazifelerini yapmışlardır. Bu gibiler de tıpkı şuurlu vazifeliler gibi, evvelâ dünyaya intibak eder ve bilgilerini tezahür ettirebilecek bir hazırlık devresinden sonra tekâmüldeki rollerini oynarlar.
Bu rol çoğunlukla, son yaşanmakta olan hayatta kazanılmış bilgilerden hâsıl oluyor izlenimini verir fakat aslında onlar vazifeli ve bilgili olarak dünyaya gelmişlerdir.
Ekserî filozoflar, âlimler, mucitler, dünyaya açıklayacakları bilgilerle gelmişler ve bu bilgilerini otomatik olarak dünya hayatına intibak ettirdikten sonra vazifelerini yapmışlardır.
 
743.
ROBOTLARIN DEĞERLERİ
 
Robotları değerlendiren Tanrının iradesidir. O, robotların, vazifelerinin icab ettirdiği hali almalarını sağlar. Bu sebeple robotların, görmekte oldukları vazifelerle değerleri ölçülür.
 
744.
TANRIYA “EN YAKIN” OLAN DEĞERLER VE TEKÂMÜLÜN UZANDIĞI YÜKSEKLİK
 
Tekâmüle sevk edilen varlıklar Tanrının Arzusu üzerine var olmuşlardır. Mutlak Varlığı da var eden aynı Arzu’dur. Şu halde tekâmüle sevk olunan değerlerle, Mutlak Varlığı var eden; aynı arzu, aynı iradedir. Mutlak Varlığı var eden Arzu, Mutlak Nizamın olmasına âmil olandır. Robotlar ise Tanrının Mutlak Varlığı ve onun Kanun ve Nizamına tâbi olarak var edilmişlerdir. Şimdi sonuca geçelim:
 
I. Mutlak Varlığın ve tekâmüldeki varlıkların halk oluşlarının âmili ve menşe’i aynıdır. Menşe’ Tanrıdır. Âmil ise Tanrının Arzusudur ki, buna Tanrının iradesi de denir.
II. Robot varlıkların var oluşlarının âmili, Tanrıdan Mutlak Varlığa mâlettirilen Tanrının arzusudur ki buna (Mutlak Varlıkla hudutlu olduğu için) Mutlak Arzu denecektir. Ona “Tanrı Arzusu” denemez çünkü o Tanrının Arzusu, sonucunda var olan Mutlak Varlığın sınırları ile hudutludur. Tanrı Arzusu için ise böyle bir sınır mevcut değildir.
Yukarki izah; var olan her şeyi izah eden en yüksek bilgidir.
Şu halde; Mutlak Varlık ve tekâmüldeki varlıklar, Tanrının hiçbir surette hudutlandırılmasına imkân olmayan “Arzu” ve “İrade”sinden var edilmişlerdir. Robotlar ise, Tanrının Arzusu ile var olan Mutlak Varlığın hudutları ile sınırlanmış, Mutlak irade ile var edilmişlerdir. Mutlak İrade, Tanrının Mutlak Kanununun Nizamı ile sınırladığı arzusudur.
Bu duruma göre; halk edilişte Tanrıya en yakın olanlar O’nun tekâmüle sevk ettiği varlıklar ve bu varlıkların tekâmülleri için koyduğu Mutlak Nizamın ruhudur. Robotlar ise Mutlak Varlık imkânları dahilinde var edilmişlerdir.
Tanrıya en yakın olan değerler, tekâmüle sevk olunan varlıklar ve Mutlak Varlığın ruhunu teşkil eden Tanrının Arzusudur dedik. Fakat tekâmüle sevk olunan değerler, Tanrıya Mutlak Varlıktan daha yakındır. Mutlak Varlık da tekâmüle sevk olunan varlıklar kadar Tanrıya yakın görünmesine rağmen onlar kadar yakın değildir. Sebebi ise;
“Tekâmüldeki varlıkların âmili Tanrının Arzusu’dur.”
“Mutlak Varlığın âmili de Tanrının Arzusu’dur. Fakat Tanrının Arzusu, Mutlak Arzu haline dönüştürülerek hudutlandırıldıktan sonra Mutlak Varlığa mâledilmiştir. Bu arzu Mutlak Varlıkta, Mutlak Arzu olarak tezahür eder.”
Tekâmüldeki varlıkların var edilişlerinin gaye değeri, Mutlak Varlığın var edilmesindeki gaye değerinden daha yüksektir. Tekâmüle sevk edilen varlıkların halk edilişleri esastır.
Şu halde; Tanrıya en yakın varlık, tekâmüle sevk olunan varlıklar’dır. Mutlak Nizam, tekâmüldeki varlıkları tekâmül ettirmek gayesi ile vücuda getirilmiş, izahı imkânsız bir “robot teşkilâtı”dır ki; Tekâmüldeki varlıklar, tekâmülleri süresince Mutlak Kanunun hudutlarını aşamazlar. Fakat tekâmüldeki varlıklar, tekâmül ederek Mutlak Varlık hudutlarını dahi aşabilmek imkânlarına maliktirler.
Bu değere liyakatleri ile erişebilen varlıklar, tam bir serbestî ile hudutsuzluğa kavuşan, izahı imkânsız değerdeki varlıklardır. Fakat Tanrı; onların üzerinde olanların dahi değerinin katresini tasavvur edemeyecekleri, hiçbir surette değerlendirilmesine imkân olmayandır.
İşte Mutlak Varlığın üzerine çıkabilecek liyakati gösteren varlıklar, Mutlak Varlığın idaresini alarak onu şuurlandıracak varlıklardır. Fakat liyakatleri ile yükselen varlıkların, Mutlak Varlığın idaresini alarak onu şuurlandırmaları tekâmülde bir son değildir! Çünkü onlar “daima” tekâmül edebilmek imkânlarına maliktirler.. Fakat; onların, Tanrının değerini takdir edebilecekleri bir yükseklik mevcut değildir!! Ne kadar yükselirlerse yükselsinler, yine de Tanrının değerinin katresini idrak etmekten aciz olacaklar ve kendilerini o izahı imkânsız değer karşısında aciz hissedebildikleri oranda yükseleceklerdir.
 
745.
MADDE
 
Maddenin, tekâmüle yardımcı değerlerin kabalaşmasından nasıl hâsıl olduğunu soranlara; ufacık elektronların yan yana gelmelerinden dünyadaki en ağır ve en katı cisimlerin nasıl hâsıl olduklarını sor!.
 
746.
ALLAH
 
İnsanlar, ancak tekâmül ederek Allahı zannettiklerinden üstün bulabilirler.
 
 
747.
HER ŞEYİN SEYYAL OLDUĞU NİZAMDA BİLİM..
 
Pozitif bilim, bilimsel araştırma metodlarına dayanır. Sonucunda kanunlar ortaya çıkar ve bu kanunların yanlışlıkları, bilimsel metodlarla ispatlanıncaya kadar yüzde yüze doğru olduğuna inanılarak hüküm sürerler. Kısaca; yanlış bir kanunun değişmesi, tesadüfe bırakılmıştır.
Fakat Şuurlu İnanç’ta her kanuna, tekâmül edebilecek gözüyle bakmak, hattâ bu kanunların dayalı olduğu sistemlerin de realitelerle birlikte yükselebileceğine önceden kabul etmek, “bilimsel taassup”tan uzaklaştırır. Bu ise hakikî ilme adım atılması için lüzumlu olan bir şeydir.
Her şeyin seyyal olduğu bir varlıkta; o varlığı izaha ve o varlıktan faydalanmaya yarayan bilimin[17] de, mensubu olduğu seyyal ve tekâmül eden varlığa[18] benzemesi lüzumludur. Bunun için de, bilimde seyyaliyeti ve tekâmülü kabul etmek şarttır!. Çünkü, kanunlar da dahil her şey seyyaldir ve tekâmül eder.
 
748.
MUTLAK VARLIK VE TEKÂMÜLE SEVK EDİLEN DEĞERLER HAKKINDA BİR MİSÂL
 
Bir sürü çocuğa malik olmak isteyen bir aileyi; bu çocukların nasıl yetişeceğini, daha onlara malik olmayı aklından geçirirken düşünüp temine hazırlandığını; ve onları hayata atılırlarken geliştirecek imkânları da hazırladığını; lüzumlu okulları; bu okullardaki sınıfları ve dinlenme yerlerini.. kısaca her şeyi, hattâ zaman zaman tatilde istirahat etmelerini dahi mükemmel bir şekilde plânladığını düşünün..
Şimdi bu ailenin arzusu, tekâmül eden evlâtlara malik olmaktır ki; işte Tanrının arzu ederek, kendi varlığından değerler bahşederek halk ettiği varlıklar bu çocuklara benzerler. Bu çocukların var edilerek yetişmeleri gaye ve onları yetiştirmek için yapılan her şey ise, sırf onların iyi yetişebilmeleri için birer vasıtadırlar. Ve ailenin çocuklara malik olmak istemesi ve onların iyi yetişmelerini arzu etmeleri de ailenin “sevgiden” hâsıl olan arzusudur.
Yani ailede birçok çocuğa malik olabilmek arzusu, evvelâ çocuk sevgisinden hâsıl olmuştur. Sevgiden hâsıl olan bu arzu sonucunda birçok çocuklara malik olunmuş ve bu çocukların iyi yetişebilmeleri istenmiş; bu sebeple de aile, evlâtlarının tekâmül edebileceği bir zemin hazırlamıştır. Burada, aile; hiçbir şeye benzetilmemesi gereken izahı imkânsız değerdir. Çocuklar; sevilen, sevildikleri için de var olmaları arzu edilen; tekâmüldeki varlıklardır.
Bu çocukların dünyada doğumundan ölümlerine kadar; nasıl ve nerede doğacaklarını, nasıl yetişip ne gibi okullarda okuyacaklarını, hangi usuller tatbik edilerek ahlaken geliştirileceklerini, hattâ nasıl ölüp nerelere gömüleceklerini bir plânla tesbit eden ailenin, bu plânı, kendi “kanun” denen fikir ve düşüncelerine dayanmaktadır ve bunu tatbik etmek için de, bizzat kendi bilgi ve enerjilerini kullanmışlardır.
İşte bu bilgi ve enerji; Tanrının, Mutlak Varlığı var eden arzusuna ve iradesine benzetilebilir. Bu arzu ve irade ile, kanun ve plâna göre inşa edilen Mutlak Varlık da, çocukların yetişmesi için lüzumlu olan her şeyi temin eden ailenin, bizzat aile tarafından korunan okullarına, sınıflarına, oyuncaklarına benzetilebilir.
Yukardaki misalli izahla anlatılmak istenen şudur:
Tanrı, yüksek gayelerle; liyakatleri ile tekâmül edecek varlıklar halk etmek istemiştir. Onların yükselebilmeleri için de bir muhit hazırlamayı arzu etmiş ve bu arzu sonucu, kanun ve plânı ile birlikte Mutlak Varlık var olmuştur.
Şu halde gaye, sevilerek var edilen ve tekâmüle sevk edilen varlıklardır. Mutlak Varlık ise onların yetişip gelişmelerini ve ilerde büyük işler başarabilmeleri için değerlenebilmelerini temin eden bir vasıtadır. İşte madde de dahil bütün robotlar, izahı imkânsız mükemmeliyette bir vasıta olan Mutlak Varlık tarafından var olunurlar.
Hiç şüphesiz ki, Mutlak Varlığa robotları var edecek değeri veren; Mutlak Varlığı ve tekâmüldeki varlıkları var eden, Tanrının Arzusu’dur.
 
749.
EN YÜKSEK ZANNEDİLEN BİLGİDEN DAHA ÜSTÜNLERİ VARDIR
 
Bu bilgiler; en yüksek zannedilen bilgiden de muhakkak daha üstünlerinin bulunduğunu ve bilimsel araştırma metodlarının da daima tekâmül edeceğini bildirmekle; tekâmülle erişilebilecek çok yüksek değerleri ihtiva etmekle, bütün bilgilerden ayrılır.
Ruhunda mevcut olan, sonsuzluklarla bile ifade edilemiyecek değeri, okuyarak benimseyebilecek varlıklara, hiçbir vasıtaya lüzum kalmadan idrak ettiren bilgilerdir.
Bilgilerimiz, şüpheye düşülmeden idrak edilecek değerdedir. Böyle olduğu için de kendi değerini yine kendi belirten bilgilerdir. Bütün erişilebilinecek tekâmül merhalelerini, tekâmülün sonsuzluğunu izah ederek açıklayan bilgiler ise vasıtasız olarak, Tanrının arzu ve iradesi ile verilmektedir. Dünya tekâmül edecek, daha üstün bilgiler inecektir. Fakat O üstün bilgilerin yerleri, daima bu bilgilerle çizilen ve sonsuzlukları aşan hudutlar dahilinde olacaktır.
İlerde, bu kitaptaki bazı bahislerden daha üstün bilgi ve metodların inmesine rağmen bu bilgiler; sonsuzluklarıyla ifade ettiği tekâmül hudutları gibi, sonsuzluk vasfından bir şey kaybetmiyecektir.
 
750.
BU BİLGİLER..
 
Bu bilgiler, “daima benden üstünleri gelecek” demekle sonsuz değere yükselen bilgilerdir. Çünkü ilerde gelecek üstün bilgilerin değerleri, bu bilgilerle çizilen sonsuzluk hudutlarının ötesine asla geçemiyecektir.
 
751.
İNANÇ DEVRİ
 
İnanç devri, iman devridir. İmana ise ancak; bilgi, şuur ve liyakatle yükselinir.
 
752.
BİLGİDE EN YÜKSEK MERTEBE
 
Kuvvetlerine güvenenler, bundan dolayı da gururlanarak her şeyi cılız görmeye başlayanlar, karşılarında, er geç kudretsizliklerini kendilerine tanıtacak hâdiselerle karşılaşırlar.
Bilgilerine güvenenler ve en üstün bilgiyi kendilerinin zannedenler, er geç daha üstün bilgilerin mevcudiyetini hissedip, bilgisizliklerini idrak zorunda kalırlar.
Bilgide en yüksek mertebe, hiçbir şey bilmediğini idraktir. Bu mertebeye ancak, hayatlar boyu bilgi edinmekle erişilir. Çünkü “varlığındaki bütün meçhulleri çözülmüş” hiçbir şey yoktur. Bilinenler ise, başı ve sonu meçhuller içersinde kaybolan, sonsuz uzunluktaki bir şeridin ufacık bir parçasına benzer. Bu ufacık parça ise etrafını saran meçhuller arasında kaybolurcasına ufaldıkça ufalır.
İşte en bilgili insan, meçhuller içinde küçüldükçe küçülen bu parçayı, küçük bir miktar idrak edebilen ve samimiyetle “ben hiçbir şey bilmiyorum” diyebilendir. Hakikatte de bu böyledir. Her bilindiği zannedilen şey meçhullerle doludur. Gününüze kadar sırrına erişilebilmiş bir zerre dahi yoktur.
 
753.
OTORİTE
 
Ömrü en uzun sürecek otoriteler; bilgi, sevgi ve liyakata dayandırılanlardır. Zor, korku veya menfaat üzerine kurulanlar ise pek kısa ömürlüdürler.
 
754.
KUR’ÂN
 
Artık arada söylenenleri bir tarafa bırakarak Kur’ân’ı elinize alınız. Eski realitelerin tesirlerine kapılmadan, bilgi ve liyakatinizle onu anlamaya çalışınız. Biliniz ki, şuurla tekâmül edilebilinmesi için ilk adım, onun getirdiği mantıkla atılmıştır.
 
755.
SAYGI-HUZUR-SAADET
 
Tanrıya ve O’nun yolunda çalışanlara saygı göstermek, tekâmül yolunda ilerlemenin delilidir[19]. Tanrıya saygıda kusur etmemeye dikkat edip gayret sarfedenler, O’nun yolunda huzurla ilerleyebilme imkânlarına sahip olurlar ki; buna kısaca, saadet denir.
 
756.
MAKBUL OTORİTE
 
Tanrı indinde makbul olan otorite; karşılıklı sevgiye ve likayate dayanan, böyle olduğu için de hürmet telkin eden otoritedir.
 
757.
LİDER
 
Dünya zaman zaman değersizlerin lider olarak denendikleri bir yer gibi gözükür. Tekâmül yolunda vazifeli olanlar, liderlik vasfını ancak değerle kazanabilirler. O vasfı muhafaza edebilmek için de zorunlu olan; liyakat, bilgi ve ahlâktır.
 
758.
İLİM
 
İlim, bilinmeyenler içersindeki bilinenleri, özel metodları ile bulmaya çalışır. Bilindiği zannedilenlerse mutlak surette bilinmeyenler ihtiva ederler.
 
759.
EN BASİT’İN BASİTLERİ
 
Madde kâinatında “maddî imkânlarla” basiti[20] tesbit edilebilecek hiçbir varlık yoktur. Tesbit edilebilen en basit varlıklarda bile, mevcut maddî imkânlarla ölçülüp değerlendirilemiyecek değerler mevcuttur.
 
760.
BASİT MADDE
 
En basit madde bile, bileşik halindedir..
 
761.
                                               BASİTLERİN  SONSUZLUĞU
Varlığında, tesbit edilenlerden başka bir şey bulunmayan madde yoktur.
 
762.
TAM ANLAMIYLA BİLMEK
 
Robot kâinatlardaki varlıkları, robotların sınırladığı imkânlarla ne tamamen anlamaya, ne de onların bütün sırlarına vâkıf olmaya imkân vardır. Bu sebeple de hiçbir şeyi tam anlamıyla bilmeye imkân yoktur.
İşte bu bilgiler; maddî tesirlerle sınırlı olan bilimsel araştırma metodlarını, (yine o metodlardan faydalanarak) bilinmeyenlere ışık tutacak hale dönüştürecek bilgilerdir.
 
763.
MEÇHULLER VE BİLİNENLER
 
Meçhuller[21] eksilmezler fakat tekâmülle, bilinenler artarlar. Bilinenlerin artmasına rağmen meçhullerin eksilmeyişinin sebebi; bütün meçhulleri, mevcut imkânlarla değerlendirmeye imkân olmayışıdır.
Artan “bilinenler”de (ki bunlara hakikatte; bazı tarafları bilinen meçhuller demek daha doğrudur) ise, mevcut imkânlarla değerlendirilebilen taraflar vardır.
 
764.
MEÇHULLER VE BİLİNENLER
 
Bir meçhuldeki, bilimsel metodlarla aydınlandığı zannedilen “bilinenler” de meçhuller ihtiva ederler.
Bilimsel taassubun önlenmesi ancak; hiçbir şeyin “mevcut bilim metodlarıyla” tam anlamıyla bilinir hale gelemiyeceğinin idrakiyle mümkün olacaktır.
 
765.
BİLİMİN GELİŞEBİLME ŞARTI
 
Maddenin sınırlandırışı altındaki bilimsel metodlarla sadece sınırlı bir yolun alınabileceğini bilmek; bunun ötesine gitmenin, ancak “bilimsel metodları, yüksek manevî bilgilerle desteklemek” yoluyla mümkün olabileceğine inanmak; bilimin gelişmesini mümkün kılar!. Bu ise, bilimsel taassubun kalkması ile mümkündür. Çünkü hiçbir zaman yanyana bulunmaması gereken iki şey, bilim ve taassuptur.
 
766.
ÖĞRETİCİ VE BENİMSETİCİ BİLGİLER:
VAZİFE İÇİN GETİRİLEN BİLGİ VE VAZİFELER
 
Bilgi her şeydir. Çünkü her şeydendir, her şeydedir. Bilgileri:
a) Öğretici bilgiler,
b) Benimsetici bilgiler;
olarak ikiye ayırarak tetkik ve sınıflandırmak mümkündür.
Bilginin verilme gayesi ise; hiç şüphesiz ki, dünyada her olup bitenin gayesi gibi tekâmül’dür.
 
ÖĞRETİCİ BİLGİLER
 
Dünyada tekâmül etmekte olan varlıkların kendi bilgi ve liyakatlerine göre plânsız olarak elde ettikleri bilgilerdir. Bunlara “öğretici” denilmesinin sebebi; bir okulda veya herhangi bir konuyu açıklamak gayesi ile yazılan bir kitapta ilk hedefin, dünya imkânlarına göre “öğretmek” olmasıdır.
Çünkü dünya imkânlarına göre, bilgiler ancak öğretici olarak tanzim edilebilirler. Aslında öğrenilmesi hedef tutularak verilen dünya bilgilerinden de gaye, tekâmül ile ilgili hususların benimsenmesidir. Fakat ne bir öğretmen, ne de bir kitap yazarı bilgilerini benimsetmek için değil, ancak tanıtıp öğretmek için açıklar.
Bu sebeple dünyada bugüne kadar verilen bilgilerde daima; o bilgilerin öğretilmesi hedef tutulmuştur. Halbuki asıl gaye, göz önüne alınan hedefin daha ötesindeki benimsetmedir. İşte insanlar bugüne kadar şuurla, öğrenmek ve öğretmek istemişlerdir. Fakat benimsetme işi daima robot yardımlarla yapılmıştır. Çünkü bir bilginin realiteleri yükseltici özelliğe sahip olabilmesi için, o bilginin öğrenilmesi yeterli değildir.
Şayet her öğrenilen bilgi, aynı zamanda benimsenerek benimseyenin varlığına mâledilmiş olsaydı; ahlâk kitaplarında yazılan ahlâk kurallarını öğrenenler arasında tek bir ahlâksıza dahi tesadüf etmek mümkün olmazdı. Veya adam öldürmenin doğru olmadığını öğrenebilmiş bir insanın, herhangi bir tesir altında kalarak adam öldürmeye teşebbüs etmesi imkânsız olurdu.
Bu ve buna benzer misallerdeki gibi, öğretici bilgiler, bir insanın realitesini yükseltmek için yeterli olmamakta, bu sebeple de bu bilgilerin mutlak surette benimsetici hale gelmeleri icab etmektedir.
Öğretici bilgiler muhtelif şekillerde benimsenirler. İşte bu, dünyada insanların kontrolleri dışında olan bir iştir. Bu sebeple dünyada önce öğretici mahiyetteki bilgiler yayılır, ve bu bilgileri de, benimsenmesini temin edecek hâdiseler takip ederler. Bunun aksi de olabilir. Önce birçok hâdiseler cereyan eder; bu hâdiseler, ilerde öğretici vasıf taşıyan bilgilerin benimsenmesinde rol oynarlar.
 
BENİMSETİCİ BİLGİLER
 
Benimsetici bilgilere gelince; bir bilginin öğretici ve aynı zamanda da benimsetici hassaları haiz olması, çok zor ve halen beşerî imkânların üzerindeki bir iştir. Böyle olmasına rağmen gaye, beşerî bilgilerin de öğreticilikten benimsetici değere yükseltilerek verilmesidir. Bu ise ancak, şuurlu tekâmül dediğimiz “inanç” hakkında vereceğimiz bilgilerle mümkün olacaktır. Bu şekilde beşeriyet, bu tarzı benimseyerek, bilgilerini benzer metodlara dayandırarak (liyakatleri kadarınca) benimsetici bilgiler haline getirebilecektir.
Bir bilginin kolay benimsenebilmesinin en büyük engeli aynı zamanda da yardımcısı; taassuptur! ki bu, ilim de dahil hemen hemen her konuda mevcuttur. Gerçi din devrinde taasuptan tekâmül yolunda faydalanılmıştır. Fakat bugün artık, yavaş yavaş lüzumsuz bir tekâmül faktörü halini alan taasuptan uzaklaşmak zamanı gelmiştir. Şimdi kısaca, din devrinde taassuptan ne şekilde faydalanıldığını izah edelim.
Mutlak Tekâmül Kanununa göre, bir insanın herhangi bir bilgiyi benimseyerek, realitesini yükseltip tekâmül edebilmesi için; onu, hayatına tatbik edecek kadar inanarak, varlığına mâletmiş olması gerekir. İşte din devrinde benimsetici metodlarla verilen bilgiler bu sebeple, evvelâ yadırganmış, sonra da benimsenmişlerdir. Yeni bir bilgiyi yadırgatan; eski bilgiye karşı olan bağlılıktır ki, buna, eski bilginin benimsenmiş olması da denebilir.
Şayet beşeriyet bir bilgiye bu derece inanmasaydı ve daha üstünü gelince de, üstün bilgiye karşı taassupla eskiyi korumaya calışmasaydı; yeni bilgiler benimsenemezlerdi. Eski yeni mücadeleleri beşeriyet kadar eskidir ve beşeriyet kadar eski olan bu mücadelelerde taassup, tekâmüldeki rolünü oynamış ve eskinin savunulmasını sağlamıştır. Eskiyi savunanlarla, yeniyi savunanlar arasında zamanın realitelerine göre vukua gelen mücadeleler, yeninin benimsenmesini sağlamıştır.
İşte bu arada mücadelenin de tekâmüldeki rolünü kısaca izah etmiş bulunuyoruz. Çünkü mücadele; verilmesi, kaybedilmesi istenmiyen bir şey için yapılır ve mücadele konusu olan şey, daha iyi anlaşılır ve benimsenir.
Yukarda öğretici ve benimsetici bilgileri kısa olarak izah ettik. Şimdi de menşe’leri dünya imkânlarının üzeri olan ve tekâmülde mühim rolleri bulunan benimsetici bilgilerin, dünyaya nasıl ve ne vasıtalarla ulaştırıldığını izah edeceğiz.
Dünyada öğrenilenlerin de gayesinin benimsenmek olduğunu söylemiş ve bugüne kadar verilen bilgilerin öğretmek veya tanıtmak gayeleri ile verildiklerinden bahsetmiştik. Halbuki dünyaya bir de maneviyat âlemlerinden muhtelif usullerle bilgiler verilmektedir. Bu bilgilerin verilmelerinin gayesi benimsenmeleri olduğu için, verilişlerinde tatbik edilen sistemler de benimsetici sistemlerdir.
Bu tür bilgileri iki esas kısma ayırarak izah edebiliriz:
I. Medyomlar vasıtası ile dünyaya indirilen bilgiler,
II. Vazifeliler tarafından dünyaya beraberlerinde getirilen bilgiler.
Şimdi bunları ayrı ayrı ele alarak kısaca izah edelim:
 
I. MEDYOMLAR VASITASI İLE DÜNYAYA İNDİRİLEN BİLGİLER
 
Bu bilgiler, çeşitli menşe’li ve çeşitli değerlerdeki bilgilerdir. Bunlardan bir kısmı, tekâmüle yardım gayesi ile verilen yüksek menşe’li, öğretici, düşündürücü bilgilerdir ki, benimsenmesi gerekenin benimsenmesinde rol oynarlar.
Medyomlar vasıtası ile dünyaya bildirilen bir kısım bilgiler daha vardır ki bunlar “şaşırtıcı, aldatıcı, hattâ esasa aykırı” bilgilerdir. Bunların verilmesine tarafımızdan müsaade edilmesinin sebebi; o bilgilerin tekâmüle doğrudan doğruya hizmet gayesi ile verilmedikleri halde, tekâmüle dolaylı olarak hizmet etmeleri sebebiyledir. Çünkü benimsenmesi gerekenlerin zaman zaman şüphe ve teşevvüşle karşılanması icab eder. İşte bu tür bilgiler de tekâmülde bu rolü oynarlar.
Medyomlar vasıtasıyla verilen bilgilerin hangilerinin doğrudan tekâmüle hizmet gayesiyle verildiğini ve hangilerinin aldatıcı veya hakikate aykırı olduğunu anlamak bir ihtisas işidir.
 
II. VAZİFELİLERİN DÜNYAYA BERABERLERİNDE GETİRDİKLERİ BİLGİLER
 
Şayet dünya yepyeni bir tekâmül devresine giriyorsa, biz bu tekâmül merhalesini ışıklandıracak ana bilgiler’i, o bilgileri benimsemiş vazifeliler göndererek açıklarız. Bunun böyle oluşu, Mutlak Tekâmül Kanunu icaplarındandır. Çünkü madde kâinatındaki dünya, maddî imkânlarla hudutludur. Medyomlar vasıtası ile dünyaya bildirilenlerin evvelâ bu madde çemberinden geçmeleri, sonradan da madde ölçülerine göre ayarlanmaları gerekir.
Görülüyor ki, o bilgiyi veren varlıkla alan arasında bir takım engeller mevcuttur. İşte bu engeller verilen bilgiler üzerinde tesirler icra ederler ve bilgileri çeşitli süzgeçlerden geçirilmiş hale getirirler. Fakat mühim bir tekâmül devresinin temel bilgiler’inin bu türden; insanlarca anlaşılması zor, hattâ imkânsız olan yollardan geçirilerek verilmesinin birçok mahzurları vardır.
Gerçi biz istersek bir bilgiyi değerinden en ufak bir şey kaybetmeksizin birçok yollardan geçirerek dünyadaki vazifeliye ulaştırabiliriz. Fakat bu, Mutlak Tekâmül Kanunun sizce henüz bilinmeyen bazı esaslarına aykırı düşer. Bu sebeple biz, tekâmül merhalelerinin esasları olan bilgilere, bizzat o bilgilerle tekâmül yerlerine gönderilen vazifelileri vasıta ederiz.
Vazifeli vazifesini ifa edebilecek bilgileri daha önceden kendisine mâletmiş, olarak tekâmül yerine “oradaki tekâmüldeki varlıklar” gibi iner. Meselâ bu yerin dünya olduğunu düşünürsek, vazifeliler de insan olarak doğarlar, muhite intibak ederler, ilerdeki vazifeleri için lüzumlu olan tetkik ve gözlemlerle vazifeye hazırlanırlar.
Bir vazifelinin vazifesi, ancak, bulunduğu muhite iyice intibak ettikten sonra başlar. Çünkü bu hal, getirdiği bilgilerle dünya hayatı arasında mevcut olması gereken irtibat için lüzumludur. Vazife zamanı gelince, o vazife ile ilgili vazifeliler plân icabı bir araya gelirler. Çünkü, ana bilgileri taşıyan vazifeliden başka, aynı vazifede vazife görecekler de vardır. Fakat bunlar ekseriya vazife zamanına kadar bir araya gelemezler. Vazife zamanında da bir araya geldikleri zaman, birbirlerini çok eskiden tanıyorlarmış gibi bir hisse kapılırlar ki, bu his yanlış değildir!
Bu vazifeliler gurubunda bulunanların, ilerdeki vazifelerinin icab ettirdiği bir hayatı yaşamış olmaları gerekir. Bu arada da ekseri, vazifeli namzetleri çetin bir imtihan devresi yaşarlar. Hayatlarının vazifeye kadar olan kısmında karşılaştıkları hadiselerle; şuur, irade ve mukavemetlerini arttırmak için karşılaşmışlardır ki, bunlardan çoğu dünya anlayışına göre zor, acı, yorucu, üzücü hâdiselerdir.
Çünkü vazifeli, vazifenin ifası için ne kadar şuurlu olarak dünyaya gelmiş olursa olsun, yine de dünya şartlarına uygun olarak vazife ile ilgili değerleri kazanması gerekir. Bu devreye; vazifelinin değerini madde dünyasına intibak ettirme devresi denilebilir. Vazifeli varlıklar, tekâmül yerlerinde aldıkları vazifelere başlamadan veya başladıktan sonra da değerlenebilirler.
Bu hal, her şeyden evvel vazifelilerin vazife görecekleri tekâmül yerlerine inmeden evvel kendi arzu ettikleri bir haldir. Çünkü tekâmüldeki varlıkların daima daha fazla tekâmül etmek istemeleri en doğal haklarıdır. İşte bu sebeple, vazife görecekleri muhitlerde aynı zamanda denenerek, daha fazla değer kazanabilme imkânlarına malik bulunan vazifeliler, vazifelerine başlamadan evvel uzun ve ekseri ağır bir denenmeye tabi tutulurlar. Bu arada vazife haklarından mahrum kalma tehlikeleri ile de her an karşı karşıyadırlar.
Denenmelerde muvaffak olamayanlar, vazife safı dışında bırakılırlar veya evvelce düşünülenden daha değersiz vazifelerle vazifelendirilirler. Vazifelilerin vazifeye başladıktan sonra gösterecekleri liyakatsizlikler, onları dünya hayatları boyunca tasavvur edemiyecekleri değer kaybına uğratır. Aksi ise onlara yine tasavvur edemiyecekleri değerleri sağlar.
Bu sebeple, vazife başlamadan evvel liyakatsizlik gösteren bir vazifeli namzetiyle, vazifeye başladıktan sonra liyakatsizlik gösterecek bir vazifelinin kaybedecekleri değerler arasında farklar mevcuttur. Vazifelilere vazifeye hazırlık devrelerinde yapılan yardımlarla, vazifeye başladıktan sonra yapılan yardımlar arasında da farklar vardır.
Vazifeli namzetlerinin hazırlık devrelerinde aldıkları yardımlar, onların ilerdeki vazifeleri icabı takip edecekleri yoldan uzaklaşmamalarını temin içindir. Bu sebeple onlar dünya realitesine göre arzu edilen birçok şeylerden mahrum edilebilirler. Vazifeye başladıktan sonra ise vazifelinin şuuru ve liyakati oranında bu mahrumiyetler azalır. Bu mahrumiyetlerden vazifelilerin tamamen kurtulabilmeleri için, onlarla neden karşılaştıklarını bilmeleri ve o hâdiselerle karşılaştıkları takdirde vazifede hâsıl olacak aksaklıkları tesbit edebilmeleri, şuur, irade ve liyakatleri ile bunlara karşı tedbir alabilmeleri halinde büsbütün ortadan kalkar.
Vazifeliler, kendilerine zor gelen ve kurtulmayı arzu ettikleri hâdiseler üzerine eğilir, sebeplerini liyakatleri ile bulur ve onları vazifelerini aksatmayacak hale getirirlerse; karşılaştıkları talihsizlik, şanssızlık gibi görünen hâdiselerin birer “yardım” olduğunu idrak etmiş ve mahrum bırakıldıkları şeylere malik olabilmek imkânlarını kazanmış olurlar.
Bu hal, bilhassa vazifelilerin hayatlarında kuvvetle beliren bir haldir. Fakat sadece vazifelilerin maruz kaldıkları bir hal değildir. Tekâmüldeki bütün varlıklar, aynı vazifelilerin yapmaları gereken şekilde hareket ederek, tekâmüllerine engel olacak şeyleri tesbit edip, yok edebilirlerse arzu ettikleri şeylere kavuşabilirler. İnsanlar için en güzel arzu; “tekâmüllerine mani olmayacak güzellikleri temennidir. Buna ulaşabilmek ise, liyakatleri oranında kendi ellerindedir.
İşte yukarda izah ettiğimiz şekilde vazifelerine hazırlanan vazifeliler, çok büyük robot yardımlarla ana bilgiler etrafında toplanarak vazifelerini başarırlar. Unutulmaması, hattâ hiç akıldan çıkarılmaması gereken bir husus da; vazifelilerin vazifeleri müddetince karşılaştıkları zorlukların, vazifeleri ile ilgili olduğudur. Bu zorluklar ya bir ikaz, yahutta vazifeyi yürütmek içindir. Vazifeli ise karşı karşıya bulunduğu zorluktan kurtulmak için ne yapması gerektiğini düşünmekle değil; bu zorluktan vazifesi için nasıl faydalanacağını düşünmekle kurtulabilir. Vazifenin zorlaştığı zamanlar, vazifelilerin en büyük yardımlarla takviye edildikleri de hatırdan çıkarılmaması gereken bir noktadır.
Vazifelilerden ve vazifelilerin dünya hayatında takip edecekleri yollardan bahsettikten sonra benimsetici bilgilere dönelim:
Tekâmülde ana rolleri oynayacak en büyük vazifelerde, vazifelinin, vazifesinin gerektirdiği temel bilgilerle tekâmül yerine indiğini söylemiştik. Fakat vazifeli ve bu bilgilerle vazifelenmiş diğer vazifeliler sadece mevcut bilgilerle başbaşa bırakılmazlar. Öncelikle, vazifeli olan, bu bilgilerin hepsini birden hatırlayamaz. Şayet hatırlayabilseydi o zaman o bilgiler öğretici bilgiler halinde tezahür edecek ve benimsetici olma vasfını kaybedeceklerdi.
Bu sebeple vazifeli, kendi varlığına mâlederek vazife göreceği muhite getirdiği bilgileri, icab ettikleri zaman ve benimsetici sisteme uygun olarak hatırlar. Vazifeliye vakti gelince hatırlanması gerekeni hatırlatmakla robotlar vazifelendirilmişlerdir. Fakat ekseri vazifeliler, haklı olarak, kendilerine hatırlatılan bilgileri yepyeni bilgiler zanneder. Çünkü bu hatırlayış, dünya hayatında yaşanmış bir hâdiseyi veya öğrenilmiş bir şeyi hatırlamaya benzemez. Bu yüzden, bugüne kadar vazifeliler, bu bilgilerin bir hatırlanma değil; bir bildirme olduğunu zannetmişlerdir.
Fakat tekâmülde yüksek vazifelerle yüklü olarak vazife görenler, robotlar vasıtası ile yardımlar alabilecekleri gibi, çok yüksek değerlere erişebilmiş vaklıklardan da yardım alırlar.
Vazifelilere vazifeleri devam ettiği sürece bir de izahı imkânsız değerdeki varlıklar yardım ederler. Bunlara ne robot, ne de tekâmüldeki varlık demek doğru olur. Onlar robot değildir; çünkü sonsuz denilebilecek bir serbestîye maliktirler. Fakat bu serbestî onları Mutlak Kanun esaslarından ayırmaz. Hattâ bunun aksi varittir. Bu sonsuz serbestî, Mutlak Kanun ve Plânının izahı imkânsız bir mükemmellikte tatbik edilmesini sağlayan bir sonsuzluktur.
Onlar liyakatleri ile tekâmül etmemişlerdir. Arzu ederlerse tekâmül eden varlıklar halinde tezahür edebilirler, fakat onların arzusu sadece “gereken”dir. Bunlar, Tanrının Arzusu olarak Mutlak Varlıkta, Tanrının izahı imkânsız değerini tezahür ettiren değerlerdir. Bu ise; mevcut bütün robotları var eden, var ettiklerini de tesirleri ve emirleri altında bulunduran demektir. Menşe’leri ise Tanrıdır.
Tanrı onları tekâmüle yardımcı varlıklarla birlikte halk etmiş ve onlardan, tekâmüle yardımcı robotları var etmelerini ve var ettikten sonra da, Tanrının iradesine uygun olarak idare etmelerini istemiştir. İşte robotları var eden varlıklara robot demek bu bakımdan doğru olmaz. Bu sebeple onlara tekâmül ettirici ruh’lar diyeceğiz.
Onlara “melek” de denilebilir; fakat tekâmül icabı bu yüksek varlıkların, melek halinde tezahür ettirdikleri robotlarla karıştırmamak gerekir. Bu en yüksek “Tekâmül Ruhları”, akla gelen ve gelmeyen bütün imkânlara maliktirler. Bu sebeple, onları herhangi bir yerde değil, aynı anda bütün tesir sahaları içinde bulmak mümkündür. Hattâ onlar bir taraftan tekâmül yerlerinin birinde herhangi bir varlık olarak tekâmüle hizmet ederlerken, diğer bir tekâmül yerinde de robotlarla bağlanıp[22] aynı vazifeyi görebilir, vazifesi süresince kendi imkânlarını tahdit ederek kendilerini, ne olduklarını hatırlamaz hale getirebilirler.
Özet olarak, akla gelen her vaziyette ve muhtelif yerlerde aynı anda tezahür edebilirler. İşte onların bu hali, tekâmül etmekte olan varlıklar için bir merhale[23] halinde de tezahür eder. Çünkü, tekâmül eden varlıklar da, bu “en yüksek değerdeki ruhlar”ın değerlerine liyakatleri oranında yaklaşabilirler. Hattâ onlardan bazı vazifeleri devir alabilirler. Fakat, bu tekâmül ettirici ruhların vazifeden uzaklaşmaları demek değildir. Çünkü tekâmül var olduğu müddetçe, onlar da var olacak ve Tanrının değerini ebediyen tezahür ettirecek yüksekliklerde vazifelerine devam edeceklerdir. İlerde bu bahise tekrar döneceğiz.
İşte Muhammed’i irşâd eden Cebrail’i, bu tekâmül ettirici yüksek ruhlara misal gösterebiliriz. Hakikatte Muhammed, vazifesinin icab ettirdiği bilgilerle fakat ümmi[24] olarak vazifesine başladı. Çünkü böyle olması gerekiyordu. Yüksek ruh ona sık sık gelerek hem lüzumlu olan bilgileri hatırlamasına vasıta olmuş, hem de gereken bilgileri vermişti. Muhammed’in vazifesi esnasında karşılaştığı, birçoğu zorluklar halinde tezahür eden hâdiseler, hakikatte mucize göstermeden mantığa dayalı olarak yapmaya mecbur olduğu vazifesinin başarılabilmesi için lüzumlu olan hâdiselerdi.
İsa ise “Tekâmüle Yardımcı Ruh” olarak yaşamıştır!. Bu sebepten de Kur’ân’da onun öldürülmediğinden bahsolunmaktadır. Ona Allahın oğlu denilmesinin ve insanlığı teşevvüşe düşürmenin sebebi de; bu bilgilerin açıklanmasına zemin hazırlamak içindi.
Din devrinde dünyaya peygamber olarak her zaman “Tekâmül Ettirici Ruhlar” gelmemiştir. Tekâmül yerlerine gönderilen vazifeliler çoğunlukla, o yerleri iyi tanıyan, liyakatleri ile tekâmül etmiş varlıklardır. Vazifeler de bu varlıklar arasından seçilenlere verilir.
 
767.
TEKÂMÜLE SEVK OLUNAN DEĞERLER
 
Kur’ân nasıl din devrini Şuurlu İnanca bağlayan bir bağsa, Tanrının Arzusu halinde tezahür eden ve Mutlak Varlığın var olmasını temin eden değer de; Tanrı ile Mutlak Varlığı arasındaki bağdır. Bu bağın değerini, kudretini ve imkânlarını tasavvur etmeye imkân yoktur. İşte tekâmüldeki ruhlar[25] bu bağdandır. Çünkü onlar Tanrının arzu ve iradeleri ile var olmuşlar ve Mutlak Varlığı var etmek ve idare etmekle vazifelendirilmişlerdir.
 
768.
HUDUTSUZ TEKÂMÜL
 
Tanrının kendisinden hassalar vererek, değerlenmelerini arzu ettiği “tekâmüldeki varlıklar”, Mutlak Varlık hudutları içersinde tekâmül ederler. Onlar için, tekâmüllerini tahdit eden bir hudut mevcut değildir.
Fakat; bir varlık ne kadar tekâmül ederse etsin, yine de Tanrının izahı imkânsız değerini anlamaya kâdir[26] olamayacaktır. Tanrı her şeyden üstündür; her şeyden ebediyen üstün olacaktır.
 
769.
SUAL
 
Şuurlu Tekâmül’de “sual”, değerini kaybeden bir tekâmül faktörüdür. Çünkü sual, en çok öğrenmek için sorulur. Şuurlu Tekâmül’de sualleri cevap şeklinde sormak uygundur. Meselâ; “Bu nasıl oluyor?” yerine, “ben bunun böyle olduğunu düşünüyorum, böyle düşünmeme de sebep şudur..” diye düşündüğünü söylemek; şayet hiçbir şey bilmediği bir konu hakkında sual soracaksa, hiç olmazsa “bu nedir?” demeden, onu neden öğrenmek istediğini düşünürse daha iyi olur.
Çünkü insanlar, öğrenmek istedikleri şeyleri en faydalı olacak yönleriyle öğrenerek değer kazanırlar.
 
770.
MADDE VE CAZİBE[27]
 
Her şey harekettedir, seyyaldir. Fakat robotun[28], canlının ve şuurlunun hareketleri arasında farklar vardır.
Robotlar sür’atle hareket ederler; dönerler. Fakat bu devirler birbirlerine benzerler. Onlarda ne kendilerinden doğma bir gaye, ne de bilinip alışılandan başka bir hareket beklemek mümkündür.
Ser döner, esîr döner, elektron döner ve bunlar, meydana getirdikleri âtıl görünüşlü cisimlerde de dönerler. Ve henüz daha insanlar bilmezler ki; o âtıl zannedilen kaba görünüşlü cisimler, bu dönüşlerden hâsıl olan enerjiyi şualar halinde yayarlar. Bu yayılan şuada da, dönen esîr sistemleri mevcuttur. İşte, robotları robotça konuşturan bir sessiz lisana benzerler ve bütün robotlar, bu şualarla birbirleri ile irtibata geçerler.
Şayet insanlar hakikatlere daha fazla nüfuz ederek, onları daha iyi görmek imkânlarına malik olabilselerdi; o vakit âtıl zannedilenlerin de yerlerinde kıvrım kıvrım kıvrandıklarını görecekler ve en sert, en ağır cisimlerin bile yüzeylerinde sayısız, muntazam devirlerden hâsıl olan hareketi sezebileceklerdi ki, bu ilerde mümkün olacaktır.
İşte ele alınmadan masanın üzerinde hareketsiz duran kalem; masanın üzerindeyken de âtıl değildi.. Çünkü o, çekirdekleri etrafında milyarlarca elektronun hareket ettiği, her noktasında hareket olan bir robot dünyası, bir robot kâinatıdır.
Kalemdeki bu hareketler sadece kendi bünyesini ilgilendirmez. Üzerinde durduğu yazı masasından ona gelen şualar, ondan da yazı masasına giden şualar vardır. Kalem yazı masasından küçüktür. Bu sebepten, yazı masası onu daha kuvvetle kendine çeker. Çünkü, büyük olan masada daha fazla elektron, dolayısiyle daha fazla atom mevcuttur. Bu atomlar; bünyesinde daha az elektron (dolayısiyle atom) bulunan kalemden daha fazla çekme kuvvetine maliktir. Şu halde masanın eksileri kalemin artılarını, masanın artıları da yine kalemin eksilerini kendilerine çekerler.
Kalemde ve kalem gibi âtıl gözüken fakat hakikatte durdukları yerlerde hareket eden her cismin bünyesinde, “yayımlanan artı ve eksi şualar” arasında bir dengelenme mevcuttur. Bu dengelenme, âtıl zannedilen cisimleri durdukları yerde kendi kendilerine kımıldatmayan kudrettir. Bünyelerindeki gayet muntazam elektron ve atom hareketleri sebebiyle konuldukları yerlerde uzun süre hareketsiz kalıyorlarmış gibi gözükürler. Maddelerin; bünyelerindeki akıl almaz sür’ati görebilmek ve bünyelerindeki karıncalanmaya benzer muntazam hareketi sezmek, dünya için daha mümkün olmamıştır.
Arz[29], dünyadaki bütün cisimlerin dayanağı olan bir çekme kudretine maliktir. Bu sebeple bütün cisimler onun üzerinde huzurla dururlar. Arzın üzerindeki cisimleri kendine çekişi, kütlesindeki atomları ilgilendiren bir meseleden çok, arz alanını ilgilendiren bir hâdisedir. Çünkü cazibede yüzey alanı kütleden daha büyük rol oynar. Kütlenin rolü ise ikinci derecede ve yüzey alanını destekleyen karakterdedir. Meselâ dış yüzeyi büyük ve arza geniş olarak temas eder şekilde olan cisimleri yerden kaldırmak zordur.
Bir diroliti yerden kaldırırsanız onu yere doğru çeken kudreti farkedersiniz. Bu kudret, tutulan yerden uzak kısımlarında tesirini daha fazla gösterir. Diroliti kolay taşımak ise ancak dar yüzünü arza çevirmekle mümkündür. Buna da sebep dirolitin arza bakan yüzü ile arzın şua alışverişinin mümkün olduğu kadar azaltılmış olmasıdır.
Dünya yüzündeki her cisimde elektron ve atomlar vardır. Bu bakımdan mevcut cisimleri irili ufaklı dünyalara benzetebilirsiniz. Temasta olan iki sistemin birbirleri ile normal şartlar altındaki şua alışverişi, onların dengede ve âtıl bir görünüşte olmalarını sağlar.
Meselâ yere tesbit edilmiş bir çubuk üzerinde bir elmayı, çubuk üzerinde dengede kalacak şekilde geçirin. Elma ile çubuk arasındaki irtibat, elma ile arz yüzeyi arasındaki çekim tesirinden fazla olduğu zaman elma çubuk üzerinde dengede kalır. Elmanın üzerine de bir karınca koyun. Karınca elma üzerinde kolaylıkla dolaşabilir. Çünkü karıncanın bedenindeki elektron ve atom sistemlerinin yayımladıkları şualar, temasta bulunduğu ilk cisim olan elmanın yayımladığı şualardan daha zayıftır.
Fakat bu sefer elmanın üzerine karıncayı değil de karınca kadar küçük bir kâğıt parçası koyun. Bu kâğıt parçasının temasta olan yüzeyinin dengesi yer lehine bozulunca derhal yere düşer. Kâğıdın elma üzerinde duramadığı yerde karıncanın durabilmesini; kayaların yuvarlandığı dağlara, insanların tırmanabilmelerine ve yine kayanın yuvarlanacağı merdivenden aşağı inebilmelerine benzetebiliriz.
Karınca, yaşayan bir varlıktır ve düşeceğini anladığı şekilde yürümez. Nitekim bir elmanın yüzeyinin her yerinde karınca aynı kolaylıkla yürüyemez. Onu kâğıdın düştüğü yerde durduran, insanı kayanın yuvarlandığı yerde düşürmeyen kudrete benzer.
Kayanın yuvarlandığı yerdeki insan, otomatik olarak veya şuurla alması gereken bazı tedbirleri almasaydı, o da kaya gibi aşağıya yuvarlanırdı. Fakat insan, vücudunun da kendisine bahşettiği imkânlardan faydalanarak eğilerek bükülerek ve icab ettiği gibi basarak, lüzumlu yerlerde tutunarak veya ellerini de ayak gibi kullanarak kaya gibi yuvarlanmaktan kendisini korur.
İşte, robotların yuvarlandıkları yerde tekâmül eden varlıkların durabilmeleri, hattâ hareket edebilmeleri, onların robotlarda mevcut olmayan bazı imkânlardan faydalanmaları ile mümkündür ki, bu imkânlara; manevî şualardan hâsıl olan manevî imkânlar denebilir.
Manevî şualar halinde tezahür eden bu imkânlar robot şualara pek muhtelif şekillerde tesir ederler ve cazibenin tesirine hudutlu olarak karşı koyabilirler. Hudutlu diyoruz, çünkü, insan kayanın yuvarlandığı yokuşa tırmanabilir fakat düz duvarda veya tavanda yürüyemez. Bu işleri yapabilmesini temin edecek, büyük kütlenin cazibesine karşı koyacak imkânlara malik değildir. Tıpkı belirli bir yüksekliğe sıçrayabilip tekrar düşeceği gibi.
Cazibe; elektron ve atom sistemlerinin kesif olduğu yerlerde fazladır. Arzdan uzaklaşıldıkça, hele esîr sistemlerinin bulunduğu uzaya doğru uzaklaşıldıkça büyük kütlenin tesirinden çıkılır ve artık çekmediği görülür. Arzdan uzaklaşan büyük ve küçük kütleler arasındaki elektron ve atom farkları azaldığı için; meselâ bir uzay gemisinin içindeki adamı, uzay gemisi, sıkıca kendisine çekememektedir.
Ay, hem dünyanın cazibesinde hem de uzaydaki başka varlık ve kudretlerin cazibesindedir. Bu sebeple de ne arza çekilmekte ne de diğer kudretlere doğru kaybolup gitmektedir. Fakat ayın dengelenmesini, masa üzerinde âtıl durduğu zannedilen kalemin haline benzetemeyiz. Çünkü ay; güneşin, arzın ve daha yüzbinlerce yıldızın uyum içinde olduğu bir sisteme denge içinde bağlanmıştır.
Uzaydaki bütün hareketler, denge içersindeki hareketlerdir ve kâinat, Mutlak Varlık esasına göre tanzim edilmiş, emniyet içersindeki bir sistemdir. Bir yıldızın parçalanması veya buna benzer hâdiseler bu sistemde bazı ufak değişiklikler husule getirebilir, fakat asla esaslı bir değişikliğe sebep olamazlar.
Özet olarak, arz ile ona bağlı cisimler arasında görünmeyen bağlar halinde bir cazibe sistemi mevcuttur. Ve cisimler kendilerine en yakın büyük cisim tarafından, o büyük cisime de cisimin en yakın yüzü tarafından çekilirler. Böylece, cazibenin, cisimlerin en çok dış yüzleriyle ilgili olduğunu izah etmiş bulunuyoruz.
Cazibe, harekette olan cisimlerin yayımladıkları robot şualarla birbirlerini çekmeleridir ki; hareket veya dengelenme hallerinde tezahür eder. Denge halindeki âtıl görünüşlü cisimlerse, kendi bünyeleri dahilinde hareket etmektedirler.
 
771.
ÖĞRENMEK İSTEYEN
 
Bilmeyen, fakat bilmediğini bilip öğrenmek isteyenler; daha fazla bildikleri için öğünenlerden ve bu sebeple kendilerini üstün görenlerden değerlidir.
 
772.
İLGİ
 
Kısa bir süre için dahi olsa yan yana oturan iki yabancı insan birbirlerini tanımadıkları halde yakın bulundukları oranda, otomatik olarak birbirleri ile ilgilenir ve şua alışverişi yaparlar.
Meselâ bir insan, vapur veya otobüste yanına oturan tanımadığı bir sakatla vicdan ve liyakati oranında ilgilenir. İlgi, ilgilenenin otomatik olarak şualar göndermesine sebep olur. Böylece sakat kişi de otomatik olarak aldığı bu şuaların tesiri ile ilgilenene, yine otomatik olarak şualar gönderir. Bunun sonucu olarak da ona bakar ve hattâ ona karşı sebebini izah edemiyeceği şeyler hissedebilir. Aynı hal, birbirlerini seven, beğenen veya nefret eden insanlar arasında da geçerlidir..
 
773.
KUTSAL KİTAPLAR
 
İncil Tevrat’ı, Kur’ân İncil’i takip etmiştir. İncil, Tevrat’taki, Kur’ân İncil’deki lüzumlu eksikleri gidermiştir. Tevrat’ta da, İncil’de de, Kur’ân’da da söylenmek istenen birdir.
 
774.
BİLGİ VE “BU” BİLGİLERİN TETKİK METODLARI HAKKINDA
 
Dünyada elde edilen her bilgi daha üstün bilgilere zemin hazırlar. Bu, sadece dünya için değil, her yer için böyledir. İnsanlar arasındaki bilgi münakaşaları ise, bilgilerin benimsenebilmesini sağlayan münakaşalardır; bu sebeple faydalıdırlar.
Fakat, şuurla tekâmül edebilmek mertebesine erişenlerin, mevcut bilgileri tetkik ederlerken, o bilgileri mümkün olduğu kadar doğru değerlendirebilmeleri için, bazı ölçü ve sistemleri öğrenerek benimsemeleri icab etmektedir. Bunun için de bilgilerin bazı özelliklerini tanımaları gerekir.
Bir insan, meşgul olduğu konuyu aydınlatıcı mahiyetteki bilgileri ekseriya sübjektif olarak değerlendirir. Meselâ yüksek değerdeki bir fizik bilgisi, bir doktoru, daha az değerdeki bir tıp bilgisi kadar ilgilendirmez. Zira, bir insan bahis konusu olan bilgiye ne kadar aşina ise, o konu hakkındaki bilgileri o kadar iyi değerlendirebilir.
Şu halde bir kısım bilgiler vardır ki, onlara meslek ve ihtisas bilgileri denebilir. Hiç şüphesiz ki bilgiyi ilgilendiren mesleğe mensup olanlar, onların değerleri üzerinde münakaşaya girişmek hakkına sahiptirler.
Branş bilgileri diyebileceğimiz bu bilgilerde branşlarının hudutlarını aşanlar mevcuttur. Meselâ fizik, kimya, tıp branşlarının hepsini ilgilendiren bilgiler vardır fakat, bir bilginin daha fazla branşa hitap etmesi, o bilginin mutlaka daha değerli olmasını icab ettirmez. Bilgilerin değerleri, tesir alanları ve bu tesir alanlarına yayılış kudretleri ile ölçülür. Bilgilerin tesir alanları ise, tesir icra edebildikleri branşları ihtiva eder.
Birçok branşları ilgilendiren fakat zayıf olan bilgiler, geniş tesir alanlarına kudretsiz olarak yayılırlar. İnsanlar bilgi değerlendirme işini, şuur ve liyakatleri ile mevcut bilgilerinden faydalanarak yaparlar. Şu halde bir bilgiyi ancak, aynı şuura, aynı liyakate sahip insanlar aynı değerde değerlendirebilirler. Dünyada ise tıpa tıp aynı değer ve liyakatte iki insan bulmak mümkün değildir.
Şu halde; yakın değerlerdeki insanlar, birbirlerine yakın değerlendirme yapabilmek imkânlarına maliktirler. Görülüyor ki tek bir bilgiyi dahi iki insanın aynı değerde değerlendirebilmesine imkân yoktur. Bu hal de, tekâmül için zaruridir ve benimsetici metod icaplarındandır.
Yukarda tek bir branşı ilgilendiren bilgilerden bahsettik. Hakikatte ise, yalnız tek branşı ilgilendiren bir bilgi yoktur. Çünkü bilgiler mutlaka alakalı oldukları branşın hudutlarından dışarıya, başka branşlara sızarlar. Aslında branşlar da öyledir ve hudutları içersinde hiçbir branşın hudutlarına nüfuz etmeyen branş mevcut değildir.
Bir bilgi; tesir alanı ve bu tesir alanına yayılan kudreti idrak edilebildiği oranda değerlidir. Aynı zamanda bir bilginin değeri, o bilginin değerini takdir edenin şuur ve liyakati ile orantılıdır. Bu sebeple de hakikatte çok değerli olan bilgiler, o bilgileri değerlendiremiyenler tarafından değersiz gözükürler. İşte bu sebeple verilen bilgileri ölçülü olarak vermek gerekir.
İleri tekâmül seviyesine ulaşmış bir varlık için çok değerli olan bir bilgi, geri merhalelerde olanlar için saçma addedilebilir. Bu sebeple de bilgiyi değerli bulanları kendilerine alay konusu yapabilirler. Gerçi değerli bir bilgiyi anlayamayanların onunla alay etmesinin de tekâmülde rolü vardır. Fakat biz, bazı bilgilerimizi her şeyden koruduğumuz gibi onlarla alay edilmesinden de koruruz!. Her şeyden korunan bilgiler ise tekâmülde esaslı rol oynayan bilgilerdir..
Değerli bir bilgi ne kadar geniş bir alana hitab ederse etsin, değeri idrak edilmedikçe o bilgi, değeri ile tezahür edemez. Bunun sonucu olarak da değerlendirilemez. Şu halde bir bilgideki değerin kudretle geniş bir alana yayılmış olması, o bilginin değerinin takdir edilebilmesi için yeterli değildir. İşte biz bu tür bilgilere, “değerleri takdir edilemeyen bilgiler” diyeceğiz. Bu tür bilgiler ancak realiteler yükseldikçe değerlerini tezahür ettirebilen bilgilerdir. Bütün bu anlatılanlardan şu sonuç çıkarılabilir:
Dünyaya verilen bilgiler, ancak onu değerlendirebilecek bir ortamda, o ortamın imkânlarına göre değerlenebilen bilgilerdir..
Bir de üstün ve çok üstün değerdeki bilgiler vardır ki, bunların değerli oldukları herkes tarafından sezilebilir fakat onları ancak çok üstün realitelere ulaşmış olanlar, liyakatleri oranında değerlendirebilirler.
İşte bu gibi bilgiler, din devrinde tekâmüle büyük hizmetlerde bulunan bilgilerdir. Bu sebeple de, eski realitelere bağlı bulunmaları sebebiyle bu gibi bilgileri kabul etmek istemiyenler dahi; onlara hücum etmişler, hattâ bu bilgilere vasıta edilenleri işkenceyle imha yoluna kadar gitmişler, fakat o bilgilere hiçbir zaman, kalben inanarak, saçma veya değersiz diyememişlerdir.
Halen bu yüksek değerdeki bilgiler günün realitesine uygun şekilde verilmektedir. Bu bilgilerin tesir alanları da ekseri çok geniştir. Kısaca, insanlığa hitab eder mahiyettedirler.
Bir de, öğrenince en basit insanlardan en tekâmül etmiş insana kadar her insanın liyakati oranında hudutsuz değerde bulacağı bilgiler vardır ki, bu bilgiler “inanç” devrinin kapılarını açan bilgilerdir. Özellikleri de, her bakımdan sonsuz değerde oluşlarıdır. Bu sebeple de eski benimsenmiş bilgileri geçersiz kılıcı değil, bilakis onları devam ettirici mahiyettedir.
Meselâ; “Allah birdir” demek ve ona inanmak, Tanrının her hususta eşsizliğine inanmak demektir. Fakat her insan Tanrının kudretini ve eşsizliğini ancak kendi liyakati oranınca tasavvur edebilir. Buradaki “birdir” sözü tahdittir[30]. Fakat sonsuzluğu ifade etmek maksadı ile yapılan bir tahdittir.
Çünkü sonsuzlukların mevcut varlıklar halinde düşünülemiyeceği, tahayyül edilemiyeceği bir devirde Tanrının her şeyi ile sonsuz olduğunu izaha kalkmak çeşitli teşevvüşlere yol açacak, insanların Tanrıyı sonsuzluklar içersinde kaybetmelerine sebep olacaktı. Bu sebeple de, Tanrının sonsuzluklarla dahi izah edilemiyecek değerini söyleyebilmek için “Allah birdir!” denilmiş ve sonradan da O’nun değerinin (her bakımdan sonsuzluklarla dahi izah edilemiyecek) izahına geçilmiştir.
Allahın “bir” olduğuna inananlardan zamanın realitesine yükselmiş olanlara;
 
“Allah tarif ve izah olunamaz.
Sonsuzluklar insanlar içindir.
Allahın büyüklüğünü sonsuzluklarla tahdit ve izah yoluna asla sapılamaz!”
 
tebliğinde, başlangıçta bir dayanak olan “bir”in sonsuzluklarla ifade edilişi belki onları bir an için dayanaksız bir hale düşürecek, fakat bu hal çabuk aşılarak nihayet Tanrının izahı imkânsız bir değer olduğu benimsenebilecektir.
Yukarda izah ettiğimiz “bir”in sonsuzluklarla ifadesi ilerde “üç”ün sonsuzluklarla ifadesine yol açacak; sonuçta bir ile üç’ün aynı olduğu ortaya çıkacak ve bu düşünceler realitelerin yükselmesinde çok mühim roller oynayacaklardır.
Fakat hudutları sonsuzluklarla dahi tesbit edilemiyen tesir alanlarının ifadesi için, gerekli tariflerin dayanacağı metodlara ihtiyaç vardır ki; halen bu ihtiyacı, mevcut “ilmi tetkik metodları” karşılayacak kudrette değildirler. Bu sebeple İnanç Devri’ne ancak inanç devri bilgilerini tetkik ve izaha yarıyacak bilgilerle girmek icab eder. Bunun için de biz bu konuya bilgi’yi izahla girmiş bulunuyoruz.
İnanç Devri, gerek bilgiden ve bilgileri tetkike yarayan metodlardan, gerekse bu metodlardan faydalanılarak elde edilen kanunlardan hudutları kaldırır. Bu; tekâmülden hudut ve taassubun kaldırılması demektir. Buna, sonsuzlukların, “sonsuzluklar olduğunun benimsenmesi” için verilen bilgiler de diyebiliriz.
Özet olarak; bütün bilgiler, tekâmül ihtiyaçlarını karşılamak için verilen, böyle oldukları için de ihtiyaçtan doğan bilgilerdir. Evvelce bildirdiğimiz bir tebliğde;
 
“Dinler ihtiyaçtan doğmuşlardı, Şuurlu Tekâmül de aynı sebep olan ihtiyaçtan doğmaktadır; bu ihtiyaç ise beşeriyetin daima yükselen değerini daha yükseltmek ihtiyacıdır ki, buna kısaca; tekâmül ihtiyacı denebilir”.
 
denilmektedir. Böyle bir ihtiyacı karşılayacak bilgiler ise İnanç Devri’nde ancak “hudut” denilen engelin kaldırılması ile verilebilir.
İşte biz İnanç Devri bilgilerinden hudutları kaldıran bu ilk bilgilerin verilmesi ve benimsetilmesi ile tüm vazifelilerimiz vazifelendiriyoruz.[31] Ve artık, bilgilerin “hudutsuzluklarla izah edilen bir alanda” verilme zamanının geldiğini size bildiriyor ve bildirmenizi istiyoruz.
Bütün bu izah edilenleri ihtiva eden ve tekâmülde hiçbir tahdit tanımayan bir tebliği, bazı ilâvelerle tekrar ederek konuyu kapıyoruz.
“Bilgi de tekâmül gibi sonsuzdur. Bu sebeple de en yüksek sanılan bilgilerden daima daha üstünleri mevcuttur. Bu kitap; ancak, tekâmül eden bilgilerle tekâmül edilebileceğini bildiren, din devrini kapayan, Şuurlu Tekâmül devrini açan, Şuurlu Tekâmülün kısaltılmış adının ise “İnanç” olduğunu açıklayan kitaptır.”
 
775.
BU BİLGİLER..
 
Bu bilgiler, “daima benden üstünleri gelecek!” demekle sonsuz değere erişen bilgilerdir. Çünkü ilerde gelecek üstün bilgilerin değerleri bu bilgilerle çizilen sonsuzluk hudutlarının ötesine asla geçemiyecektir. Sonsuzluklarla ifade edilmesi asla mümkün olmayan değer ise Tanrının değeridir.
 
776.
BİLGİ VAZİFELİSİ
 
Dünyaya bilgi ile yüklü gelenlerden “yüksek tekâmül”de vazife alanlar, yüklü oldukları bilgilerine o hayatlarında edindiklerini de ilâve ederek tekâmüle faydalı olurlar. Âlimler, mucitler ve filozoflardan birçoğunu bu söylediklerimize misal olarak gösterebiliriz.
 
777.
BİLGİ, BİLGİYE ZEMİN OLMASI İÇİN VERİLİR
 
Her bilgi, daha üstününe zemin hazırlar. Benimsetici bilgiler ise, üstün bilgilere en güzel zeminleri hazırlayanlardır.
 778.
ZAN
 
İlk insanlar da yirminci asırda yaşayanlar gibi çok şeyler bildiklerini zannediyorlardı..

 
 
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

779.
MUTLAK VARLIĞI VAR EDEN “ARZU” VE “İRADE”
 
Mutlak Varlık hakkında, analiz metoduna göre şimdiye kadar anlattıklarımızı toparlayıp “İlk Oluş”daki, bugüne kadar gizli kalmış birçok hakikatleri zamanın realitesine uygun olarak açıklayacağız.
Mutlak Varlığın var olması için lüzumlu olan faktörler şunlardır:
 
I. Böyle bir sistemi var edebilecek kudret;
II. Böyle bir sistemi var etmekteki sebep.
 
Böyle bir sistemi var edebilecek kudret Tanrıdır. Böyle bir sistemi var etmekteki sebep ise değerce, Mutlak Varlığın değerinden daha yüksektir. Çünkü Mutlak Varlık, Mutlak Varlık olması için değil, bir gayeye hizmet etmek maksadı ile var edilmiştir. Mutlak Varlığın var olmasının sebebi ise; Tanrının Tekâmüle sevk etmeyi arzu ettiği varlıklara tekâmül imkânları sağlamasıdır.
Şu halde biz bu izahatı şöyle sıralayabiliriz:
 
1. Tanrı, halk ettiği varlıkları çok yüksek gayelerle tekâmüle sevk etmek istemiştir.
2. Bu varlıkların Mutlak Nizama uygun olarak tekâmül etmelerini isteyen Tanrı, bu husustaki “Arzusunu” kendi izahı imkânsız değeri ile değerlendirerek bu işi yapmaya memur etmiştir.
3. Tanrının yüksek değeri ile değerlenen “Arzusu”, izahı imkânsız bir “irade” halinde tezahür etmeye başlamıştır.
4. Bu “Arzu” ve”İrade”den de Mutlak Varlık doğmuştur.
5. Mutlak Varlık, bu sebeple, her zerresinde Tanrının irade halinde tezahür eden değerini taşır. İşte bu değer; robotları hareket ettiren, her şeyi intizamda tutan, hâdiselere birbirini takip ettiren değerdir.
6. Bu sebeple Mutlak Varlığa; Tanrıdan aldığı “irade” ile kendi kendisini idare eden sistem denilebilir.
Görülüyor ki, Mutlak Varlık, sadece var olanları idare eden bir sistem, bir kanun değil; bizzat var olanları da ihtiva eden bir organizasyondur.
7. Tekâmüldeki varlıklar, Mutlak Nizam içersinde, Mutlak Kanun esaslarına göre tekâmül ederlerken birçok robot yardımlar alırlar ki, bu yardımların menşei; Mutlak Varlığa yayılarak sistem halinde tezahür eden Tanrı İradesi’dir. Fakat tekâmüldeki varlıklar liyakatleri ile tekâmül ederlerken destekleyen bu yardımlar, Mutlak Kanun esaslarına uygun olarak cereyan ederler. Çünkü Tanrı; Mutlak Nizama dahil ettiği iradesini Mutlak Kanunla sınırlandırmıştır.
8. Fakat bir de Tanrının “Mutlak Nizamı kontrol eden iradesi” vardır ki, zaten Mutlak Varlık bu iradeden hâsıl olmuştur. İşte Tanrının arzusu üzerine, onun eşsiz değeri ile irade halinde tezahür eden bu kudret, Mutlak Varlığı var eden iradedir.
9. Bu iradenin var olmasında âmil “Tanrının Arzusu”dur. Bu arzu olmasaydı; ne irade, ne Mutlak Varlık var olacaktı.
Şu halde:
Tanrıya en yakın değerdeki yine O’nun Arzusu’dur. İşte Tekâmüldeki varlıklar bu Arzu’dan hâsıl olmuşlardır. Yani tekâmüldeki varlıklar, Tanrıya, Öz Arzusu kadar yakın varlıklardır.Tanrının Öz Arzusu için ise hiçbir hudut mevcut değildir. İşte bu sebeple de tekâmüldeki varlıklar liyakatleri ile tekâmül ederek Mutlak Varlığın hudutlarını aşabilirler. Tekâmüllerini ise, sadece Tanrıya uzanan sonsuz bir yola benzetebilirsiniz. “Arzu” içinde hiçbir kayda ve şarta bağlı olmadan tekâmüllerine devam edebilirler.
10. Tanrının Arzusu muhtelif şekillerde tezahür eder. Hattâ o, Mutlak Varlık içersinde fakat Mutlak Varlık Nizamlarına tâbi olmayabilir. Ve işte bu sebeple, Tanrının Arzusu “Arzu Melekleri” halinde tezahür edebilir.
Onlar, Mutlak Nizama uygun varlıklar haline gelebilirler; zerre şekline girebilirler; icab ederse de yeri yerinden oynatabilirler. Bu Arzu Melekleri, adetle tesbit edilemezler. Aynı anda sayılamıyacak kadar çok olabilir ve muhtelif yerlerde birbirine benzemeyen şeyler yapabilirler. Mutlak Nizamda da en çok “Bilgi Melekleri” olarak tezahür ederler. Bu sebeple onları, sadece (sırf) Mutlak Nizama uygun olarak vazife gören yüksek robot meleklerle bir tutmamak gerekir.
 
780.
İSA
 
Evvelki bilgilerimizde de İsa’dan bahsettik, bahsederken de bu hususta düşünülüp, benimsenmesini temin edecek metodlardan faydalandık ve bu tebliğimize gereken zemini hazırladık.
Bu konu, insaniyeti iki bin seneye yakın bir zaman düşünceye ve tefekküre sevk etmesi bakımından çok faydalı olmuştur. İsa, bir insan şeklinde ve tıpkı diğer insanlar gibi dünyaya gelen “Arzu” plânından bir vazifeli idi. Bu sebeple de annesinin onu dünyaya getirebilmesi için muhakkak bir erkekle birleşmesi şart değildi. O, döllenme vuku bulmadan doğdu. Böyle oluşu da, ilerde bu hususta beşeriyeti şüpheye düşürmesi ve konu ile daha fazla ilgilenilmesini temin maksadı ile, tekâmülde benimsetme gayesine uygundu.
İsa her insan gibi doğdu ve vazife zamanına kadar yapacaklarından tıpkı diğer insanlar gibi haberdar olmadı. Çünkü onun söylemesi gereken şeyleri kendisinin ne olduğunu bilmeden söylemesi gerekiyordu. Bu sebeple de sadece robotların ona hatırlattıklarını veya bildirdiklerini söyledi.
O, tebliğlerde “Allah babamız..” demiştir; fakat “Allah babamdır.” dememiştir. Onu Allahın oğlu haline getiren, daha sonra bu yolda olanların gayretleri olmuştur. O yapacaklarını yaptıktan sonra çarmıha gerildi. Fakat bu, (hakikatte onun bir insan olmaması sebebi ile) bir ölümle sonuçlanmadı. Sadece çarmıhta kalan cesedi göz önünde tutularak o öldü zannedildi.
O çarmıhta gerili iken havanın kararması, öldü zannedildikten sonra da mabedin yıkılması hâdiseleri doğrudur. Çünkü bu hâdiseler, dikkatlerin onun üzerine, dolayısı ile onun söylediği şeylere çevrilmesini sağlayan hâdiselerdir.
Onun, öldü zannedildikten sonra tekrar arkadaşlarına gözükmesi de doğrudur. Fakat bu sefer o, ne olduğunu biliyordu. Üçleme[32] ise uzun zaman insanları düşündüren, şüpheye düşüren bir tekâmül faktörü halinde vazife gördü. Hakikatte üçleme bir semboldür ve Tanrıyı, Tanrının Arzusunu ve Tanrının Arzusunun tahakkukunu izah ediyordu. Burada Tanrı, Tanrıyı; Meryem (ki, o da Arzu plânından bir melekti) Tanrının Arzusu’nu; ve İsa ise Tanrının Arzusu’ndan hâsıl olan Mutlak Varlık da dahil her şeyi sembolize ediyordu.. Ve onlar için her zaman ve her yerde bir bedene malik olmak imkânları da mevcuttur.
Bütün bu noktalar zamanla aydınlanacak ve Şuurlu İnancın yerleşebilmesi için lüzumlu olan açıklamalar yapılacaktır.
 
781.
DAHA ÜSTÜN, EN ÜSTÜN
 
Beşeriyetin Şuurlu İnancı idrak edebilmesi için şu esasları kavraması gerekir:
1. Dünyada, maddenin tesirleri ve sınırlayışı altında alınan bütün bilgiler, asıl izah etmeleri gerekeni izah edecek değer de değildir. Bu sebeple de her izahtan üstün bir izah vardır. Şuurlu İnanç yolundakiler ise, en üstün zannettikleri izahın daha üstündeki izahı metodlu olarak araştırmakla tekâmül edebilirler.
2. Maddesiz hayatta da daima en iyi tanınanı daha iyi tanıyabilmek mümkündür.
3. İnanç yolu, üstün’ü kabul eden, fakat (idraki mümkün olanlarda) en üstün’ü reddedenlerin yoludur.[33] Bu kitap ise, “en üstün”ü değil, en üstün sanılandan daha üstünlerinin mevcut olduğunu bildiren kitaptır.
 
782.
TAASSUBUN TAASSUPLA REDDİ YANLIŞTIR
 
Dünya hayatınız devam ettiği müddetçe taassup kadar nüfuz etme kabiliyetine malik olan hiçbir şeye tesadüf edemezsiniz. O, maddî manevî, mevcudiyetini hissedebileceğiniz her şuadan daha fazla nüfuz imkânlarına maliktir. Bu sebeple de taassup, taassubu reddeden Şuurlu İnanca dahi nüfuz edebilir. Çünkü taassubu yine taassupla redde kalkışmak, taassuptan başka bir şey değildir. Bu sebeple her hareketinizde taassuba kapılmamaya gayret etmeniz zorunludur.
Meselâ, dinî tesirler altında bulunan, aynı zamanda da Şuurlu İnancı idrak edebilmiş bulunan bir vazifeli şayet abdestsiz dolaşmak istemiyorsa bunu tabiî karşılamak gerekir. Çünkü insanlar, hastalıkları da dahil, kendi ihtiyaçlarını en güzel yine kendileri, liyakatleri oranında tesbit edebilirler.
Hattâ burada liyakat o kadar mühim rol oynamaz, çünkü insanlar gerek ruhî, gerek maddî ihtiyaçlarını otomatik yardımlarla tesbit eder ve gereken yolda yürürler. Bir insanın karnı acıkınca yemek yeme ihtiyacını hissedişini bu otomatik yardımlara misal olarak gösterebiliriz.
Şayet bir insan vücudunun maddî ihtiyaçlarını hissetmeseydi, o zaman bedenin ihtiyaçlarına cevap verilme imkânı kaybolurdu. İnsanları susatan, acıktıran, hattâ zaman zaman tefekküre sevk eden; bu zorunluluk yaratan otomatik yardımlardır.
İşte eski alışkanlıklarından kurtulmak istedikleri halde kurtulamayanları da, ekseri otomatik yardımlar, tekâmülle ilgili sebeplerden dolayı eskiye bağlarlar. Bu noktaların göz önünde bulundurulması, bu sebeple de taassubun taassupla reddedilmemesi gerekir.
 
783.
HALK ETME-VAR ETME
 
Tanrının halk ettiklerini, Mutlak Varlık, kendi kanunlarına göre var eder. Mutlak Kanun esaslarına göre var olan varlıklar, halk edilmiş olduklarını ancak var edildikten sonra anlayabilirler. Tekâmül halk edilmeyle başlar, var olmak bir merhaledir. Yüksek tekâmül ise; var edilmiş olanların, halk edilmiş duruma yükselmeleri ile başlar.
Bir varlık tekâmülünün ancak Mutlak Varlık esaslarına göre devam eden kısmında var edilmiş varlıkların hassalarını taşır. Bu, Tanrının Arzusu ile halk olan varlıkların, Mutlak Varlık esaslarına göre var edilişinin izahıdır.
Mevcut olan ve olacak olan her şey, Tanrının Arzusu’ndan halk edilmiştir. Tanrının Arzusu dahi bir halk oluştur. Bu arzudan, tekâmüle sevk olunan varlıklarla, Mutlak Varlığın halk olmasını sağlayan her şey halk olmuştur. İşte tekâmüle sevk olunan varlıklar, bu esaslara uygun olarak Mutlak Varlık tarafından var edilerek tekâmüllerine başlarlar.
Bu sebeple Tek Allah prensibine dayalı dinlerin Allahı, Mutlak Varlık; halk edilmişleri, Mutlak Varlığın var ettikleridir. Şuurlu Tekâmülde ise Tanrı, hiçbir şekilde izah edilemiyecek varlıktır ki O, tekâmüldeki varlıkları ve bu varlıkların tekâmül ihtiyaçlarını karşılayacak olan Mutlak Varlığı arzu etmiş, halk etmiş ve Mutlak Varlığı, kendi izahı imkânsız değeri ile değerlendirerek ona, robotlar da dahil, tekâmüldeki varlıkları var etme imkânını vermiştir.
Mutlak Varlık, Tanrının halk ettiği tekâmüldeki varlıkları, yine O’nun kanun ve plânına göre var edendir. Halk etmek; manevî değerleri, yaratıcılık hassaları ile meydana getirmek mânasına gelir. Var etmek ise, halledilmiş olanların değerlerini tahdit ederek tekâmül edecek vaziyete dönüştürmektir. Varlıklar, değerlerini idrak ederek, idrak ettikleri oranda da tesirler halinde belirterek tekâmül ederler.
 
784.
BENİMSETİCİ METOD HAKKINDA
 
Bir konunun benimsenmesi için, o konu ile ilgilenenin konuyu sık sık tekrarlamak ihtiyacı hissetmesi gerekir. Fakat bu, öğretici sistemle okullarda tatbik edilene benzemez. Çünkü öğretici sistemde konunun kolay anlaşılması göz önünde tutulmuş olduğundan, öğretilmek istenen tam olarak verilmekle “merak” denilen şeyi ortadan kaldırır. Benimsetici metodda ise merak şarttır.
Bunun için bir konu evvelâ arada boşluklar bırakılarak izah olunur; sonra aynı konu, aradaki boşluklar doldurularak anlatılır ve bir tekrarlama ihtiyacı doğurur. Konu ise arzuyla tekrarlanarak benimsenir. Merak ve arzunun rol oynadığı bu tekrarlar ise yorucu olmaz.
Benimsetici metodda gerekli olan bir şey de; bilgilerin izahını yapacak olanların, sadece o bilgiler içinde kalmayıp, okunarak öğrenilmiş bilgilerin izahını daima okunandan yüksek ve geniş kapsamlı yapmalarıdır.
Kısaca, bir bilgiyi benimsetici metodlara uygun olarak izah edebilmek, ancak o bilgi hakkında yeni ve merak ettirici şeyler söylemekle mümkündür. Bu ise, daimi bir çalışma ve liyakatle başarılabilir. Bunun için de en üst zannedilen bilginin üzerindeki bilgilere doğru daima hamle gerekir; en üstün (zannedilen) bilgiler ise daha üstünlerine zemin hazırlar.
 
785.
EN YÜKSEK İDARECİLER
 
Dünya, dünyada liyakatleri ile vazifeye hak kazananlarla tekâmül ettirilir.
En yüksek idareciler sadece yardım ederler, bilgi verirler, hattâ bilgi vermek için insan olarak dünyaya dahi inebilirler. Fakat dünyada insan olarak tezahür etmeleri, daha birçok yerlerdeki çalışmalarına mani değildir. Çünkü onlar Mutlak Varlık üstünde imkânlara maliktirler ve tesir sahaları da Mutlak Varlıkla tahdit edilmiş değildir.
 
786.
HAYAT PLÂNI VE BAZI KABİLİYETLER
 
Bir çocuk, plânı icabı bazı özellikleri ana ve babadan, ana ve babanın ruhlarının bedenine ilettiği tesirlerle edinir. Çocuk babada mevcut bir özelliği, meselâ resim yapma kabiliyetini, kendinde mevcut olmadığı halde böylelikle edinir. Ana ve babanın ruhlarından bazı özellikler, çocuğun bedeni vasıtası ile sadece bir dünya hayatı süresince çocuğa aktarılabilir.Fakat çocuk çok defa, ana ve babadan aldığı bu kabiliyetleri liyakati ile işleyerek kendi öz varlığı olan ruhuna mâledebilir.
 
787.
BENCİL
 
İlk bakışta, bencil insanlar hayatta fazla başarılı oluyormuş gibi görünür. Bu hal, onların sırf kendilerini düşünerek hareket edişlerinden ileri gelir. Kendileri için iyilik, kendileri için güzellik isterler ve bunun için gerekeni yaparak arzu ettiklerini elde ederler.
İyi bir insan ise etrafını düşünür, etrafının iyiliğini ister, fakat etrafındakiler o iyiliğe lâyık değillerse bu arzuları gerçekleşmez. İyi insanlar arzularının tahakkuk etmesini isterlerse, arzularını şuurlandırmaları gerekir. Bu ise iyiliğe devam etmekle, liyakatle pek güzel başarılabilir.
 
788.
TANRI
 
Tanrı, her şeyi var eden “Arzu”nun sahibidir. O Arzu ki, kendi kendini “var” etmiştir. Adına da “Tanrı” denilmiştir.
O, kendini var ettiği Arzu’dan her şeyi var etmekle; kendinden var ettiklerine değerler bahşedendir. Fakat O, kendi de dahil, bütün var ettiklerinin çok üzerindedir.
 
789.
YOKLUKTAN SAYISIZ MUTLAKLARA
 
Yokluk; insanlar ve Mutlak Varlık esaslarına göre tekâmül edenler için Tanrıdan da önce var olabilen bir şey olarak düşünülebilir. Tanrı ise yokluğu aksi istikametten varlık olarak yoktan var edendir.
O, yokluğu; yokluktan da var olan her şeyi halk edendir. Sayısız ve birbirlerine benzemeyen yoklukları; sayısız, Mutlak Varlık gibi fakat ona benzemeyen yaratılmışlar takip ederler.
O; yoktan her yarattığını, yarattığına en uygun sistemle yine yarattıklarına idare ettirendir. Her yaratılmış; Mutlak Varlığa benzeyen fakat birbirlerinin aynı olmayan sistemlerle idare olunur. Bu sebeple, her sistem Tanrının Mutlak’lığını tezahür ettirir. O’nun sonsuz kudretini tezahür ettiren birçok sistemler mevcuttur ki; hepsinde birbirlerine hiç benzemeyen “Mutlaklık” hassaları mevcuttur. Tanrının tek bir Mutlak Varlığı değil, sonsuz sayıda Mutlak’ları vardır!.
 
790.
SIR GİBİ SAKLAMAK
 
Zamanı gelmeden söylemek iyi değildir. Vakti gelince konuşmamak ise değerli bir insana yakışmaz. Cahiller ise sır saklayarak cahilliklerini unutmaya çalışırlar. Gizledikleri sırlarla cehaletlerini örtmeye uğraşırlar. Bir şeyi saklayanı âlim zannedenler ise sadece bilgisizlerdir.
 
791.
BİLGİ
 
Bir bilgi tekâmülü ilgilendirdiği oranda değerlidir.
 
792.
TEKÂMÜL BİLGİSİ
 
Bir bilgide tekâmül ne kadar değerleniyorsa, o bilgi o kadar faydalıdır.
 
793.
ESKİ HAYAT TECRÜBELERİ
 
Bir insan dünyada yaşadığı müddetçe, asıl değerini, dünya şartlarına uygun olarak tezahür ettirebilir. İnsanlar dünyaya getirdikleri bilgi ve tecrübelerini daima otomatik olarak tezahür ettirirler. Eski hayatlarında edindikleri bilgi ve tecrübeleri, dünya hayatına yansıtmayan insan yoktur.
 
794.
BİLGİ-İMAN
 
İslâmiyette bilgi ile iman ayrı tutulmamıştır. Bu sebeple müslüman için bilgi; imandır. Bir insan ise bilgili olduğu kadar imanlıdır.
 
795.
DİN, İLİM, FELSEFE
 
Din de, ilim de, felsefe de bilgiye dayanır. Aynı konu hakkında dindeki, ilimdeki, felsefedeki bilgi ise aynı karakterdedir. Her üçünde de bilgiyi aynı karakterde yapan, o bilginin mevcut ölçülere vurulduktan sonra aldığı şeklidir. Mevcut ölçü ise realiteler değiştikçe değişir.
Şu halde din de, ilim de, felsefe de; değişen bilgilere dayanmaktadır. Değişen bilgiler ise daima tekâmül ettirilen sistem, metod ve imkânlarla elde edilir.
 
796.
“YOKLUK”
 
Her bakımdan tam mânası ile bir “yokluk”tan her şeyi var eden bir kudret; yoktan var edebilme kudreti ki, buna aslında ne kudret, ne liyakat, ne şuur, ne de arzu veya irade denilebilir. Çünkü, bütün bunların olabilmesi için de bu kudrete lüzum vardır.
İşte, kendi varlığı da dahil, her şeyi yoktan var eden bu izahı, ölçülmesi, tahayyül edilmesi imkânsız değere sadece ALLAH deniliyor.
O; herhangi bir şeyin, hattâ kendi izahı imkânsız varlığının dahi var olabilmesi için, “daha önceden olması gereken”dir!. O; arzu ederek varlığını “var eden”dir. Şayet O arzu etmemiş olsaydı; TANRI denilen varlığı mevcut olmayacaktı.
Zaten bu bilgide yazılanlar da dahil, hiçbir izah, O’nun izahı olmamıştır ve olamayacaktır.. O’na kısaca “Kendi varlığının dahi var olabilmesi için, daha önceden mevcut olması gereken değer” denilebilir. Şimdi konuyu biraz daha açalım;
Tam mânası ile, hattâ “Mutlak Yokluk” bile denilemiyecek bir yokluk düşünün!. Bu yokluğa neden Mutlak Yokluk dahi denilemiyeceğine gelince; bir şeye yok demek, yok olan bir şeyin varlığını söylemek veya kabul etmek demektir. Ne sebeple olursa olsun, tam mânası ile bir yokluğa yokluk demek, onu varlık halinde kabul etmek demektir[34].
Yok olan bir şeyin, yok olduğunun dahi bilinmemesi gerekir. Aksi halde, bilinen veya tasavvur edilen yokluklar, hakikatte varlıklardır. Bir yokluk tasavvur edilmeye başlandığı anda varlık haline gelmeye başlar. İşte bu sebeple insanlar nasıl Tanrıyı düşünemezlerse, bir yokluğu da düşünemezler. Hattâ, düşünmeye başladıkları anda varlık haline gelen yokluğu düşünmek, Tanrıyı düşünmekten de zordur!.
Bir yokluğu, “düşünülüp tasavvur edilmesine imkân olmayan yokluk” olarak ifadeye çalışmak bile onu varlık haline getirir. Çünkü, insanlar ve diğer bütün varlıklar, ancak “var olan” şeyleri düşünebilirler. Bu sebeple de yokluğu düşünmeye başladıkları an, düşünmek istedikleri yokluk, otomatik olarak varlık haline gelir.
Mutlak Kanun üzerindeki ilk kanun: “İnsanlar; tekâmüldeki bütün varlıklar; tekâmül ederek Mutlak Varlık sınırlarını aşmış bulunanlar; en yüksek değerlerdeki vazifeliler; asla tam mânası ile bir yokluğu düşünemezler, tahayyül edemezler.”
Yokluğa yokluk demek bile, onun varlık haline gelmesi için yeterlidir. Yokluğu düşünmeye başlamak, onu, düşünülebilen bir varlık haline getirir. Şu halde yokluğa, “düşünülmesine imkân olmayan yokluk” dahi deseniz, düşünülmesine imkân olmayan yokluğu varlık haline getirmiş olursunuz.
Kanun: “Düşünülebilen, tasavvur edilebilen[35], hattâ mevcut olmadığı halde tahayyül edilebilen[36] her şeyin, düşünüldüğü, tasavvur edildiği, tahayyül edildiği an; varlık haline dönüştüğü andır.”
Bir şeye “var” diyebilmek için onun önceden maddî veya manevî mevcut bir karşılığı olması gerekmez. Aslı astarı olmadığı sanılan bir şeyin, bir an için tahayyül edilmesi, tasavvur edilmesi; böyle bir şeyin bir an için dahi olsa, tasavvur edilen veya tahayyül edilen bir şey olarak var olması sonucunu doğurur.
 
1. Birçok varlıklar için var olan şeyler, birçokları için de yokturlar.
2. Hiçbir şekilde ulaşılamayan, hattâ yok olduğu dahi düşünülüp tasavvur edilemiyen şeyler ise mevcuttur. Yok olduğu dahi düşünülüp tasavvur edilemiyen şeyler demek dahi, o düşünülüp taşınılamıyan şeylerin varlık haline gelmesine sebep olmaktadır.
 
İşte Tanrının yoktan var oluşu bu sebeple izah olunamamaktadır. Çünkü böyle bir var oluşu ancak Tanrı bilmekte ve “izah olununca da yokluk hassasını kaybetmiyen bir yokluğu” ancak O, izahı imkânsız değer ve imkânları ile izah edebilmektedir.
Şu halde; yok olan bir şeyin izah edildikten sonra da yokluk hassasına malik olabilmesi, sadece Tanrının yapabileceği bir şeydir ve O’nun izahı imkânsız değerinin tezahürüdür. Tanrı, yokluğu izah edebilen, izah ettiği halde onun yokluk hassasına halel getirmeyen değerdir.
İşte Tanrı, yokluğu izahla, onun yokluk hassasına halel getirmeden evvel onu kendi varlığı haline getirendir. O, izahı imkânsız değer ve imkânları ile, yokluğa yokluk hassasını kaybettirmeden, ondan her şeyi arzusuna uygun olarak kolayca var edebilendir. Bu nasıl olmuştur? Bunu izah edebilmek için, düşünülen bir yokluğun “yokluk hassasını kaybetmeden” varlık haline nasıl geldiğini idrak etmek icab eder. Bunu ise Tanrıdan başkasının idrak edebilmesine imkân yoktur.
Bu bilgiyi okuyanların, düşünceleri ile başbaşa kalmaları; yokluğu, yoklukla varlık arasındaki münasebetleri düşünürlerken de tebliğin menşe’ini düşünmeleri gerekir. Bu düşüncelerin yanında, tebliğde kaçınılmaz şekilde bulunan madde tesirlerinden mümkün olduğu kadar sıyrılmaya ve tebliğin yine mümkün olduğu kadar menşe’ değerine yaklaşmaya, bu yolda tetkik etmeye gayret sarfedilmesi lâzımdır.
İşte Tanrıyı neden izaha imkân olmadığı’nın izahı budur. Bu sebeple, Tanrının en yüksek, var edici hassasını da izaha imkân yoktur. O hassa;
Yokluğun yokluk hassasına halel getirmeden var edebilen, sırf böyle olduğu için, kendi kendisini de var eden hassadır. Kendi kendisinin var olmasına sebep olan bu hassanın erişilmez değerinin delili; yokluğa tam mânası ile sahip ve hâkim oluşu’dur.
İşte Tanrının kendi kendisini var edişinin âmili budur ki, bu değeri ne anlamanıza, ne de tasavvur etmenize imkân yoktur. Sadece liyakatiniz oranında onda birçok şeyler bulabilir ve hissedebilirsiniz.
Kendisini bu şekilde, zaten kendisinin olan yokluktan var eden Tanrı; izahı imkânsız var etme kudreti ile var etme işine devam etti. Bunun için de lüzumlu teşkilatı[37] kurdu. Şimdi bu teşkilattan dünya idrakine uygun olarak bahsedeceğiz:
Tanrı, kendi yüksek “yoktan var ettiği” (yokluğu da ihtiva eden ve ona hâkim) varlığından; tekâmüle sevk ederek kendi değeri istikametinde[38] değerlenerek yükselecek varlıkları var etti. Burada, “kendi değeri istikametinde yükselecek varlıkları” demekle çok yüksek bir hakikat ifade edilmektedir.
Tanrının, yokluk halindeki zatını, yokluğun değerine halel getirmeden varlık haline getirmesi; O’nun bu işi liyakati ile yapmasının izahıdır. O ise bu imkân ve liyakati, kendindeki hassalardan faydalanarak başarmıştır. Şu halde, her şeyin üzerindeki yeri işgal eden o yere sanıldığı gibi hazırca oturmamıştır.
O; erişilmez yüksekliğine, erişilmez liyakati ile ulaşandır. O’nun ulaşabilmesine imkân olmayan hiçbir şey tasavvur olunamaz.
İşte Tanrı, var edeceği sistemi, zamanla liyakati ile o sistemi idrak edecek varlıklara devretmek düşüncesi ile varlığından, daha doğrusu zatındaki yokluktan liyakatleri ile tekâmül edecek varlıkları var etti. Fakat bu varlıklar, kendi tekâmül yollarını kendileri çizecek imkânlara malik değildiler. Bu sebeple onlara tekâmül yolları ve tekâmül imkânları sağlayacak ortamları var etmek gerekiyordu. Bunun böyle olmasını Tanrı arzu etti!.
Kısaca;
Tanrı, tekâmüle sevk edeceği varlıkları severek (liyakati ile varlığına, değerine halel getirmeden tâbi kıldığı) yokluktan var etti. Var ederken de; yokluktan kendisine mâlettiği değerlerden de onlara liyakatleri ile tekâmül ederek faydalanmaları için bahşetti.. İşte bu şekilde var olan tekâmüldeki varlıklar, Tanrının Arzusu’nun çizdiği tekâmül yolunda, tekâmül ederek tekrar o yolda şuurla yükselmek için, şuursuz olarak manen uzaklaştırıldılar.
Tanrı, varlığıyla ihata[39] ettiği yokluktan var etmeye devam etti ve tekâmül eden varlıkların tekâmülleri ile ilgili varlıkları var ederken, her varlığa ayrı ayrı hassalar verdi. Bu sebeple tekâmülle ilgili her şeyin hudutları yokluğa uzanır.. Kâinatları ve var olan her şeyi[40], sonsuz bir yokluk denizine serpilmiş zerrelere benzetebilirsiniz. Bu zerrelerin her birinin sonsuz bir yokluk içersinde sonsuza doğru uzanması, bütün bu zerreciklerin hepsine sonsuzluk hassası kazandırdı.
İşte her bakımdan yoklukla hudutlanan bu kâinatlar ve benzeri yaratılmışlar (ayrı ayrı Mutlak’lık hassasını haiz fakat birbirlerine hiç benzemeyen, böyle oldukları için de hepsine birden Mutlak denilemiyen) Mutlaklar denilen sistemlerle idare olunmaya başladılar. Bizim, Mutlak Varlık gibi bütün Mutlak yaratılmışları dünyaya izah etmemize imkân yoktur. Bunun için, sadece madde kâinatı hakkında söylenmesi icab edenleri söylemekle yetineceğiz.
Daha önce; yukardaki izahata dayanarak Tanrıya neden “Mutlak” denilemiyeceğinden bahsedelim. Zaten bu bilgiyi vermemizin bir sebebi de budur.
Hassasına halel getirmeden, Tanrının, kendi kendisini var ettiği zaten kendinden olan yokluğu, izahı imkânsız şuur ve liyakati ile kendisine tâbi kıldığını evvelce söylemiştik. İşte daima yokluk hassasını muhafaza etmesi gereken, bunun için de izahı daima imkânsız olması lüzumlu olan, bu yokluğa Mutlak demek, onu izahı imkânsız bir yokluk halinden, varlık haline getirmek demektir.
Onu, yokluk hassasına halel getirmeden izah etmek ve ondan “var etmek” ise, yalnız Allahın yapabileceği bir iştir. Tanrıya “Mutlak” denilmesi ise; sadece O’nun izaha muktedir olduğu (bütün yaratılmışların menşe’i olan) yokluğu, “Mutlak Yokluk” halindeki varlık haline geçirmek demek olur ki, buna imkân yoktur! Çünkü o yokluk, Tanrının sayısız Mutlak’ları ürettiği ve üreteceği, daima yokluk hassasını haiz kalacak; izahı, tasavvuru imkânsız, hattâ düşünülmesine imkân olmayan bir yokluktur.
Çünkü her düşünülebilen yokluk, hakikatte bir varlıktır. İşte Mutlak Varlık da, zerre kabilinden de olsa, hakkında düşünülebilen, fikir yürütülebilen bir varlıktır...
İşte size bu tebliğle, şimdiye kadar açıklanmamış en yüksek hakikatleri hatırlattım. Siz ise bu tebliğe kendi liyakatiniz ile gereken zemini hazırlayanlarsınız.
Tekâmül ederek Mutlak Varlık esaslarının üzerine eriştikten sonra da tekâmül ederek yükselebileceğiniz yol, bu tebliğin menşe’i istikametidir. O yolda yükseldiğiniz oranda bu tebliği daha fazla anlayabilirsiniz. Bu tebliğin derinliklerine nüfuz, yükseliş yolu olan ebedî tekâmül yoludur.
 
797.
YARDIMLAR
 
Manevî değerlerin, manevî yardımlar halinde, tekâmüldeki varlıklar üzerindeki tesirlerinden bahsedeceğiz.
Tekâmüldeki geri varlıkların, ileri olanlardan daha fazla yardım almalarını, artının eksiyi çekmesine benzetebiliriz. Yardımlara artı denirse; eksi, eksilik değerinin çokluğu kadar yani tekâmülde geri kalmışlık miktarınca yardımı çeker. Buna da sebep, az tekâmül etmiş varlıkların daha fazla yardıma ihtiyaçları olmasıdır.
Varlıklar tekâmül ettikçe değerleri artar, değerlerin artması ise yardımların azalması sonucunu doğurur. Çünkü Mutlak Tekâmül Kanununa göre: Varlıklar değerlendikçe liyakatleri ile baş başa kalırlar. Liyakatleri ile baş başa kalan varlıklar ise ancak yüksek gayelere ulaşmak yolunu tuttukları takdirde yardımlar alabilirler.
Yardımların daimî olması, ancak, varlıkların imkânları ile başaramayacakları çok yüksek gayelere ulaşmak yolunda, mevcut imkân ve liyakatleri ile yürümeye çalışmaları sonucu mümkündür.
 
798.
YENİ ŞEYLER
 
Mutlak Kanun gereği, yeni bir şeyin ortaya çıkması için eskiyi yok etmek, daha doğrusu yok edilmiş göstermek gerekir. Bir insanın ölüp, tekrar dünyaya gelmesi ve tekâmülüne devam etmesi gibi.
İnsanlar ancak eski hayatlarında edindikleri bilgilerden yeni hayatlarında otomatik olarak faydalanırlar. Dünya realitesine göre bir insanın ölmeden ikinci bir hayata başlayabilmesi imkânsızdır. Yepyeni bir fikir ise eski bir muhitten doğamaz. Yeni fikirlere yeni muhitler gerekir. Ancak yeni denen fikirlerin, eski tecrübelerden hâsıl olduğunu, veya yeniden eski denilen bilgilerin rol oynadığını göz önünde bulundurmak gerekir.
Bunun böyle oluşunu düşününce sizin bulabileceğiniz birçok zaruri sebepleri vardır. Bu noktayı bilhassa göz önünde bulundurunuz.
 
799.
ŞUURLU İNANÇ ÖĞRETİSİ
 
Anlatılacaklardaki sisteme dikkat ederseniz, benimsetici sistemin vazifeye tatbiki hakkında tecrübeye dayalı bilgi edinmiş olursunuz.
İnsaniyetin yepyeni bir tekâmül devresini idrak etmesi gerekiyor! Bu devre, her hususta bugüne kadar yaşanan ve aşılan tekâmül merhalelerinden farklı, aynı zamanda da değerli bir devredir. Bunun için din devrindeki sistemlerden bambaşka şekilde çalışılması gerekiyor.
Çünkü artık bir peygamber gönderilerek, gerekenlerin söylenmesi için vasıta edilemezdi. Böyle yapılması, öğretilecek sisteme aykırı olurdu. Bu yüksek tekâmül devresine, giriş hazırlıkları, zannettiğiniz gibi yeni ve sizlerle başlamamıştır. Milâttan evvel Sokrat ile başlamıştır.
Her tekâmül merhalesinin, beşeriyeti daha yüksek merhalelere hazırladığı da göz önünde bulundurulursa, din devrini de bu devreye hazırlık merhaleleri kabul edebilirsiniz. Fakat Sokrat doğrudan doğruya bu devreye hazırlık tohumlarını serpen ilk vazifeli olmuştur.
Sayısız denecek kadar çok vazifelilerin, otomatik olarak çalıştırıldıkları bu tekâmül devresinde beşeriyet bugünkü vaziyetine erişmiştir. Bedri Ruhselman da, önceleri otomatik, sonradan da şuurlu olarak bu yolda vazife görmüştür. Şu halde Şuurlu İnancın ilk tohumlarını serpen Sokrat, onu ilk şuurlandıran da Bedri Ruhselman olmuştur. Fakat bu vazife için dünyaya gelen sadece Bedri Ruhselman değildi. Bu vazifede gününüze kadar dünyanın tekâmülünde çok mühim roller oynayan daha birçok vazifeliler vardır.
Vazife almak liyakatine erişenler ekseri aynı tekâmül yerine arka arkaya gönderilir ve aynı yerin tekâmülü ile vazifelendirilir. Buna da sebep bir vazifelinin vazife göreceği muhiti tanıması ve oraya, dolayısı ile vazifesine kolayca intibak edebilmesidir.
Bu şekilde birçok tecrübeli vazifelileri, bu son ve en mühim vazifeyi başarmaları için bir arada dünyaya gönderdik. İlk gelen Bedri, sadece metodları ihtiva eden eseri yazdı. O eser, vakti gelince rolünü oynayacaktır.. Fakat o, bu son ve en mühim eserini yazmadan evvel, eserine hazırlık zeminini hazırlayan bazı eserler de kaleme aldı.
 
800.
DİNDEN ŞUURLU İNANCA GEÇİŞ
 
Dinden Şuurlu İnanca geçişte, insanların kendi kendilerine emanet edilmiş olarak tekâmül ettiklerini idrak, sadece işin bir safhasıdır. Tam manâsı ile Şuurlu İnanca geçiş, düşünüleceği gibi birdenbire olabilecek bir iş değildir. İnsanlar Şuurlu İnanca ancak din devrinde edindikleri putlardan yavaş yavaş, şuurla sıyrılarak geçebilirler.
Meselâ bir insan, dininin icab ettirdiği bir şeyi yapmaya devam ederken, evvelâ onu neden yaptığını tahlil etmeye başlar. Şayet ona devamda kendisi için bir fayda buluyorsa terketmemesi doğru olur. Fakat artık onu yapmakta kendisi için bir fayda bulmuyorsa, daha güzelini yapabilmek gayesi ile ondan şuurla ayrılabilir.
Şu halde görülüyor ki, bir dine körü körüne bağlıyken birdenbire Şuurlu İnanca geçilmez. Şuurlu İnanca geçebilmek için; ancak, dinlerin tekâmülde oynadıkları mühim ve çok faydalı rolü evvelâ idrak etmiş olmak, sonra da dinin icab ettirdiği şeylerin nedenlerini bulmak ihtiyacını hissetmek ve liyakatle onları bulduktan sonra, onlara devama lüzum olup olmadığını araştırmak, veya devam etmek, yahut da bırakmak gerekir.
İşte Şuurlu İnanç yolunda yürüyecek bir insanın bunları yapabilmesi şarttır. Bir insan, yapmakta devam ettiği bir dinî ibadeti, şayet, Şuurlu İnanç için lüzumsuz buluyor, fakat ondan muhtelif sebeplerle birdenbire sıyrılamıyorsa kendisini zorlamaması gerekir. Çünkü o, er geç lüzumsuz olduğuna emin olduğu, daha doğrusu emin olmaya başladığı şeyi terk edecektir.
Sebebi izah olunmadan terk edilen dinî akidelerin yerleri, “Şuurlu İnancın gerektirdiği şuurla” doldurulamazsa sonuç iyi olmaz. Çünkü put dahi olsa, bir şeyi terk etmek için taassup gösterilmesi, Şuurlu İnanca aykırıdır.
 
        BİRİNCİ  CİLDİN  SONU
___________________________________________
[1] Varlık âleminin oluşunun..
[2] Varlık âlemi kurulurken Tanrının tüm varlıklarla beraber başta kendi (varlık âlemindeki) tezahürünü de var edişi kastedilmektedir. Böylece, varlık âleminde de bulunan fakat varlık dışına da sahip olan Tanrı için biz “Tanrının Varlığı” sözünü edebilmekteyiz.
[3] Din, insanı yüksek şuur ve duygu seviyelerine çıkartmak için mevcut olan bir disiplindir ki, “insan” adıyle andığımız varlığa ait bir gerçektir. Hayvan için dinlilik düşünülemiyeceği gibi, dünya okulundan mezun olmuş, insanı kâmil diye anılan yüceler için de aşılmış bir disiplin ama yaşanan bir gerçektir. Din disiplininin kişiyi götürmesi gereken hedef; din ulularının da övdüğü, “sırların keşfi” diye anılan “üstün şuurluluk” halidir. Yoksa, dinin kendisi amaç olmayıp yükselten yoldur, vasıtadır. Hz. Muhammed, (hadislerinde) dinin mahiyetini belirtmeye çalışmış, dinin hedefi olan; bilgi ve aydınlanmanın (yüksek şuur halinin) din ve ibadetten yüksek olduğuna işaret etmiştir:
“Din öğüttür ancak.” Hadis (Hz. Muhammed ve hadisleri; A. Gölpınarlı 1957, Arkın Kitabevi İstanbul, S. 14)
“Bir an bilgiyle meşgul olmak, altmış yıl ibadet etmekten hayırlıdır.” Hadis (Aynı eser, S. 34)
Aynı gerçeği Yunus Emre:
Dinini terk edenin küfürdür işi;
Bu ne biçim küfürdür ki, imandan içeri.
(Yunus Emre ve Tasavvuf; A. Gölpınarlı 1961, Remzi Kitabevi İstanbul, S. 178)
şeklinde ifade ederek, dini terk etmenin dinsizlik yani küfür olduğunu, fakat (kendisinin de içinde bulunduğu hal olan) dinden geçmenin, din disipliniyle elde edileceklerin üzerine çıkmanın; dünyada dindar olmak anlamındaki “iman”dan da yüksek bir mertebe olduğunu söyler. Yalnız bu sözde üzerinde durulması gereken bir gerçek gizlidir ki, o da; önce din disiplinine uyduktan sonra, ondan gerekli değerleri alarak din kalıplarının terkidir ve değerce yükselmenin doğal sonucu olarak kendiliğinden olur. Yoksa, “geçilecek bir realite” diye düşünerek dinin vermeye çalıştığı bilgi, ahlâk ve duygu disiplinlerinin içinden geçmeden dini terk etmek, Yunus’un dediği gibi sadece küfür ve değersizliktir. İnsan-ı kâmil denilen yüksek varlıklar din dışından değil, dinin içinden yol alıp yükselerek din kalıplarının üzerine çıkmışlardır.
[4] tevil: Gerçek anlamından başka bir anlamla yorumlama; işine geldiği yönde anlam verme.
[5] tabiî: Doğal; olağan; normal.
[6] İnsanın; Tanrısına, O’nun karşısındaki değersizliğinin bilinciyle sembolik bir yakarışı.
[7] tevazu: Alçak gönüllülük (mütevazi).
[8] Çünkü tesir ve tezahürleri her şeyde apaşikar görülür.
[9] malûm: Belli, bilinen.
[10] Burada “tecrübe” anlamında.
[11] cebrail: Din kitaplarına göre; Tanrıya en yakın olan dört büyük melekten biridir (diğerleri: Mikâil, Azrail, İsrafil). Tanrı ile peygamberler arasında elçilik yapan haber meleğidir. Hz. Muhammed’e ilk olarak Mekke yakınlarındaki Hira dağında gözükmüş ve Kur’ân’ın ilk âyetini, “Oku” emrini getirmiştir. Allahın emir ve vahiyleri ile Kur’ân’ın bütün âyetleri Cebrail vasıtasıyla tebliğ edilmiştir. Tanrının tekâmüle sevk ettiği değerler ve Mutlak Varlığı halk ettiği Arzu’sundan olan ve “Tanrının Arzusu” olarak, Mutlak Varlıkta, Tanrının izahı imkânsız değerini tezahür ettiren değerlerdendir. “Tekâmül ettirici ruh” veya kısaca “melek” denilerek isimlendirilebilir.
[12] İlk bilgide Mutlak Varlık, Allahla beraber mütalaa edilmiş, diğerinde ise müstakil bir değer olarak ele alınmıştır.
[13] Bilgi no. 718.
[14] Var olan; varlık olan.
[15] incil: İsa peygamberin hayatını ve öğretisini anlatan Hıristiyanlığın kutsal kitabı.
[16] Tekâmül plânının gerektirdiği şartlar içinde yaptığı mücadelede başarısız olduğu kastedilmektedir. Yoksa; plân icabı “hata yapmak mecburiyeti” yoktur.
[17] bilim: (Arapçası) ilim.
[18] Buradaki “varlık” sözcüğü tüm varlık âlemini; mevcudâtı ifade etmektedir.
[19] delil: Kanıt.
[20] Kendini meydana getiren bir bileşeni olmayan; maddenin en basit ilk yapı taşı belirtilmektedir.
[21] meçhul: Bilinmeyen.
[22] Meselâ bedenlenip...
[23] İnsan tekâmülünde varılması mümkün bir seviye örneği.
[24] ümmi: Okuması ve yazması olmayan.
[25] Tekâmüle sevk olunmuş değerler.
[26] kadir: Güç, kuvvet, imkân sahibi.
[27] Çekim; gravitasyon.
[28] Dünya için “maddenin”.
[29] arz: Yeryüzü, yer..
[30] tahdit: Sınırlayış; hudutlama; kısıtlama.
[31] vazifeli: Şuurlu İnanç bilgilerinde “vazifeli” olarak vasıflandırılanlardan kasıt, her zaman, özel vazifeler için bedenlenen varlıklar değildir. Bu bilgilerin daha ilerde yayınlanacak olan kısımlarında; “O’nun yolunda her insan, aklı, mantığı, vicdanı, bilgisi ve değerince vazifelidir. Vazifeliler O’na yöneltilmiş tekâmül yollarına serpili dikenlerin acısını azaltmakla vazife görürler..” denilerek; yeterli bilgiye sahip olup, aklı, mantığı ve vicdanı ile bu bilginin mes’uliyetini hisseden herkesin duyduğu mes’uliyet hissi kadarıyla vazifeli olduğu, vazifenin ise; her canlıya, hayatın dikenli olan yollarında mümkün olduğu kadar bu dikenlerin acısını azaltan yardımlar yapmak olduğu açıklanmıştır.
[32] üçleme: Teslis; Hıristiyan dininde, Tanrının; baba, oğul ve kutsal ruh olarak birleşmiş üç ayrı kudret halinde düşünülmesi inancı (Fr. Trinite).
[33] İdrak edilebilen değerlerde “en üstün” yoktur, “daha üstün” vardır.
[34] “Yokluk” kavramı olarak dahi olmayan bir yokluk...
[35] tasavvur etme: Düşünceyle şekillendirme; göz önüne getirme; kurma.
[36] tahayyül etme: Aslı olmasa da düşüncelerle zihinde hayaller canlandırma; hayalen var etme. (Bkz. sayfa 86, dipnot 1.)
[37] teşkilat: Organizasyon; örgüt.
[38] istikamet: Yön.
[39] ihata: Kuşatma; kavrama; sarıp sarmalayıp içinde ihtiva etme.
[40] Maddî ve manevî.